Ana SayfaYazarlarHaşema yasağı üzerine

Haşema yasağı üzerine

Son bir kaç gündür, Fransa’da dört polisin haşema giymiş bir kadına üzerindeki kıyafeti zorla çıkarttırdığı görüntüler üzerinden dünya çapında bir tartışma yürüyor. Bu görüntüler, Fransa’da gittikçe artan sayıda belediyenin havuz ve plajlarda haşemayı (burkini) yasaklayan kararları sebebiyle yaşandı.

 

Başta Fransa olmak üzere bilhassa Kıta Avrupası’nda, bu içerikteki yasak ve sorunların sayısı hayli fazla. Okullarda başörtüsü, kamusal alanda peçe takılması; cami-minare inşaatlarına izin; Cuma ve bayram namazlarında sokağa taşan cemaat; sünnet, kurban kesimi, et kesimi yöntemi ve helal gıda meselesi; en son da plajda haşema giyilmesi konusu.

 

Bu son karar, dünya çapında medyada dönüp duran görüntüler ve yazılar eşliğinde Fransa açısından bir utanca dönüşmeye başladı. Neden bu son mesele, diğerlerinden farklı olarak daha sarsıcı bir karşı tepkiye neden oldu? Kanaatimce şimdiye kadar Müslüman toplulukların kültür ve değerlerine karşı yürütülen doğrudan baskılar, çeşitli “Eurosantrik rasyonel gerekçeler”le kısmen perdelenebiliyordu. Bu perdeleme, sıklıkla laiklik, bazen çocukların biyolojik veya psikolojik sağlığı, bazen hijyen, bazen kamu güvenliği veya düzeni, hatta bazen hayvan hakları üzerinden yapılmaya çalışılıyordu. 

 

Bu son olaydaki o görüntüler, yani kimse için bir tehdit ve tehlike oluşturmayacak bir kadını, üstündeki örtüyü çıkarmaya zorlayan dört polis görüntüsü, öyle “anlamsızdı ki”, bu tür yasakların altında yatan zihniyeti ve arkasındaki saiki herhangi bir şekilde gizleyecek, haklıymış gibi görünmesini sağlayacak bir illüzyona veya mazerete imkan vermedi. Çünkü, böyle bir eylem ne güvenlik, ne hijyen, hatta ne de laiklik gerekçesiyle açıklanabilir bir durumdu!

 

O görüntülerin faş ettiği gerçek, özgürlük ve eşitlik gibi değerleri yücelten bir medeniyetin, “öteki” saydığı kültürel grupların üyelerine karşı ayrımcılık ve baskıyı resmi kanallar eliyle ve iştahla hayata geçiriyor oluşuydu. “Gerçek” Fransızların değer ve yaşam pratiklerini içeren kapsamlı bir kültürel kimliğin, ulusal  kimlik olarak devletin resmi koruması altında olduğu, en net haliyle tanıklarına sunulmuş oldu. Bu kültürel kimliğin tanımında Müslüman vatandaşlara yer olmadığı gibi, Müslüman kimliğinin Fransız kimliğinin büyük ölçüde “öteki”si olarak, hatta IŞID ve radikal İslamcılar üzerinden “düşman öteki”si olarak inşa edilmiş ve halen edilmekte olduğu görülmüş oldu. Bu olay ile birlikte Fransa’da yürütülmekte olan “kültürel ırkçılık” açık edilmiş oldu. O polisler, “yaşam biçimi faşizmi”ni uygularken suç üstü görüntülendiler.

 

Fransa’da (ve onu izleyen veya ona benzeyen ülkelerde) uzun yıllar boyunca laiklik, medeni bir toplumda uygulanması gereken evrensel bir siyasal ilke olarak savunula geldi. Laiklik, uygulama hep aksi yönde olmasına rağmen, devletin farklı dinler karşısında tarafsızlığını içeren, böylece devletin her dinden vatandaşına karşı eşit davranmasını sağlayan kıymetli bir ilke olarak yüceltildi. Bu ilke, aynı zamanda, milleti etnik, din veya kültür endeksli olarak tanımlayan “kara” Alman “milliyetçiliği”nden, “beyaz” Fransız “ulusçuluğu”nu özenle ayırma işlevi gördü. Devletin laik olması, Fransız ulusunun dini-etnik-kültürel değil, siyasi-hukuki bir bağ üzerinden tanımlandığı iddiasına kanıt gösteriliyordu.

Oysa, önceleri de facto olarak, sonraları ise açıkça ve yapılan yasal ve idari düzenlemeler yoluyla laiklik, Fransız kültürüne uygun düşmeyen Müslüman kültürünün, en azından kamusal alanlarda (ki kamusal alanın hastaneler, okullar, sokaklar, parklar ve belli ki plajlara kadar uzanarak çok geniş biçimde tanımlandığı unutulmamalı) görünürlüğüne karşı verilen bir mücadelenin maymuncuğu haline getirildi. Laiklik ilkesinin işe yaramadığı durumlarda, hijyen, sağlık veya güvenlik kaygıları gibi yeni aparatlar devreye sokuldu. Bu arada sadece Müslümanların değil, Sih ve Hristiyan Arapların da Fransa’da benzer sıkıntılar çektiğinden söz ediliyor. Ancak Müslümanlar sayısal fazlalıkları hasebiyle, Fransız kültürüne karşı daha büyük bir tehdit olarak görülüyor olmalılar ki, onlara yönelik baskı yaşamın diğer alanlarına da uzanarak şiddetleniyor. Ayrıca Fransa’daki bu tür baskılar 11 Eylül ve IŞİD saldırıları sonrası başlamış değil; tarihi çok daha eskilere uzanıyor. Yani bütün bunları sırf  konjonktürel bir İslamofobik tepkiye bağlamak güç görünüyor.

 

Fransa’da olan şey, Fransız kültürünü korumak amacıyla Müslümanların dini inançlarına ve kendi kültürel biçimlerine uygun şekilde yaşamalarını zorlaştırmak veya imkansız hale getirmek. Bu baskılar Müslümanları ya (a) kamusal alanlardan çekilmeye ve sosyal-siyasal sisteme entegre olmadan kapalı adacıklarda yaşamaya, ya (b) İngiltere ve Kanada gibi ulus-devleti çok-kültürlülüğe uyarlama konusunda başarılı ülkelere yönelmeye, veya (c) Fransızlar gibi görünen ve yaşayan “Müslümanlar” olmak zorunda bırakılma gibi tercihlere zorlayabilir.  Diğer taraftan, bu tür baskıların İslami radikalizmi besleyen ve artıran temel dinamiklere dönüşmesi beklenebilir bir gelişmedir.

 

Fransa’da, farklılara “kör” olmak şeklinde ifade edilen laiklik; eşitlik uğruna yurttaşların farklılıklarını kamusal alanda gizlemesi; nihayet, ortak bir siyasi ülküye dayanıyormuş gibi gözüken cumhuriyetçilik, aslında belli tipte bir kültürün ve yaşam biçiminin diğer kültürlere devlet zoruyla dayatılması biçimini almıştır, almak zorundadır. Çünkü bu tip cumhuriyetçilik toplumu benzer değer ve inançları benimsemiş, sosyo-kültürel bakımdan homojen bir  yapı olarak görmek ister. Bu yüzden azınlık kültürler, bu homojenliği bozan veya tehdit eden tehlikeli unsurlar olarak kolayca öfke ve düşmanlığının nesnesi haline gelirler.

 

Bu, basit bir ayrımcılığın ötesinde, bir tür kültürel ırkçılığın yansımasıdır. Zira giyimi-kuşamı, yeme içme ve eğlenme alışkanlıkları, müziği, sanatı, değer ve inançları, ibadeti, konuşulan dili, sembol ve simgeleriyle İslam kültürüne karşı geliştirilen bir karşıtlık söz konusudur. Kendi kültürünü yüceltip değerli ve evrensel varsayarken, “öteki”ni değersiz, gerici ve yerel varsaymakta, mücadele edilmesi gereken bir kötülük olarak görmektedir. Bu, etnik veya dini değil, kültürel bir ırkçılık olarak tezahür etmektedir.

 

Çünkü kişi bir Fransız gibi göründüğü ve davrandığı sürece, Fas veya Cezayir kökenli olması ciddi bir sorun oluşturmaz, hatta çok sıcak bir biçimde kabul bile görür. Sıklıkla kökenine rağmen gösterdiği “ilerleme” ve “gelişmeden” dolayı aşırı iltifat gördüğü de olur. Ayrıca bu, her farklı dine veya dindara karşı sergilenen bir ayrımcılık da değildir. Örneğin, çoğunlukla gündelik hayatlarında tipik bir Fransız gibi görünen ve davranan Yahudi toplumuna karşı sergilenen bir ayrımcılık yoktur. Bu esasen bana, seküler ve materyalist bir ideoloji ile doygunlaştırılmış, aydınlanma ile idealize edilmiş, tarihsel-gündelik yaşam halleriyle sembolize edilmiş ve siyasi önyargılarla perçinlenmiş kültürel bir ayrımcılık gibi görünmektedir.

 

Bu yazıyı yazarken, arada, Fransız Danıştayı’nın haşema yasağını durduran bir karar aldığı haberi; ardından, cumhurbaşkanlığına aday olacağını açıklayan Sarkozy’nin bir seçim vaadi olarak “Fransız kültürünü korumak amacıyla haşema yasağını tüm Fransa’da uygulayacağını” söylediği konuşmasının haberi “timeline”da akmaya başladı.

 

Ancak umutvar olmamızı sağlayan durumlar da yok değil. Aynı günlerde İskoçya’dan, Müslüman kadınların hem inançlarına uygun yaşayabilmelerine hem de iş hayatının içinde yer alabilmelerine fırsat veren bir düzenlemenin haberi geldi. Kadın polislerin daha önceden özel izinle kullanabildikleri başörtüsü polis üniformasının resmî bir parçası olarak kabul edildi. Böylece başörtüsü için izin almalarına bile gerek kalmamış oldu.Açık olan şu ki bu meseleleri daha çok konuşacağız.

 

 

 

- Advertisment -