Bugünlerde ne çok işitiyoruz o sözleri, başka bir yurt bulmak isteyenler çıkıyor kendilerine, memleket çok kötü diyorlar, gidelim, terk edelim bu belirsizliği. ‘Nereye gidersen git’ diyordu Cemil Meriç, ‘bulacağın aydınlık zihninin aydınlığı kadar olacaktır’. Yurdu olmak bir heyecana, bir kavgaya karışmaktır, zihnin selametini durgunlukta değil duyguların yükseltisinde bulmaktır. Hissetmeksizin süren bir hayata yaşanmış bir hayat diyebilir miyiz? ‘Yaşam yaşamıyor’ demişti birileri, ruha yükselme imkanları sunmayan bir yurt bize ne kadar ev olabilir? İnsanların hissiz robotlara dönüştüğü o sözüm ona asude beldelerde, sadece satın alarak var olduğunu duyumsayan tüketim insanı, gerçekten yaşıyor sayılabilir mi? Yaşamak için bir nedene ihtiyaç duyarız, sevmek için bir nedenimiz olmak gerekir. Bir yurdu sevmenin de nedenleri vardır. Derinlerden kopup gelen bir türkü burnumuzun direğini sızlattığı için, ruhumuza değen ezan bize güvende olduğumuzu hissettirdiği için ve gecenin bir vaktinde okunan sâlâ bizi sokaklara çağırabildiği için severiz bir yurdu. Onun üzerine titizlenmenin, onu korumanın ve aziz saymanın atalarımızdan öğrendiğimiz mukaddes bir vazife olduğunu bilerek severiz. Ona başımızı yasladığımızda düş görebildiğimiz için, ona tutunduğumuzda varoluşun o derin yalnızlığından iyileştiğimiz için severiz. Kokusuyla, karmaşasıyla, asırlar boyunca tekrar edegelen tuhaflıklarıyla ve dünyanın bütün renklerini biriktirmiş ve o renkleri içimize serpmiş tarihiyle severiz onu. O tarih hepimizin içine yayılmıştır çünkü, harpler, göç öyküleri, muzafferiyet ve mağlubiyetler içimize işlemiş ve bizi bir tarih insanı yapmıştır çoktan. Bu yurdu sevenler sadece bu zamanda yaşayan insanlar değildir, onlar Mohaç’ı, Malazgirt’i, Çanakkale’yi ve bugünü aynı anda yaşayan, geçmişin zafer ve yenilgilerini bugün de tekrar eden insanlardır. Her gün seferberliğe çağrılacakmış gibi, her vakit bir istiklal harbi verecek gibi, kalbini bu toprağın kalbine bitişik tutanlar sever bu yurdu. Mayası iyilik olan ruhlar sever. Yurdunu sevmek için iyi olması gerekir bir insanın, toprağı kirletenden hesap sorabilecek kadar cesur olması gerekir. Yurdunu sevmek cesaret ister. Yurdunu harim-i ismeti bilip gavura göğsünü siper edebilenlerin cesareti.
İngiltere’de bir yurtta bir fikir tartışması oluyor, kimden dinlediğimi hatırlamadığım hikâyelerden biri, şaraplar ve zaman yuvarlanıyor, İngilizler bizim ateist Türk delikanlıya yüklendikçe yükleniyor. Türklüğünün bütün işaretlerini silmesini ister gibi, üzerine sinmiş Anadolu kokusundan utanç duymasını ister gibi şarkiyatçılığın bütün zehirli kelimeleriyle abanıyorlar ruhuna. Ne oluyor biliyor musunuz tam şafak vakti, o delikanlı herkesin şaşkın bakışları arasında bir masanın üzerine çıkıyor ve içinden koparak gelen bir sese yetişmeye çalışırcasına, gürül gürül ezan okuyor. Ezan okuyor bizim ateist genç. Varlığını tehdit altında hissettiğinde, saf duygu haline gelerek tepkisini gösteriyor. O duyguya yaslanarak gövdesini siper ediyor o da, ‘sizin kelimeleriniz bana bu vakitten sonra işlemez artık’ demeye getiriyor. Yurdunda iken nasıl olsa ona kurşunlar işlemez, yurt savunusuna çıktığında memleket evladına vız gelir hücumlar, ezan onun asli varoluşunun en temel ifadesidir, ezan onun yurdudur. Çünkü gavurların gavurluğundan onu sadece ezan kurtarır, çünkü sabahın köründe ona yurdunun neresi olduğunu gösteren tek pusulası, acıktığında açlığını, susadığında susuzluğunu giderecek, kaybolduğunda yönünü bulduracak, uçurum aşağı düşerken tutunacağı dal ezandır. Onu sevenin yurdundan nefret ettiği görülmemiştir, yurdunu sevenin de onu yoldaş bilmediği vaki değildir.
Yurdunu seven, hesap kitap yapmaz, zaten hiçbir sevgi hesaba gelmez. Tarihe borçluyuz, bizden önce buraları bize bir yurt kılanlara borçluyuz, işte o yüzden ahde vefa gösterenler sever yurdunu. Çokları sıkışmış başlarına burada teselli bulmuş, yurtsuzluğun ağrısını iyi bilenler onda yeniden şifaya kavuşmuş ve o uzun ve derin tarih oyuğunda sükûna ermişlerdir. Onu alın terimizle, sadakatimizle, liyakatimizle güzelleştirmek hepimizin üzerine bir borç, bir farz-ı ayndır.
Bir yere gitmeyeceğiz. Zaten muvakkaten gittiğimiz her yere ruhumuzun heybelerinde yurdumuzu da götürmekle mahiriz. Biz yurtsuz yaşayamayan insanlarız. O bizim ruhumuza ve kalbimize yapışıktır, bizi biz kılan şeylerden birisi de bu sarsılmaz aidiyet hissidir zaten. O his Washington’un ücra bir kahve dükkanında, yetmiş yaşında Sivaslı bir Ermeni’yi Türkçe konuştuğunuzu duyduğu için size yaklaştıran, aranızda bir sıcaklık peyda eden şeydir işte. Acının ve sevincin tarihidir, aynı türkülerin hüznünde kaybolabilmenin, kökleri farklı yerlere uzansa da aynı göğü seyreden iki ağaç gibi toprakta yan yana duran milletlerin tarihidir. Özleyebilenler yurdunu sever. Yurdunu sevenler özler.
Ruhunu tarihe salmış bir ağaç sadece göğe büyür. Yerinden kımıldamaz, toprağını değiştirmez. Bu mübarek toprağı terk etmeyeceğiz. Onu ve onun insanını her geçen gün daha büyük bir aşkla seveceğiz. Üzerindeki börtü böceği seveceğiz, sokağının bütün seslerini, onun üzerinde yaşıyor olmanın saadetini içimize çekeceğiz. Onun için daha büyük bir aşkla çalışacağız, işimizi hevesle yapacak, insanımızı daha da aziz bileceğiz. Biz bir duyguya ait insanlarız, vefaya, merhamet ve cesarete, heyecan ve ümide. Yeis ve yılgınlığı çoğaltan sözlerden uzak duralım. Bu ülke için hayal kurmayı bırakırsak dünya biter. Yahya Kemal’in dediği gibi, ‘dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl /temdîd-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün’.
Türkiye bir heyecandır. Yurdunu sev.