Plato öyle düşünüyordu, İÖ 375 dolaylarında. Atina demokrasisinden bıkmış ve yorulmuştu. Zaten Peloponez Savaşı’ndan zaferle çıkmış bulunan Sparta’nın askerî disiplini ve katı oligarşik otoritarizmine özeniyor; daha yaygın biçimde uygulanabilir kılmanın teorisini kurmaya çalışıyordu.
Latinceye De Republica, dolayısıyla İngilizceye Republic, Türkçeye ise Devlet diye çevrilen Politeia’sında, buydu yaptığı. Politikayı her vatandaşın girebileceği bir alan olmaktan çıkarıp, bir bakıma bütün diğer meslekler gibi bir meslek – yani ancak özel eğitimini görmüşlerin girebileceği bir meslek haline getirmeye çalışıyordu. Bu “ehil”lerin şeffaflığı, kendilerinden başka kimseye hesap verirliği olmayacak; toplumun tepesinde kapalı bir kast oluşturacaklar; yüzyıllar sonrasının Osmanlı devşirme sistemini haber verircesine, en yetenekli çocukları kendileri seçip sisteme enjekte edecekler; düzende hiçbir çatlak belirmeyecek; daha aşağılardaki herkes de konumunu kabullenecek, haddini bilecek ve hiçbir şeye itiraz etmeyecek; bu yolla istikrar (ve yönetici elitin hegemonyası) ilelebet sızıltısız sürecekti.
Bir çeşit mutlak diktatörlük teorisidir. Türkiye’de zaman zaman hortlar bu düşünce. Geçmişte de hep vardı; bunu söylediğim anda, özel sektörden meselâ Sakıp Sabancı’nın, Kürt sorununun barışçı çözümü hakkında iki çift lâf etmeye kalktığında başına gelenleri hatırlıyorum ister istemez. Ama özellikle son sekiz yılda Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından giderek daha sık telâffuz edilir oldu. En son örnekleri bu hafta geldi. TÜSİAD 18 Aralık’ta yaptığı açıklamada “genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli” çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bir gün sonra “Sizin tek göreviniz var, yatırım, üretim, istihdam ve büyüme. Kalkıp da hükümete saldırmanın değişik yollarını aramayın. Bizimle mücadele edemezsiniz” yanıtını verdi.
Erdoğan dün (24 Aralık) akşam da ATV, aHaber ve aPara ortak yayınına katıldı. Orada da “Bakıyorsunuz Türkiye’nin en önemli kuruluşu, Odalar ve Borsalar Birliği garip garip açıklama yapıyor. Ona bağlı kuruluşlar buna benzer açıklamalar yapıyor. Bizim dayanışma halinde olmamız gerektiği en hassas dönemde…” tarzı ifadeler kullandı. Gerek TÜSİAD’a cevabının son iki cümlesiyle, gerekse Odalar ve Borsalar Birliği için “sonra kimse baskı demesin” demesiyle, açıkça tehdit imâlarında bulundu. Hükümeti eleştirmeyi düşmanlık göstergesi saydı ve ezeriz demeye getirdi.
Ama her iki demecin ilk cümleleri bence çok daha ilginç. Hiçbiri pek hoş sayılamayacak çeşitli anlam katmanlarını içeriyor. TÜSİAD’a cevap verirken, kapitalist iş adamlığını (dahi) kendi tercih ettikleri bir uğraşı değil bir “görev” olarak tanımladı. Keza Odalar ve Borsalar Birliği’ne, şimdi sadece bizimle (hükümetle) dayanışma içinde olmanız gerekir diye seslendi.
Buralarda sapına kadar korporatist bir anlayış dile gelmekte. Herkesin (tabii devletçe belirlenen) bir “görevi” var bu dünyada. İş adamlarının “görevi” de bu: kapitalist faaliyet; icabında iktidar ile dayanışma. Bununla sınırlı kalmaları, başka hiçbir şeye karışmamaları gerekiyor. İyi ama, “yatırım, üretim, istihdam ve büyüme” de yap denince olacak şeyler mi? Askerdeki “yürüyüş kararı sayılacak… say!” komutu gibi, “yatırım yapılacak… yat!” veya “ekonomi büyüyecek… büyü!” demekle olacak şeyler mi? Üstelik adamlar tam da, bu yatırım ve üretim kararları üzerinde bağlayıcı etkisi olan ekonomi politikasından söz ediyor. Bunu da mı eleştirmesinler? Her şeyden geçtim; doğrudan doğruya kendi varlıklarını, (ekonomik anlamda) hayatta kalıp kalmayacaklarını ilgilendiren bu konuda da mı, öyle değil böyle olmalı demesinler?
Her iki halde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevapları demokrasi teorisi ve pratiğine hayli uzak. Toplum başlıca ikiye ayrılıyor: Konumları, görevleri ve yetkileri itibariyle konuşma hakkı olanlar ve olmayanlar. Plato’yu okuduğunu sanmıyorum. Ama Plato’nun ilk örneğini verdiği anti-demokratik oligarşi teorisi, işte böyle, binyıllar boyu her yeni otoritarizm yönelişinde çınlamaya, yankılanmaya devam ediyor.