YÖK Başkanı 2010 yılından itibaren fizik, kimya, biyoloji ve matematik programlarına her yıl bir önceki yıl yerleşen sayısından daha düşük kontenjan verildiğini fakat bu tedbirin işe yaramadığını ve düşürülen kontenjana rağmen, boş kontenjanların yine de dolmadığını söyledi. Bu durumda işlevini yitirmekte olan temel bilimlerin kapatılmasını önerdi. Ancak bu, çözüm olabilir mi?
Esasında konu yine yumurta-tavuk ilişkisine geliyor. MEB mi, YÖK’e yetersiz öğrenci göndermekte; yoksa YÖK mü MEB’e yeterli yetişmiş eğitimci gönderme konusunda aksaklık veya yetersizlik yaşamaktadır? Nedir meselenin aslı?
Milli eğitim, eğitim politikasını değiştirmedikçe, sürekli çatıda tadilat yapmaya devam edeceğiz. Sorun çıktıkça, fazlalıkları bastırmaya, eksiklikleri doldurmaya, etkin kılamadığımızı kapatma yoluna gidiyoruz. Öte yandan YÖK de nitelik konusunda mesafe almadıkça, tabandaki sorunları bir türlü çözemeyeceğiz.
Dahası Türk eğitim sisteminde, bütünlük arayışı kaybedilmiş durumdadır. Mesela fizik ile metafizik yani felsefe birbirinden kopuk okunduğu sürece, fizik bölümü boşlukta, felsefe ise gereksiz görülmeye devam edilecektir. Aristoteles metafizik kitabında anlattığı metafiziğin, aslında bir tür ilahiyat (Yunan teolojisi) dahası bir çeşit de fizik olduğunu beyan etmişti. Çünkü bu disiplinler, aynı panoramanın farklı perspektiflerden izah edilmesi değil de nedir?
Biz öğrencimizi, sayısalcı ve sözelci olarak öyle kesin hatlarla ayırdık ki, yeniden irtibata geçebilmesi neredeyse köklü değişimleri istemektedir.
Bu atomize etme, yani parçalama stratejimiz üzerine gidecek olursak, “bir dokun bin ah işit” misali farklı sesler çıkacaktır. Başarılı bir felsefeci, matematik bilmezse, acaba nasıl sembolik mantığa nüfuz edecektir? Felsefenin ev sahibi Yunanlılar ise, Platon, “geometri bilmeyenin akademiye giremeyeceğini söylemesi tam olarak da bunu gösterir.” Mantık bilmeyenin ilminden şüphe edilir diyen algı da, sanki aynı istikamete işaret etmektedir.
Bizim ülkemize bakılırsa, çözüm çoktan hazırdır. İşte sırf bu nedenlerden dolayı, üniversiteleri sosyal bilimciler değil, tıpçılar ve fen bilimciler yönetti. Oysa işin başında, muhakemenin gerekli olduğu bir sosyal bilim projesi olsaydı, bu kadar fazla sorun yumağına mecbur olmazdık. İnsan sermayesinde de kayıp vermezdik. Sanki “aklı basmayanlar, sosyal bilime gitsin” der gibi bir eda, hayatı ıskalamaktan başka bir şey değildir.
YÖK başkanı da şimdilerde temel bilimlere gerek yok derken, sarkacın diğer yanına kayıyoruz. Zaten sarkacın bir ucundan diğerine savrulma sahnesini gösterime sunduğumuzdan beri, bir türlü belimiz doğrulmadı, bu akılla da doğrulacağı da yok gibi.
Toplum mühendisliğinden bahsediyorsak, geleceği görebilmek için ufuk daralması yaşıyorsak, elbette sermayeden, dahası sosyal ve insan sermayesinden yitirmeye devam edeceğiz.
İyi bir ziraat mühendisi, Yaşar Kemal’in doğa anlatısını okusa, acaba ne kaybeder? Toroslar’ın kekiğini bütün kıvamıyla veren bir anlatı, belki onu, bu bitkiyi araştırmaya yönlendirecektir. Asıl odaklandığımız uzmanlık alanlarındaki, yeni büyümeler, çoğu zaman başka hatta ilgisi olmayan yerlerdeki çağrışımlarla kazanılmaz mı? Bu zevkin verilebilmesi için, işin başında rafine zevklerle de tanıştırmak gerekecek öğrencileri.
Deneyimli bir beyin cerrahının anekdotu, sanki bize önemli şeyler söylemektedir. “Ben beyin ameliyatını sezgilerimle, müziğin bende yarattığı perde aralıklarıyla ve ritimle yapıyorum. Anatomi bilgisi sadece işin teknik boyutunu vermektedir, derinliği hayattaki karelerin toplamı öğretti.” Belki de bu bütünlüğü veren, bütüne odaklı bireyler, dahası kendi olabilen fertler yetiştirmeye mecburuz.
Kişilerin kendi olmalarının önünü açan programlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Biz daha çok, itibar ve para odaklı meslekleri yüceltip, yetenek ve mizacın verimlilik ve mutluluktaki önemini görmezden geliyoruz; hatta elimizde olmadan kaçırıyoruz. Dolayısıyla bizim eğitim sistemimiz, meslekleri ve eğitimi, mizaca göre değil, adeta yetenek tırpanlamak ve (insani) sermayeden çalmak üzerine kurmuştur. İç çocuğumuzu ya da çocuksu yanımızı yok sayan bir sistem ise James’i haklı çıkarmaktadır. W. James’ın ifadesiyle, çocukluğumuzu kaybettiğimiz için mutsuz oluyoruz.
İşin aslı, temel bilimler sadece bir branş olarak değil, bütün bilimler için temel teşkil etmelidir. Eğer bunu ilköğretimde başaramazsak, sözde çözüm arayışlarıyla çok zaman kaybederiz. Hatta bilim adamını, temel bilimlerde yetiştiremezsek, ithal yollara mı müracaat edeceğiz?
Her şeyden önce sınav odaklı sistemin sorgulaması gerekmektedir. Üniversite öğrencileriyle hasbihâl sırasında, sorulan bir soru: “Üniversite, en kısa anlatımla size ne kazandırdı?”…Öğrenci basit ama önemli bir cümle kurdu: “YGS’de paragraf sorularını anlamıyordum anlamadığım için zaman yetmiyordu, şimdi çok kolay anlamaya başladım.”
Test odaklı bir sistem, anlamayı tatile çıkardı. Tatildeki anlama ise, bizim mekanikleşmemize ve robotlaşmamıza neden oldu.
Kısacası problemlerle çözüm bulmak yerine, görmezden gelmek veya yok saymak, sadece sorundan kaçmak anlamına gelecektir. Bu da sadece bir sistem sorunu değil, “yarınlar”dan çalmak demektir.