[24 Ocak 2022] Fransız Devriminden başlayarak, 19. ve 20. yüzyıl tarihini şekillendiren büyük dâvâ ideolojilerinin ortak bir yanı var. Ulaşılması mutlak surette gerekli bir “nihaî amaç” söz konusu. Milliyetçilikte ulus-devlet (ve gücü yetiyorsa imparatorluk). Sosyalizmde sınıfsız toplum (ve gücü yetiyorsa gene imparatorluk; Odd Arne Westad’ın deyimiyle Adalet İmparatorluğu).
Komünizmin çökmesiyle oluşan boşlukta, bu yelpazeye İslâmcılık (veya neo-İslâmcılık) da eklendi. Kısmen sağ ve sol milliyetçilikle (ulusalcılıkla) örtüşerek, şimdilik ulus-devlet çerçevesinde, dinî esaslara dayandırılmış, dindar-muhafazakâr bir kültürden beslenen (en azından, taban kitlesini bu vaatle bir arada tutan) bir tür Yeni Nizam arıyor. Bu yolda ilerleme, bu nihaî amaca ulaşma çabası, her aşamada, kendinden önceki denemelerle ilginç benzerlikler doğuruyor. Yer yer insanı, bari şunu bilseler de bu kadarını olsun yapmasalar misali, naif, masum, idealist hayıflanmalara sevkediyor.
Ne çare, Engels’in de farkettiği gibi tarih bazen iyi yanından değil kötü yanından ilerliyor. Hattâ belki çoğu zaman kötü yanından ilerliyor. Tarihten ders çıkarmadıkları eleştirisi herhalde yanlış. Pekâlâ çıkarıyor da olabilirler. Ama galiba iyi örnekleri ve uygulamalarından değil, hep kötü örnekleri ve uygulamalarından ders çıkarıyor, örnek alıyorlar.
(1) Bu tür büyük dâvâ ideolojilerinde, özgürlük ve demokrasi başlıbaşına bir ilke ve değer değil. Nihaî amaç uğruna herşey meşru. İktidar, nihaî amaç açısından yüzde yüs gerekli. Olağan demokratik işleyişe, yani halkın oyuyla gelmek iyi de, madalyonun diğer yüzünde gene halkın oyuyla gitmeyi pek içlerine sindiremiyorlar. Bu açıdan milliyetçilik zaman içinde törpülendi, ehlileşti, kendini demokrasi ile sınırlayabildi. İslâmcılığın nereye varacağı ise belirsiz. En azından şimdilik, en azından bazı ülkelerde, iktidara yapışmayı, dolayısıyla giderek katılaşmayı, merkezîleşmeyi, anti-demokratikleşmeyi beraberinde getiriyor.
(2) İster teorili (sosyalizm örneğinde proletarya diktatörlüğü teorisi gibi), ister teorisiz, alabildiğine pragmatik ve oportünist otoritarizmler doğuyor. Hepsi, tek sesli bir toplum istiyor. Bunun için kamusal alanın, basının, bütün mecraların denetim altına alınması şart. Kimisi bunu sosyalizm çerçevesinde, her türlü düşünce ve ifade aracını, gazeteleri, yayınevlerini, radyo ve televizyonu devletleştirerek yapıyor (bugün Çin, geçmişgte Sovyetler Birliği). Kimisi kapitalizm çerçevesinde, özel sektörü satın alıp kendi taraftarlarının elinde toplayarak yapmaya çalışıyor Macaristan’da Orban, Hindistan’da Modi örnekleri). Kalan aykırı sesler üzerinde ise yoğun baskı kuruluyor. Bir şiir okuyan, bir şarkı söyleyen, akla hayale gelmeyecek iltisak ve irtibatlar üzerinden, kâh hukukta, kâh medyada, okkanın altına gidiveriyor.
(3) Bu yola giren rejimler için evrensel değerler, uluslararası hukuk ve kurumlar tam bir ayak bağı. Böyle her tür kısıtlamadan kurtulmayı özlüyorlar. Sadece örgütlerden ve sözleşmelerden çıkmakla kalmıyorlar. Aynı zamanda, dış dünyayı zihinsel planda şeytanlaştırmaya bakıyorlar. Bu uğurda Leninizmden alıntılara da başvuruyorlar, kaba milliyetçiliğe de, Yahudilik ve Hıristiyanlığın İslâmî bir söylemle ötekileştirilmesine de. Batı her şeyiyle, bütün boyutlarıyla emperyalist. En ufak bir insanlık birikimini temsil etmiyor. Aslen kötü ve sürekli kötülük peşinde. Buna karşılık biz ne kadar iyiyiz! Çünkü yerli ve millîyiz. Bilimde, kültürde, sanatta, ailede — her alanda, yüzde yüz yerli ve millî olmamız lâzım. Tarihte nice emsalleri var: Goebbels, McCarthy, Jdanov. Yahudi bilimi ve müziğine son. Dejenere sanata son. Erkek egemen Nordik-Aryan değerlerinin zayıflatılmasına son. Rus ve Sovyet kültüründen sapan kompozisyon ve kompozitörlere son. 1930’ların Kemalist kültür devrimi denemesini de unutmayalım, bu arada. Türk Tarih Tezi. Güneş-Dil Teorisi. Kafatasçılık. Öztürkçecilik. İbadetin zorla Türkçeleştirilmesi. Buralarda ne acılar saklı! Fakat şimdi hepsi hortlıuyor. Yeni kılıklara bürünüyor.
(4) Duraksamanın, zora girmenin, itibar aşınmasının, sıkıntılı zamanların, seçim (olacaksa, olabiliyorsa) kaybetme ihtimalinin ortak reçetesi: hemen geçmişi, bizden öncesini hatırlatmak. Son zamanlarda iktidar medyasında “Eski Türkiye” teması giderek daha fazla işleniyor. Hemen aklıma, 1950’lerden 1980’lere Çin kültür ve sanatı geldi. Sürekli “Eski Çin”di konu. Devrim öncesiydi. Feodalizmdi. Köylülerin toprak ağalarının elinde çektikleriydi. Guomindang (Çan Kayşek) terörüydü. Japon işgali ve zulmüydü. Ulusal direnişti. Çünkü o sırada yoktu, şimdi ve gelecek açısından övünebilecekleri pek bir şey. Kollektivizasyon, Büyük İleri Atılım, nihayet Büyük Proleter Kültür Devrimi yıkmıştı ortalığı. Komünist Partisi, devrim adına bir başarı sunamıyor; habire halkı hangi geçmişten, hangi “Eski Düzen”den (ancien régime) kurtardıklarını vurguluyordu.
(5) Duraksamanın, zora girmenin, itibar aşınmasının (veya düpedüz şüpheciliğin, zoraki konformizmin) bir diğer işareti: bir yönüyle eleştirilerin ve eleştirenlerin artması; diğer yönüyle, güvenli, sadakat sınırlarını aşmayan, yazarı ve mecrasını tehlikeye sokmayacağı umulan eleştiri modalitelerinin zuhur etmesi. Son zamanlarda Ahmet Hakan ilginç bu açıdan. Önce övüyor, göklere çıkarıyor (örneğin kur garantili mevduat hesaplarını). Sonra, ama, diyor, bunun daha da başarılı olması için şunlar şunlar lâzım (ve sağlam bir makro-iktisat anlayışına dönmeyi imâ edecekse, orada ediyor). Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa “halk demokrasileri”nde de, faraza piyasamsı ekonomik reform adımları atılacaksa, asla başarısızlık yüzünden atılmazdı. Merkezî planlamaya, devletçi emir-kumanda ekonomisine bulunmazdı kabahat. “Sosyalist üretim tarzının daha da mükemmelleştirilmesi” veya “üstyapıların ekonomik temele, üretici güçlerin gelişmesine daha da iyi hizmet edebilmesi” gibi kılıflar geçirilirdi. Diyelim ki bir tarihçi, iktisatçı, antropolog veya sosyolog, yeni çalışmasını yayınlayacak. Ama içinde, Stalinist veya neo-Stalinist teoriye, resmi ideolojiye pek uymayan (mazallah, öyle zannedilebilecek?!) yanlar da var. Buna karşı, önsöz ve sonsöz çözümü diyebileceğim bir formül geliştirilmişti. Önsözde Marksist-Leninist teorinin konuya uygun unsurlarının (diyalektik veya tarihsel materyalizmin) doğruluğu vurgulanır; sonsözde, elinizdeki çalışmayla bu temel doğruluğa ne gibi yeni boyutlar kazandırıldığının altı çizilirdi.
(6) Bu tür tedbirler son derece gerekliydi, çünkü parti çizgisi öyle ince bir sırat köprüsüydü ki, en ufak sapma, aşağıda fokur fokur kaynayan cehennem kazanlarına düşmek anlamına geliyordu. Özel ve çok ağır bir terminolojisi vardı bu “iç düşmanlar” kültürünün. Örneğin 1939’da yayınlanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’ne göre, Stalin’in Troçki, Buharin, Zinvovyev, Kamenev vb taraftarı muhalifleri, sırf farklı görüş ve politika önerileri oılduğu için, yabancı casus örgütlerine hizmet, partiyi ve Sovyet devletini yıkmak, yabancı işgal ve istilânın zeminini hazırlamak, kapitalist köleliği geri getirmek gibi düzmece gerekçelerle suçlanıp, “Aslında bir sinek kadar bile güçlü olmayan bu Beyaz Muhafız cüceler… Beyaz Muhafız haşerat… aşağılık faşist uşakları… caniler…” gibi sıfatlarla aşağılanıyordu. Bu dil, iktidar ile muhalefet, itaat cenneti ile itiraz cehennemi arasında, hiçbir orta zemine olanak bırakmayan bir gerilim ve kutuplaşmayı diri tutmayı amaçlıyordu.
* * *
“Dillerini kopartırız” ifadesini şahsen ben işte bu bağlamda ilginç ve orijinal buluyorum. Tarihçiler titiz ve dikkatli insanlardır. Nitelemelerinde aşırıya kaçmamaya çalışırlar. Bildikleri kadar konuşurlar. Belgeleri kadar konuşurlar. Nüansları gözetirler. Öyle öğreniriz. Öyle öğretiriz. En azından, buna gayret ederiz.
Gene de, bütün bu ihtiyat paylarıyla birlikte, elbette şurada burada görmediğim literatür örnekleri olabilir, dolayısıyla kuşkusuz yanlışlanabilirim ama, tamamen bilimsel gözlem ve bibliyografya taraması ölçüleri içinde ve şu an itibariyle… “dillerini kopartırız” ifadesinin bu alandaki insanlık birikimine yeni ve benzersiz bir katkı olduğunu söyleyebilirim.