Bir önceki yazıda belki de Türkiye’de fikir hayatımızın en önemli yapıtaşlarından biri olan Jön Türkler’in ve ideolojilerinin daha doğrusu enikonu bir fikirler manzumesine sahip olmadıklarını vurgulamıştım. Jön Türklerin hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasal formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koyamamıştır. Şerif Mardin, onların siyasi fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalıştıklarını belirtir.
Bir yandan kendi devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin ‘popülarize’ edilmiş şekillerinin etkisi altında kalmışlardır ve büyük teorisyenlerle halk arasında aracı rolü oynayan ikinci derecede düşünürlerin görüşlerini kendi fikirlerine intikal ettirmişlerdir.
Tarde gibi büyük bir sosyolog göz önünde tutulduğu zaman, Le Bon’un fikirlerinin Jön Türk düşüncesindeki yeri bu davranışın tipik bir örneğini teşkil eder. Öte yandan, Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikayet ettikten sonra “Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasi ve sosyal düşünce görüşlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır.” Jön Türklerde rastladığımız Türkçülük başlangıçları bunun tipik örneğidir.
Peki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Askeri Tıbbiye’de kurulmasının ve Askeri Tıbbiye’den çıkan fikirlerin uzun vadede, sivil çevrelerden çıkan fikirlere oranla daha büyük bir canlılık göstermelerinin sebebi neydi? Veya yıllarca Avrupa’da bulundukları dönemlerde geniş bir tartışma konusu olan Marksizm’e karşı uzak kalmış olmaları bir rastlantı sonucu mudur, yoksa bunu toplumsal-yapısal öğelerde açıklamak mümkün müdür? Bu sorular bugün bile cevabını bekleyen tarihsel meselelerdir.
İTC, kendisinden bir önceki Yeni Osmanlılar’dan bir miras devralmıştı. İlaveten, Yeni Osmanlılar hareketine dahil olmuş kimselerden yararlanmıştı. Bunun nedeni sosyal desteğini bir kuşak önce belirmiş sosyal kıpırdanmalardan alması ve 1860’larda üretilmiş bir ideolojiyi kendine şiar edinmesinden doğuyordu.
Yeni Osmanlılar’ın muradı Namık Kemal’den mülhem İmparatorluk bünyesinde bir “meclis-i meşveret” kurulmasını sağlayarak siyasi iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak ve bir kuvvetler ayrımı sağlamaktı. Kuvvetlerin dengesi, yürütmeyi kurulacak Meclis’e karşı sorumlu tutmakla elde edilecekti. Meşveret bu sistemin bam telini oluşturuyordu.
Yeni Osmanlılar, “yürütme”den Sultan’ı değil, Abdülaziz devrinde devlet idaresini fiilen eline almış Bab-ı Ali üst bürokrasisini kastediyorlardı. Yeni Osmanlılar’ın bu fikirlerini uygulamaya koymasını sağlayan grupsa devlet adamlarından, askeri liderlerden ve ulemadan oluşan bir cunta ya da başka bir ifadeyle müesses nizam olmuştu.