Ana SayfaYazarlarYurttaş Kane’nin bacasından çıkan duman

Yurttaş Kane’nin bacasından çıkan duman

 

Orson Welles’in senarist yönetmen ve oyuncu olarak bütün enerjisini akıttığı ilk uzun metrajlı filmi olan Yurttaş Kane (1941) teknik olarak zamanın imkanlarını zorlamakla, yandan aydınlatma sayesinde alt açıların da kullanılabilmesine yukarıların ve tavanın da görüntülenmesine imkan vermekle anılır. 

 

Fakat filmi başyapıtlar arasına ekleyen, Amerikan rüyasını ve sonsuz ele geçirme arzusunu büyük bir açıkyüreklilikle sergileyebilmesidir. Siyah beyaz bir yapım olmasına rağmen iktidar ve güç mücadelesi içinde geçen renkli hayatların, uçurumun kenarında yaşanan varlık içinde yoklukların filmi.

 

Film 1941’in en acayip cenaze töreninden haberlerle açılır. Hayatını kaybeden adam gelmiş geçmiş en büyük medya patronu, hiç ölmeyecekmiş gibi bütün dünyayı ele geçirmeye çalışırken öte yandan bazen işçinin emekçinin de yanında duran, insanın bütün çelişkilerini barındıran adam Charles Forster Kane. O bile sonunda her nefsin tadacağı şeyi tatmıştır ve hemşire son örtüsünü örtmektedir üzerine.

 

Haber bültenlerine göre Amerika’nın Kubilay Han’ı olan Kane, serveti hazineleri asırlarca dillerden düşmeyen Asyalı hükümdara özenip yeryüzünde bir eşi daha olmayan Xanadu malikanesini inşa ettirmiş. Tonlarca taş, ağaç ve demir kullanılarak önce büyük bir dağ yaptırmış, sonra da dağın tepesine görülmemiş büyüklükte bir saray.  

 

Nuh peygamberle boy ölçüşerek kurulan dünyanın en büyük özel hayvanat bahçesinde yeryüzünün kara, hava ve denizlerinin bütün yaratıklarından ikişer canlı bulunmakta, büyük meblağlar ödenerek alınan en nadide heykeller ve sanat eserleri özel alanlarda saklanmaktadır. Bütün dünyanın ganimeti denilebilecek bu koleksiyon ne sınıflandırılabilir ne de paha biçilebilir. Piramitlerden sonra bir insanın kendisi için yaptırdığı en gizemli ve pahalı anıttır bu ev.

 

Fakat ne yazık ki yüzyılın adamı, 37 gazete ve sayısız radyo istasyonuyla basına hatta dünyaya hükmeden gazete patronu, demokrasinin sponsoru, dünyanın en büyük üçüncü altın madeninin, transatlantiklerin, kağıt fabrikalarının, marketler zincirinin sahibi adam her fani gibi ebedi istirahatına çekilmiştir işte.

 

O gerektiğinde mülkiyete karşı çıkan, işçinin emekçinin hakkını savunan komünist bir yazar, bazen ülkesindeki her çalışan için tehdit olan bir faşist. Hakkında o kadar şizofren bir algı vardı ki aynı anda hem milyonlarca Amerikalının hissiyatını dile getirebiliyor hem de milyonlarcasının nefretini toplayabiliyordu. Bir yerde barışı desteklerken başka bir yerde savaş çıkarmak için elinden geleni yapıyordu mesela. Amerikanın bilinçaltının bir okumasını yapmış sanki Welles; toplumsal meselelerde hiçbir zaman tarafsız kalmayan, dünyayı daima bizi destekleyenler ve karşı çıkanlar diye iki kutba ayıran, bugün desteklediğine yarın saldıran adamı anlatırken. Bu dünyada on yıllardır yaşanan sürüklenmeler ve insanlık krizleri hakkında da ipuçları veriyor bu kişilik. Birilerine göre ise Kane aslında tam bir Amerikalıydı ve sadece kendine inanıp kendini yazıyordu.  

 

Kahramanın bir basın imparatoru olarak tasarlanması çok manidar çünkü insanın sadece somut manada eşyayı ve serveti ele geçirmekle yatışmayan bir hırsı var. İktidarın doğası ve yatışmaz yapısı gereği insan zihnini ele geçirmek, yönetmek, yönlendirmek, akıllara ve ruhlara hükmetmek de dur durak bilmeyen hükümranlık arzusunun bir parçası.  

 

Film Kane’nin yaşamını konu alan belgesel çekmeye çalışan genç bir gazetecinin,  ölürken sarfettiği son söz olan ‘rosebud’ kelimesinin arkasına düşmesi üzerine kurgulanmış. Hiçbir anlamı olmayan bu kelimenin manası ne olabilir ve bu söz onun hayatında neye karşılık gelmektedir?

 

Kelimenin ardına düşerek yakınında bulunan kişilerle görüşme silsilesi. En aydınlatıcı olan elbette onu doğduğu küçük bir Amerikan kasabasından alıp büyük servetini idare etmesi, hatta daha da katlayıp işlerin başına geçmesi için yetiştirmek üzere, bir nevi evlatlık olarak alıp NY’a getiren uzak akrabasının günlüğüdür. Çok kısıtlı bir zaman dilimi ve Hatıralar Koleksiyonu Kütüphanesi'nin katı kuralları içinde gazeteciye okuma izni verilir. Yazılarda Kane’in karlarla kaplı bir kış günü anne ve babasından koparılarak nasıl büyük şehre getirildiği anlatılır. Gitmeyi reddeden çocuğa şiddet uygulamaya kalkan babanın bu tutumu annenin karar ermesini kolaylaştırır. Zengin olması için seçilmiş zeki bir çocuktur ve annesi bu hasrete oğlunun büyük adam olması ve kurtuluşu uğruna katlanacaktır. Bunun sevgi mi para mı çatışmasına dönüşeceğini hesap edemez o bıçak sırtındaki karar anında. Nice Amerikan romanlarında şarkılarında filmlerinde mesela Bukowski ve Eminem’de, hatta toplu katliamlarda karşımıza çıkan sevgisizlik, anne babaya duyulan kırgınlık burada alt metinler olarak yine karşımıza çıkar.

 

Welles’in betimlediği Amerikalı baba sendromu yüzünden kendisinden başkasını sevemez kimseye  güvenemez ki başka kültürlere başka yaşam tarzlarına sakinlikle bakabilsin. Her şeyin, başka insanların duygularının bile kendi kontrolü altında olduğu, kimin nasıl mutlu olması gerektiğini kendisinin söylediği bir zihin geliştirir farkına varmadan. Bu işleyiş bütün dünyaya bir örnek yaşam tarzı dayatan modern paradigmalarla örtüşüyor gerçekten. Kapitalist düzenin evrenselmiş gibi dünyaya dayatılmasıyla birlikte ihtiyaçların, ne kadar tüketilirse mutlu olunabileceğinin, erkek ya da kadından beklenen özelliklerin hatta özgürleşme biçiminin tek merkezden duyurulduğu, ele geçirilmiş bir dünya.  

 

Kane ilk eşiyle ABD başkanının yeğeni olması yüzünden evlenmiştir ve evliliğin asgari kuralı olan birbirine zaman ayırma gereği onu pek de ilgilendirmez. Sadece kendisini başkanlığa ve siyasi hedeflere yaklaştırmakla görevli ilk eşiyle ilişkileri bu yüzden hızla aşınır. Birbirlerine aşık olduklarını düşündüğü şarkıcı olan ikinci eşi ise malikaneden dışarı çıkmak, basit şeyler yaşamak ve insanlara karışmak ister ama bu arzulara aldıran kim? Şarkıcı olmayı öncelemediği ve sesi son derece vasat olduğu halde, kocasının görkem düşkünlüğü ve medyasının gücü sayesinde parlatılan Susan, şöhreti taşıyamayıp yatağa düşer. Kane onu da kendisi için parlatıp dünya yıldızı yapmaya çabalamıştır. Ancak Susan onu ciddi biçimde terk etmeye kalkıştığında yüzleşir gibi olur hakikatle. Elinde çantasıyla malikaneyi terk etmekte olan kadına çaresizce seslenir, ‘benim istediğini düşündüğüm gibi değil, gerçekten kendi istediğin gibi yaşayacaksın bundan sonra’ der. Bu vaade rağmen Susan onu terk etmekte kararlıdır. Çünkü bu sözler ve yalvarışlar terk edenin kendisi yerine Susan olmasından kaynaklanan bir yenilginin hezeyanıdır sadece.

 

İşte o tuhaf kelime ilk kez bu anda dökülür ağzında; rosebud. Bu  ölümünden önce ağzından çıkan son kelimedir de ayrı zamanda. Basın imparatoru bu dünyaya veda ederken ve her şeyi kırıp döktüğü terk ediliş anında ne söylemek istemiştir acaba? Dünyanın ve sevdiği kadının onu terk edişi. Terkedilmeden önce Büyük Buhran’da bütün malvarlığını kaybetmiş, sadece malikanesi içindeki koleksiyonu kalmıştır zaten.

 

Görüşmelerde en can alıcı anılar üniversiteden arkadaşı olan ve hayat boyu en yakınında olup ‘Kane’nin vicdanı’ diye anılan Leland’dan gelir. Daha 25 yaşındayken inanılmaz servetiyle NewYork Daily Inquirer gazetesini satın aldığında, basın ilkelerini el yazısıyla bir kağıda yazarken yanında ona destek veren hakikatli bir arkadaş. Gazete halkın çıkarlarını ve doğru haber alma hakkını asla ihlal etmeyecek, hiçbir şey bu temel ilkenin üzerine geçemeyecektir. Gazete savaş kışkırtıcılığı yaparken de zerre kadar sesi olmayan Susan’ı göklere çıkarırken de karşı duran ona ilkelerini hatırlatan arkadaş. Sonunda şarkıcı karısı ile ilgili halkı kandırmaya son verilmesi için eleştirel bir yazı kaleme alan Leland’ın yazısını alıp, daha ağır bir üslupla tamamlar ve baskıya verir Kane. Eğer bir eleştiri olacaksa onu da en ağır biçimde ancak o yapabilir çünkü. Arkadaşının işine de son verir yollarını ayırır bu olayla birlikte. İkisi için de sarsıcı bir gelişmedir bu.  

 

Yazıişleri müdürüne göre rosebud bir kızdır. Çünkü kendisi de bir geminin kalkışı sırasında dönmekte olan başka bir gemide birkaç saniyeliğine beyaz elbiseli beyaz şemsiyeli genç bir kız görmüş ve onu düşünmeden geçen tek bir günü bile olmamıştır hayatı boyunca.

 

Kimilerine göre sürekli üzerine oynadığı ve kazandığı bir at, ya da kazanıp ta kaybettiği bir şeydir.

 

Kane’e dair aklımızda kalan önemli çıkışlardan biri de en güçlü olduğu bir zamanda, dünyaya nizam vermeye kalkan gazetelerinin yöneticilerinin toplandığı bir yerde söyledikleri. Bu kadar zengin olmasaydım büyük bir adam olurdum, sözüne karşılık ne olmak isterdin mesela dediklerinde verdiği cevap: nefret ettiğiniz her şey. Burada ima edilen gücün, paranın, sahip olmanın ulaşamayacağı, sağlayamayacağı bir varoluş. Modern düzende insanlar aşkın ruhlarından yükselen bu cümleleri kursalar da geri dönüp gücün evrenine teslim olmayı yeğlerler. Bu yüzden eleştirel aklın yoluna çıkar ama çıkarlar ve iktidar söz konusu olunca bildiğini okur Amerikalı elitler.   

 

Susan anılarını anlatırken onun Amerikan toplumunun bir kesiti olduğunu söyler, o tam bir Amerikalıydı sözünü sıklıkla duyarız herkesten, kendisi de yapıp ettiklerini açıklarken ben Amerikalıyım der zaten. İspanya iç savaşını desteklemesini, bu savaş olmasaydı biz Panama Kanalı'na sahip olamazdık diye açıklaması hiç de şaşırtıcı değildir.  

 

Leland’da göre seçmenlerin okurların kadınların ve herkesin sevgisini istiyordu, her konuda çeşitli fikirleri dinlese de kendisinden başka hiç kimseye inanmadan ölmüştü. Bireyin geldiği benmerkezciliğin, otoriterleşmenin, sonra iktidarın doruğunda insani olandan yoksun kalma acısının  deşifresini yapmış Orson Welles.  

 

Rosebud dediği kırmaya kıyamadığı tek şeydir, ayrılık acısının ardından onu yatıştıran, içinde kar tanesi gibi beyaz parçacıkların uçuştuğu küçük cam kürecik. Evini terk ettiği karlı günlere atıf olabilir, ya da her şeye sahip olan sonra hepsini kaybeden adamın hiç ele geçiremediği ya da yitirdiği çok özel bir şey. Neyi kaybettiğini bile bilemeden insanın sonsuz arzular ve güç özlemi içinde sürüklenişinin hikayesi. Aslında Amerikan zihniyeti eleştirilecekse onu da biz yaparız diyen cesur bir hamledir Welles’inki.  

 

Gerçi yönetmen kelimenin ardına düşmekten yorulunca hiçbir kelimenin insanın hayatını açıklayamayacağı sonucuna varır. Hayat ve mutluluk yapbozunun kayıp parçasıdır belki de rosebud.

 

Filmin sorgulamadığı hiçbir şey yok ki. Tarih parçalarının ve sanat eserlerinin fahiş fiyatlarla toplanıp durmasının saçmalıktan başka bir şey olmadığı da söyleniyor yığıntılar arasında gezdirilen izleyiciye. Nadide denilerek bir araya getirilen, her yeri kaplayan eserler yükten ağırlıktan başka bir şey değil Welles’e göre. Bu yüzden bir heyet hepsinin yakılmasına karar verir ve bu sefer yine dünyanın en büyük fırını ateşlenir eserlerin büyüklüğünün şanına halel getirmeden. Paha biçilmez denen metalar simsiyah bir dumana dönüşmüş olarak malikanenin yüce bacasından gökyüzüne yayılmaktadır. Bu sahnenin filmin akışı içinde hiçbir izleyicide hayıflanma yaratmayacağını hissedebiliyor insan. Belki de ancak öldükten sonra hafifleme bahtiyarlığına ermiştir Yurttaş Kane.

- Advertisment -