Ana SayfaYazarlarYörünge dergisiyle sohbetler (1) Batı sorunu: tarihsel arkaplan

Yörünge dergisiyle sohbetler (1) Batı sorunu: tarihsel arkaplan

 

“Batı dünyasında bir vizyon ve liderlik krizi var”

 

Günümüzde dünya yoğun bir kriz sürecinde. Bu hali oluşturan, bir yanda Batının krizi, diğer yanda ise modern dünya sistemi içinde yer alan diğer ülkelerde patlak veren tekil, tikel krizler (ki bunlar da belki bir noktada küreselleşmenin, dolayısıyla son tahlilde Batının yol açtığı krizler gibi düşünülebilir). Öyle veya böyle; insanlığın bugün yaşadıklarına getiren sürecin tarihsel arka planında neler var?

 

İlk olarak altını çizmek istediğim husus; bu dar anlamda bir siyaset meselesi de değil, dar anlamda bir medeniyetler meselesi de değil. Dinler, medeniyetler, siyasal formasyonlar (devlet veya imparatorluklar)… Hepsi bir arada ve bu kademeler arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusu. Hem birlikte düşünmek, hem de ayrıştırabilmek lâzım.

 

Kabaca bundan 500 yıl kadar önce, Batı diye bir şeyin ortaya çıkması ve giderek dünyanın diğer bölgelerinden, diğer uygarlıklarından, diğer kültür dairelerinden üstün bir konuma yükselmesi diye bir süreç yaşanmaya başladı. Belki 1450'lere, 15. yüzyılın ortalarına kadar yatay bir dünyadan söz edebiliriz. Derken o yatay dünya giderek dikey bir dünyaya dönüştü. Yatay bir dünya derken, şöyle bir şey kastediyorum; modernite öncesinde, yeryüzünün çeşitli köşelerinde belirli ekolojik nişlere oturan bazı kültür ve uygarlık daireleri söz konusuydu. Uzakdoğu’da (veya Doğu Asya’da) Çin, Japonya, Kore; Güneydoğu Asya (Hindiçini); Güney Asya (Hindistan ve Hint Okyanusu); İslâmiyet öncesi Ortadoğu ve 7. yüzyıldan başlayarak İslâmî Ortadoğu; Hıristiyanlıkla yoğrulmuş bir Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupa uygarlığı; Batı Afrika krallıkları; o sırada “Eski Dünya”da (Avrasya topraklarında) yaşayan kimsenin varlığından haberdar olmadığı, İnkalar, Mayalar, Aztekler gibi Orta Amerika (Mezoamerika) uygarlıkları… Bu yatay dünyanın özelliği şuydu: her bir kültür dairesi kendi eko-kültürel ortamında vücut buluyordu. Diğerleriyle teması sıfır değildi; birbirlerinin farkındaydılar yani. Faraza Marco Polo Venedik’ten kalkıp Çin’e gitmişti ailesiyle birlikte; ya da Endonezya'dan baharat yüklü gemiler yola çıkıp Hindistan’a uğruyor ve oradan Kızıldeniz’e giriyor, Süveyş'e, İskenderiye'ye kadar çıkıyorlardı. Kristof Kolomb yola çıktığında Çin’in üç aşağı beş yukarı nerede olduğunu biliyordu. Bilmediği bir şeyler vardı; ama “batıya yelken açarsam Dünya yuvarlak olduğundan dönüp dolaşıp Çin’e gelirim” varsayımı hiç de hatâlı bir varsayım değildi aslında. Kaldı ki bazıları birbirleriyle daha da yakın temas içindeydi — Haçlı Seferleri, ya da gene Ortadoğu İslam uygarlığı matrisinden yükselen Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa'nın ilişkileri gibi. Fakat birbirlerinin varlığını hayatî ve tâyin edici bir şekilde etkilemiyor veya tehdit etmiyorlardı. Şöyle basit bir test yapabiliriz; hangisi en güçlüydü diye sorsak, doğru cevabı sadece her birinin kendi köşesinde en güçlü olduğu olabilir. Hayalî bir güç egzersizinde, Hıristiyan Avrupa Ortaçağ uygarlığı ile Çin’i veya Hindistan’ı dövüştürüp hangisi üstün gelecek diye bakmak mümkün değildir. Her birinin bir efektif eylem yarıçapı vardı; örneğin Osmanlının efektif eylem yarıçapı batıda Budapeşte’ye ve doğuda batı İran'a kadar uzanıyor, daha ötesine geçemiyordu. Dolayısıyla sorunun doğru cevabı şu oluyor; her biri kendi nişinde, kendi efektif eylem yarıçapı içinde “en güçlü”ydü. Bu anlamda dünya, yatay bir çizgi üzerinde aralıklı olarak yer alan ve herhangi biri diğerlerinden daha yukarıda olmayan yanyana kubbeler ya da yarım kürelerden oluşuyordu.

 

1450-1500 dolaylarından itibaren yeni ve farklı bir şey olmaya başladı. Modernite öncesinin bu büyük yerel uygarlıklardan biri ve sadece biri, diğerlerin üzerinde yükselişe geçti. Diğerlerini adım adım kendi yörüngesine aldı, kendi etekleri etrafında topladı. Tabii bu, dört beş yüzyıllık bir süreç. Küçük küçük ve birbirinden bağımsız tepeciklerin yerine bir büyük dağ oluştu ve diğerleri ona eklemlendiler; onun yamaçlarına yapıştırıldılar âdetâ. Batı diye yükselen o büyük dağın yörüngesine girdiler, eteklerine dönüştüler de diyebiliriz. Önce bir Avrupa merkezli deniz imparatorlukları aşaması yaşandı; Kristof Kolomblar, Macellanlar, Amerigo Vespucciler, İspanyol conquistador’ları (fetih taşaronları)… İlk olarak Atlantik’in, arkasından Pasifik’in keşfi ve fethiyle, İspanya ve Portekiz, derken İngiltere, Hollanda ve Fransa deniz imparatorlukları kurulmaya başladı. Bu safha, bu ilk atılım 150 yıl kadar sürdü, 1500-1650 arasında. Ancak adım adım ilk hızını, momentumunu kaybetti. Çünkü dünyanın o teknolojiyle, o çağın ağızdan dolma ateşli silahları ve ahşap yelkenli gemileriyle ele geçirilebilecek kadarını ele geçirdi Batılılar. 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılda bu büyük Avrupa-merkezli denizaşırı sömürge imparatorlukları bir parça yerinde saydı. Derken 19. yüzyıl sonlarında yeni bir sıçrama yaptılar, 1870’lerden itibaren. Buna Yeni Emperyalizm Çağı ya da Modern Emperyalizm Çağı diyoruz. Sanayi Devrimi teknolojisi sayesinde yeni bir dizi imparatorluk araç gereci geldi; arkadan (mekanizmadan) dolma ateşli silahlar, uzun menzilli ve patlayıcı konik mermi atan toplar, buhar makinesiyle donatılmış çelik gövdeli savaş gemileri, makineli tüfekler, tıbbın yeni olanakları, demiryolları, telsiz, telgraf vesaire. Özetle, bütün bir buhar ve çelik uygarlığı. Bu da yeni bir patlamaya yol açtı. 1870-1914 arası, aslında Batı ile dünyanın kalanı  (the West and the Rest)  arasındaki kuvvet eşitsizliğinin doruğu oldu; uçurum en fazla orada açıldı. Nitekim yeryüzünün Avrupalı devletler tarafından elkonmuş, mülk edinilmiş alanı 1800'de yüzde 39 dolayından 1900'de yüzde 80'in üzerine sıçradı. Şöyle de diyebiliriz; yeryüzünde paylaşılmamış, sahipsiz toprak kalmadı. En ücra Polinezya adasına kadar her yerin artık çok muhtemelen Avrupalı bir sahibi, bir maliki vardı. Dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlandı. Ama artık o dönemden çok farklı bir durumdayız.

 

Sömürge döneminin bitmesi, Batının hakimiyetinin bittiğini göstermiyor ama, öyle değil mi?

 

Birinci söylememiz gereken şey şu; Batı ile Batı dışı arasındaki dengesizlik o zaman doruklarındaydı. O zamandan bu yana dünyanın geri kalanı, çeşitli anlamlarda yetişmeye ve arayı kapamaya devam ediyor. İktisatçılara, global ekonomi-politik ile uğraşanlara sorarsanız, ara kapanmıyor diyeceklerdir. Dar anlamda, kişi başına milli gelir gibi ölçülere bakarak… Bu anlamda kapanmadığı doğrudur, hattâ açılıyor bile denebilir. En zengin ülkelerle diğerleri arasındaki fark açıldığı gibi, bu zengin ülkeler içinde belki yüzde 1'i oluşturup inanılmaz bir lüks ve refah içinde yaşayan o çok küçük mutlu azınlık ile toplumun geri kalanı arasındaki uçurum da açılıyor. Ancak bütün hikâye bundan ibaret değil. Çünkü iktisadi eşitsizlik artıyor ama ikisi de gelişmeye devam ederken artıyor. Batı dışı ülkeler bugün asla 1900'lü yıllarda, Birinci. Dünya Savaşı öncesindeki durumda değiller. Paradoksal gelebilir ama, sömürgecilik koşullarında ve sömürgecilik yüzünden de geliştiler. Bir sömürge yönetiminin, yönettiği kolonyal toprakları tamamen aç bırakması ve hiç geliştirmemesi söz konusu değil. Kendi çıkarları gereği oraya yol yapmak, demiryolu döşemek, telefon hatları çekmek, okullar açmak ve yerli nüfusu eğitmek zorunda. Yeryüzünde hiçbir emperyalizm yoktur ki, sömürgelerini sırf kendi öz gücüyle yönetsin. Yerli halkın işbirliği olmadan asla bir imparatorluk yönetilemez. İngilizlerin Hindistan ordusunun, Army of India’nın ezici çoğunluğu Hintli askerlerden oluşuyordu. Yanlarında belki onda bir oranında elit İngiliz ve İrlanda alayları da vardı, her ihtimale karşı. Ayrıca subaylar toptan İngilizdi, ama erlerin ezici çoğunluğu Farsça sipah sözcüğünden bozma sepoy denilen Hintli askerlerden oluşuyordu. İmparatorlukların paradoksu şudur; bizatihî elinde tutabilmek, yönetebilmek ve sömürebilmek uğruna altyapı kurmak, okullar açmak, eğitmek ve geliştirmek zorundadır — ama o halk, o toplum gün gelir ayaklanır emperyal güce karşı. Bunu da, sömürgecilerin yetiştirdiği ve geliştirdiği kendi seçkinleri aracılığıyla yapar. Roma bunu Germenlerle yaşadı kendi tarihinde. 19.-20. yüzyılların büyük Avrupa imparatorlukları da bunu yönettikleri sömürge halklarıyla yaşadılar. Sömürge ülkelerin bağımsızlık, milli kurtuluş mücadeleleri tarihine bakın; bu mücadeleleri hiç eğitimsiz, okuma yazma dahi bilmeyen, toplumun en altından gelen insanlar önderlik etmedi. İngilizlerin, Afrika’da ve Hindistan’da Fransızların Vietnam'da kurduğu okullardan yetişip yükselen; yani bir şekilde Batı aracılığıyla Batı medeniyetini öğrenmiş, coğrafya öğrenmiş, tarih, ekonomi, hukuk öğrenmiş yerli elitler önderlik etti. Bu da bir başka şekliydi, kendi mezar kazıcılarını yaratmanın.

 

Özellikle 1945'ten, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra muazzam bir dekolonizasyon (sömürgesizleşme) dalgası patlak verdi. Basit endeks şudur: savaş sonrasının temellerinin atıldığı San Francisco Konferansı’na ve sonrasında Birleşmiş Milletlerin kuruluşuna katılan bağımsız ülke sayısı 50 kadardı. Bugün ise yaklaşık 200 ülke Birleşmiş Milletlere üye. Aradaki bu 150 yeni ülke nereden geldi? Sömürge imparatorlukların dağılmasından. O 150 kadar ülkenin 1945'te nerede olduğuna baktığımızda, büyük kısmının ya İngiliz ya Fransız ya İspanyol veya Portekiz sömürge imparatorluklarının içinde saklandığını görürüz. Bunlar bağımsızlıklarına kavuştular; bu önemli bir sıçramaydı. Ama (her şey göreli) bugünkü durumlarına kıyasla güçsüz ve cılızdılar. Ekonomik bakımdan, teknolojik bakımdan güçsüz ve cılızdılar; ama en önemlisi, devlet örgütlenmesi ve devlet yönetmeyi bilmek bakımından güçsüz ve cılızdılar. Sömürgelikten yeni kurtulmuş birçok Afrika veya Ortadoğu ülkesi, devlet aygıtı, bürokrasisi, ordusu, kendi iç kodları, davranış biçimleri, direnme kapasitesi, milliyetçiliği, kendi ülkesine sadakat bilinci ve düzeyi bakımından çok kötü durumdaydı. Dolayısıyla bu cılız ve güçsüz devletlerin bir kısmı yeniden işgal edilebiliyor veya ordularının ve bürokrasilerinin bir kısmı bazı Batılı ülkeler tarafından satın alınabiliyor, ele geçirilebiliyordu. Yönetim hoşlanmadıkları bir mecraya girdiğinde, darbeyle devrilmesi nisbeten kolay oluyordu…

 

1950’lerde, 60’larda, 70’lerde Afrika’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da gerçekleştirilen askeri darbelere bakın. Ortadoğu'dakilerin çok büyük kısmını Sovyetler Birliği’ne yakın Nasırcılar veya Baasçılar gibi subay ve bürokratlar yaptı. Latin Amerika’dakilerin çoğunu komünizme karşı mücadele gerekçesiyle Amerika’ya yakın kesimler gerçekleştirdi. Afrika karışıktı, her ikisi de vardı. Gene Amerika, 1950’lerde Guatemala’da Arbenz yönetimini çok kolay devirdi. Aynı yıllarda İran’da, İran petrollerinin millîleştirilmesini isteyen Başbakan Musaddık’ı çok kolay devirdi. Âdetâ fiske vurunca gidiyorlardı.

 

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen elli altmış yıl boyunca, evet, belki kişi başına düşen milli gelir farkı kapanmadı ama, Batı ilerlerken bağımsızlığına yeni kavuşan bu ülkeler de o kadar ilerledi ki, kolay kolay millî gelir istatistiklerine dökülemeyecek bir durum oluştu. Bunların devlet yapılanmaları, örgütlenmeleri, direnme kapasiteleri, asabiyye’leri, şu veya bu programın, projenin, siyasetin dışardan empoze edilmesine ve bu suretle hizaya sokulmaya karşı koym olanakları çok arttı. Tabii bu arada Sovyetler Birliği çöktü, Sovyetlerin mirasçısı olarak Rusya bir süre çok geride ve zayıf konumda kaldı. Çin ise Mao’nun ölümünden sonra henüz çok gelişmemişti 1980’lerde. Böylece Amerika Soğuk Savaşın bitiminde bir ara tek süper devlet kaldı. Bu koşullarda dahi, aslında 20. yüzyılın son yirmi yılı itibariyle Batı ile dünyanın kalanı, daha özel olarak Amerika ile dünyanın kalanı arasındaki kuvvet dengesi ciddi ölçüde değişmişti. ABD (ya da Batı emperyalizmi dediğimiz şey), eskisi gibi her yerde her istediğini yaptıracak, bir düdük öttürdüğünde herkesi hizaya sokacak durumda değildi.

 

Bakın bugünkü dünyaya; ülkeler bazında İran Amerika'ya meydan okuyor, Kuzey Kore Amerika'ya meydan okuyor. Herhangi bir değer yargısında bulunuyorum. İyi veya kötü demiyorum; çünkü Batı’ya veya Amerika’ya meydan okuyan her şeyi iyi sanmak ve saymak gibi bir tehlike de söz konusu. Kusura bakmayın ama Batı’ya meydan okuyorlar diye Kuzey Kore’yi, İran’ı veya DAEŞ'i iyi sayacak değilim. Filipinler de Amerika’ya meydan okuyor ama Duterte gibi bir katilin yönetiminde. Yeryüzünde selefi veya cihatçı diyebileceğimiz İslâmî örgütler var; bunlar da savaşıyor (veya direniyor) Amerika’ya karşı. Afganistan’da Pakistan’da, Irak ve Suriye’de bu savaşlar sürüyor. DAEŞ, Boko Haram, El Nusra, El Kaide bunlardan sadece bazıları. Avrupa da Amerika'ya karşı direniyor şu veya bu ölçüde, özellikle Trump seçildikten sonra. Angela Merkel’in Trump’tan nefret ettiği çok açık. Trump'ın ilk ve şimdilik son Avrupa gezisi, Avrupa ile ilişkilerinde bir felâkete yol açtı. Merkel artık kendi başımızın çaresine bakmalıyız dedi; Fransa cumhurbaşkanı Macron, Trump’ın elini çok sert sıkmasıyla kuvvet gösterisi yaptığını, mesaj verdiğini açıkça söyledi. Böyle şeyler daha önce hiç yoktu. Denebilir ki Trump bir ölçüde Avrupa'nın maskarası oldu. Tekrar belirteyim; bunları bir değer yargısı atfetmeksizin, meydan okuyuşun ne boyutlara ulaştığına ve Amerika'nın neleri yapamadığına örnek olarak söylüyorum. Kuzey Kore yönetimini deviremiyor, İran yönetimini deviremiyor, Ortadoğu’nun durumu felâket, Irak ve Suriye'yi düzene sokamıyor. Eskiden İngiliz veya Fransız emperyalizmi ya da ABD bu kadar uğraşmazdı, yıllar boyu sonu gelmeyen çatışmalarla. Ama siyasi tecrübe birikimi ve devlet örgütlenmesinin gelişmesi işi bu noktaya getirdi. Teknolojinin ve belirli bir silahlanma kapasitesinin de payı var kuşkusuz. İran ve Kuzey Kore, bir bütün olarak Amerika’dan çok geri de olsalar, bir şekilde nükleer silah yapmayı veya yapacak yola girmeyi başarmış bulunuyor. Daha önce Hindistan ve Pakistan da katılmıştı, nükleer ülkeler arasına. Gene Kuzey Kore gibi bir ülke, menzilleri giderek uzayan kıtalararası balistik füzeler (ICBM’ler) yapabiliyor. Ve iddia ediyor ki, bunlara hidrojen bombası yerleştirerek Amerika’nın en azından bazı bölgelerini vurabilirim. Bunu tasvip edip etmemek bir yana; böyle yeni kuvvet dengeleri doğmuş bulunuyor.

 

Bugün Türkiye’nin Batı ve özellikle ABD karşısındaki duruşunu da bu çerçeveye yerleştirmek gerekir. Bu da aynı gelişmenin bir parçası. Meydan okuyorum diye meydan okumuyor Türkiye; diğerleri gibi değil. Kılıç şakırdatmıyor, ama Amerika'nın birçok isteğini kabul etmemekte de direniyor pekâlâ. Doğru veya yanlış; bu kapasiteye sahip olduğunu ortaya koyuyor.

 

Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanma ve sürdürmelerinde, bürokrasinin ve sair devlet kurumlarının güçlenmesinin öneminden bahsettiniz. Tersini düşündüğümüzde, Türkiye’nin sömürge olmamasını güçlü devlet yapısına bağlayabilir miyiz?

 

Onu da entegre etmek lâzım (ve edebiliriz) bu argümana. Türkiye her zaman mutlak bir istisna değilse de göreli bir istisnaydı. Evet, Türkiye ve diğer bazı ülkeler hiç sömürge olmadı. Yeryüzünde böyle üç dört ülke var: Osmanlı İmparatorluğu, Çin, İran ve (Afrika’da) eski adıyla Habeşistan, bugünkü adıyla Etiyopya… Bunlar modernite öncesinin büyük ve güçlü tarım toplumları ve devletleriydi. Kapitalizm öncesinin ölçüleri içinde, görece güçlü bürokrasileri, organize ve hattâ yer yer ateşli silâhlarla donatılmış orduları, (en azından Osmanlı ve İran örneklerinde) toplumu bir arada tutan ve ideolojik direnci arttıran (Hıristiyanlığa alternatif) tektanrıcı inanç sistemleri vardı. Sonuçta, geçmiş yüzyıllarda bu sayede kazanılmış geniş toprakların üzerinde oturuyorlardı. Öyle ki, şu veya bu modern Avrupa ülkesi tarafından bir çırpıda yutulmaları olanaksızdı. Tersine, âdetâ bir artçı savaşı veriyor; geçmişte fethettikleri yerleri azar azar yitirirken aynı zamanda Büyük Devletleri oyalıyor ve zaman kazanıyorlardı. Osmanlılar Tanzimat reformlarından önce de bu sayede ayakta kaldılar ve gene bu sayede kendilerini modernleştirecek bir zaman aralığını yakaladılar. 20. yüzyıla sömürgeleştirilmeden gelmeyi başardılar. Sonra da çeşitli hamleler yaşayarak modernleşmeyi sürdürdüler; hiçbir zaman sömürge egemenliğine girmediler. Türkiye’de önce bir Jön Türk devrimi ve sonra Kemalist devrim; Çin’de önce Sun Yatsen’in cumhuriyet devrimi ve arkasından Komünist Partisi'nin 1949’da iktidarı ele geçirmesi; İran’da çeşitli askeri modernist darbeler birbirini izledi.

 

Dolayısıyla evet, Türkiye’nin bir özelliği, sömürge olmaması ve (1945 sonrasında) bir millî kurtuluş savaşıyla sömürgelikten kurtulmayı yaşamaması. Esasen millî kurtuluş savaşı veya ulusal kurtuluş savaşı’ deyimleri bu yüzden yanlıştır Türkiye için. Zamanında kullanılan Milli Mücadele deyimi en doğrusudur; İstiklal Harbi deyimi de sonradan çıkmakla birlikte doğru sayılır. Çünkü her ikisi, varolan bir bağımsızlığı, Osmanlının zaten var olan bağımsızlığını belki yok olma noktasındayken kurtarmayı, yeniden tanımlamayı ve konsolide etmeyi yansıtır. Madalyonun diğer yüzünde, söz konusu Millî Mücadelenin ve Kemalist devrimin 1945 sonrasında değil 20. yüzyılın başında meydana gelmesi yatar. Bu “erken”lik, “hızlı”lık ve “kısa sürelilik” ile de elele gider. Sömürgelikten kurtulmaya çalışan ülkelerin bağımsızlık mücadelelerinde, gerilla savaşından düzenli ordu aşamasına geçilmesi bile uzun yıllar alırken, Türkiye’nin milli mücadelesinin askerî aşamasının tamamı sadece üç yıl dört aydır; bunun içinde yerel ve düzensiz savaş (Kuvayı Milliye) aşaması ise çok daha kısadır, en çok bir yıldan ibarettir. Osmanlının bağrından doğmakta olan yeni Türkiye, 19. yüzyıl Tanzimat reformlarının mirası sayesinde bu süreci çok hızlı yaşayabildi. Batı tarzı en iyi askerî okullarda okumuş, Avrupa’daki çeşitli askerî manevralara katılmış, ataşemiliterliklerde bulunmuş, büyük ve modern düzenli orduların nasıl örgütleneceğini, sevk ve idare edileceğini bilen, bunu Balkan’da ve Birinci Dünya Savaşı’nda yaşamış profesyonel bir subay kadrosu söz konusuydu. Ezcümle, Mustafa Kemal’ın çok iyi bir komutan olmasının bütün kurumsal ve kültürel matrisi mevcuttu. Düzenli ordu savaşı nedir, strateji ve taktik nedir çok iyi biliyordu, çünkü Osmanlının sömürgeleşme geleceğinden çalmayı başardığı 19. yüzyıl modernleşme lâhzasında bunun eğitimini görnuş bulunuyordu. 

 

Özetle, Osmanlı-Türkiye devleti ve bürokrasisi Üçüncü Dünya dediğimiz ülkelere göre her zaman daha güçlüydü. Yeni oluşan ulus-devlete ciddî bir ideolojik sadakat da söz konusuydu. Fakat bütün bunlar, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen yeni güç ilişkileri çerçevesinde Türkiye’nin de Amerikan nüfuz alanına girmesini, Türk ordusu ve bürokrasisi ile Amerika’nın çok içli dışlı olmasını, bu meyanda Türkiye’de dönem dönem askerî darbeler meydana gelmesini engelleyemedi. Belki bu askeri darbelere doğrudan doğruya Amerika tarafından planlandı ve tezgahlandı diyemeyiz. Ama bu darbelerin, hele son ikisinin Amerika’da hüsn-ü kabul gördüğü de kesin. Bir de işin bu boyutu var.

 

Peki, neden engel olamadı?

 

Devlet yapısının güçlü ya da zayıf olması ile ilgili bir durum değil. 1945 sonrasında Soğuk Savaş, NATO üyeliği, Sovyetler Birliği’ne ve Varşova Paktı’na karşı (Yunanistan’la birlikte) NATO’nun güneydoğu kanadını korumak gibi yeni bir uluslararası çerçevede, Türkiye’nin Amerikan nüfuzu altına girmesi; NATO ile, Amerikan askerî teşkilâtı ve istihbarat örgütleriyle çok içli dışlı olmasının bir sonucu. Öyle ki, Türk ordusu ve istihbaratında Amerika’nın haberi ve bilgisi dışında herhngi bir şey olması imkânsız değilse bile çok zor hale geldi.

 

Amerika ile yaşanan şu son vize krizine gelinceye kadar, Batılı Büyük Devletler 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında Osmanlıya, 1945’ten beri de özellikle ABD Türkiye’ye hiç mi eşitsiz, üsttenci, baskıcı dayatmalarda bulunmadı? Navarin Baskını, Tersane Konferansı, Düyun-u Umumiye, Şark Meselesi, “Avrupa’nın Hasta Adamı” metaforu, İtalya’nın Libya’yı işgali, Mondros, Sevr, Kore Savaşı, Johnson Mektubu, Kıbrıs ambargosu, gene ABD’nin 1960, 1971 ve/ya 1980 darbeleriyle mevhum ama muhtemel ilişkisi… AK Parti’nin ilk seçim zaferini kazandığı 2002'den bu yana, periferiden gelen bu partiye hep şüpheyle, en azından örtük bir bir İslamafobi ile bakmış olması; evcil ve kullanışlı bir İslâm olup olmayacaklarını tartarken bile, AK Parti’ye karşı esas umutlarını çok uzun bir süre askerî-bürokratik vesayet rejimine bağlamaları; 15 Temmuz darbesi karşısında takındıkları — en hafif deyimiyle — ikircikli tavır…  Türkiye bu emperyal nobranlıkla ilk defa karşılaşıyor değil. Bunun bir evveliyatı var. Bir zamanlar Sol bunları çok iyi bilirdi. Nedense şimdi eşitsizliğe ve hegemonyacılığa karşı duruşu unutmuşa benziyorlar.

 

Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından, dünya güç dengelerinde başka ne gibi değişimler yaşandı?

 

Başka süreçler de dünyanın değişimine işaret ediyor; örneğin muazzam bir göç dalgası söz konusu. İnsanlar tarihte her zaman yer değiştirmiştir, ama 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başlarında bunlar çok kitlesel bir hal almış bulunuyor. Bu da 19. yüzyıl sonu Yeni Emperyalizminin bir diğer dolaylı sonucu aslında. Mesela İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın eski sömürgelerinden Hintliler, Afganlar, Pakistanlılar, Endonezyalılar, Karayipliler; Fransa’nın Kuzey Afrika sömürgelerinden milyonlarca Cezayirli, Faslı, Tunuslu, eskiden imparatorluğun bir parçası olmuş olmanın beraberinde getirdiği hakları kullanarak Avrupa gelip bu ülkelerde yaşıyor. Değişim belki en çarpıcı biçimde sporda gözleniyor. 1978’de Nottingham Forest’ın siyahî savunmacısı Vivian Anderson’ın ilk 11’e girmesine kadar, bembeyazdı İngiltere millî takımı. Bir de şimdi bakın; ne görüyorsunuz? Aynı şekilde, Fransa ve Hollanda milli futbol veya atletizm takımlarında beyaz az kaldı denebilir. Eskiden tipik Fransız belirli bir şekilde giyinirdi, beyazdı, Katolikti, şöyle iyi bir Fransızca konuşurdu. Şimdi ise bu gibi sınır ve şablonların çözüldüğü bir dünyada yaşıyoruz.

 

Siyasi ve sosyo-kültürel planlardaki bu değişimler, düşünsel plana, entellektüel plana, bilim planına ve akademik alana da yansıyor. Bir zamanlar Batının (the West) dünyanın kalanı (the Rest) üzerinde yükselişi, giderek derinleşen bir düşünsel, bilimsel ve akademik hegemonyayla da elele gitmişti. Modern bilimin, dünyanın kalanının önüne geçmeyi başaran Batıda geliştiği bir gerçek. Arkasından doğa bilimlerindeki bu gelişme sosyal bilimlerin oluşumuna da yansıdı. Doğa bilimleri sınıf-nötrdür, kültür-nötrdür, ideoloji-nötrdür. Ama insan ve toplum bilimleri nötr değildir; çok daha yüksek bir sübjektivite payını içerir. Nitekim bu sosyal bilimlerin oluşumuna Avrupa-merkezci bakış kuvvetle yansıdı. Öncelikle tarih ve arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, felsefe gibi alanların dokusunu doğrudan doğruya belirledi. Ama belki en fazla tarihi belirledi. Kabaca üçe böldü dünyayı Avrupa-merkezcilik: tepede veya en içerde, Hegel’in deyimiyle “tarihsel uluslar”; en dışarıda “ilkeller” veya “tarihsiz halklar”; arada ise ikinci kuşak – İslâm âlemi, Çin, Hindistan, İran ve tabii Osmnlılar gibi – “yüksek [ama Batı kadar yüksek olmayan] uygarlıklar.” Bu tasnif hakkında üç şey söylemek istiyorum. (1) Sadece birinci kuşağa, çekirdeğe ait olan kurumlar, pratikler ve kültür öğeleri (özeyle, Batı medeniyeti) norm/al kabul ediliyor, diğerleri ise derece derece bu normaliteden sapma gibi görülüyor, geri veya anormal sayılıyordu. (2) Asıl sosyal bilimler (Tarih, Ekonomi, Sosyoloji, Siyaset Bilimi) gene sırf birinci kuşağın normları ve normalitesine eğiliyor; ikinci kuşağı Şarkiyata (Oriental Studies) ve üçüncü kuşğı da Antropolojiye (19. yüzyıl koşullarında, çoğu zaman Fiziksel Antropolojiye ve dolayısıyla ırkçılığa) terkediyordu. (3) Bu ayırım çok derin siyasî çıkarsma ve uygulamalarla da elele gitmekteydi. Eğer üçüncü kuşaktaki “ilkel” veya “tarihsiz” toplumlardansanız, bu, sömürge olmaya müstahaksınız demekti. Birinci kuşak cennet, üçüncü kuşak cehennem, ve aradaki ikinci kuşak da âraf gibiydi. âraftaysanız cennete de yükselebilirdiniz, cehenneme de düşebilirdiniz; yani ikinci ligde oynamak gibi, terfi de mümkündü (promotion), küme düşmek de (relegation). Problem şu ki, küme düştüğünüzde sömürgeleştirilmek için meşru av (fair game) oluyordunuz.

 

19. yüzyılda Osmanlılar ârafta yani bıçak sırtında olduklarının son derece farkındaydılar ve yaptıkları her şeyi üçüncü kuşağa düşme tehlikesini bertaraf etmek için yapıyorlardı. Mesele sadece reel olarak modernleşmek, Batılılaşmak ve yetişmek değil; daha da önemlisi, öyle gözükmekti. Tanzimatı da bu ikili amaç doğrultusunda ilân ediyorlar, Islahat Fermanını da bunun için çıkarıyorlar; bir şekilde Batı konsensüsüne dahil olmaları gerektiğini, Batı tarafından kabul görürlerse rahat edeceklerini düşünüyorlardı. Şu kanıdaydılar: Batı kendinden olanı sömürgeleştirmez; Batı vahşidir, yırtıcıdır — ama kendinden olana karşı değil. 

 

Avrupa Birliği’ne girme çabalarımızın altında da bu görüşün yansımaları yatıyor olabilir mi?

 

Evet, bence bunların çok derin psiko-kültürel kökleri var. Tanzimat ve Islahat’tan Birinci ve İkinci Meşrutiyete; “muasır medeniyet seviyesine ulşmak”tan (ki sırf ulaşmak değil aynı zamanda kabul edilmektir) AB sürecine, güçlü bir devamlılık söz konusu. Türkiye sürekli olarak birinci kuşağa/kümeye çıkmaya, âraftan (kendince) cennete girmeye (alınmaya) çabalıyor.

 

Bir yazınızda, İttihatçılardan fazla Kemalistlerin Avrupa-merkezciliği içselleştirdiğini yazmıştınız. Oysa demin söyledikleriniz ışığında baktığımızda, İttihatçılık döneminde Osmanlının sömürge olma riski var; bu nedenle Avrupa merkezciliği içselleştirmeleri daha makul görünüyor. Bugün Kemalistlerin gerekçesi ne sizce?

 

Tek değişken, tek belirleyici, riskin büyüklüğü değil kuşkusuz. Düşünsel gelişme ve birikimlerin kendi ağırlığı, kendi bağlayıcılığı var. İnsanlık reel  olarak bu aşamalardan geçti. Batı düşüncesi insan ve toplum bilimleri alanında çok ciddi bir hegemonya kurdu. Batı kendini insan

- Advertisment -