Bir süredir İzmir’deydim. Ölüm gibi, insana düşünmekten başka hiçbir şey yaptırmayan bir nedenle olmamış olsa uzunca bir İzmir yazısı yazabilirdim belki. İnsan ilişkilerinin saygılı rahatlığından, ülke gündeminden uzak kalmaya çalışan tavırdan ve enginar tatlısından söz etmek isterdim. Ama olamadı.
Döndükten sonra her şeye rağmen aldığım notlara bakınca da yazdıklarım önemli ölçüde anlamını kaybetmişti. Bu durum bende, İzmir’in gerçekten de ülkeye biraz ‘dışarıdan’ bakan bir yer olduğunu düşündürdü. İçerilere doğru geldikçe sadece mesafe artmıyor ülkenin geri kalanıyla arası da açılıyordu sanki.
Ölüm sonrası toplanmalarda nelerin konuşulduğu her zaman çok ilgimi çekmiştir. Bana hep, insanlar hiç olmadıkları kadar yaşamdan bahsetmek, bir an önce ölümden olabildiğince uzaklaşmak için kendilerini zor tutuyorlarmış gibi gelir. Yine öyle oldu.
Herkes, taziye evinde olduğunu ve orada olmasına neden olan büyük gerçeği bilmekle, aslında büyük bir ürpertiyle ölen kişiye şimdi neler olmakta olduğunu düşünmekle birlikte, hayatın küçük sıradanlıklarından konuşmayı yeğliyordu. Birazdan ‘son görev’i bitirecek olmanın hafifletici bir etkisinin olduğu hissediliyordu.
Taziyecilerden biri bu konuşmalar esnasında ‘Merhumeyi çok tanımazdım. Aramızda çok bir hukukumuz yoktu ama gelip geçerken görürdüm. Çok iyi bir insandı.’ deyince aklımda düşünmeden edemediğim bir konu yeniden canlandı: ‘çok bir hukukumuz yoktu.’
Gündelik hayatın içinde çok kullandığımız bu tabir, bütün bir devlet mantığını anlatıyor belki de. Böyle olunca İzmir’dense hukukun ne olduğunu ve onun siyasetle ve devletle nasıl bir ilişki içinde hayat bulduğunu yazmak istedim.
Hukuk dediğimiz şey bütünüyle insan ilişkileridir aslında. Çift-taraflıdır. İnsanlar arasındaki ilişki ne kadar içiçe, derin ve anlamlıysa hukuk da o kadar doğar, gelişir ve derinleşir; sadece yasa olmakla kalmaz adalete götüren en geçerli ve emniyetli yol haline gelir. Çünkü adaletsizliğe izin vermeyecek kadar bir birbiriyle ilişki kurmuşluk ortaya çıkmış, hergün yüzyüze bakan insanların, insanlıklarını kaybetmedikçe, en azından haksızlıklara izin vermeyecekleri bir yapı oluşmuştur.
Polislerin, birine şiddet uygulayabilmeleri için önce o kişiyi ‘radikal bir şekilde ötekileştirmeleri’ gerektiği, bilinir. Diğer bir ifadeyle, kendilerinden görmemeleri, yani aynı hukuk sistemi içinde yer aldıklarını düşünmemeleri, ‘hiçbir hukuklarının olmaması’ gerekir. Bunun en ileri boyutu, ‘Allah yarattı dememek’tir. ‘Allah yarattı dememek’, radikal ötekileştirmenin en ileri boyutudur.
Bırakın kendinden görmemeyi, insan olarak bile görmeme durumudur. Bu insanların polisle aralarında bir hukuk yoktur; hiç kurulmamıştır, gerçek anlamda hiç hukukları olmamış ve oluşmamıştır. İki ayrı dünyanın insanları olarak zaman içerisinde birbirlerini ötekileştirici bir süreç zaten alttan alta işleyip durmuştur.
Şiddete maruz kalan insanlar, polisi yasaların salt birer uygulayıcısı gibi görmeye ve göstermeye çalışmış, buna karşın polis ise tam tersine bir tavırla ‘kanun benim’ demek istemiştir.
Hukuk dediğimiz şey işte tam da bu ‘hiçe sayma’yla ‘herşeyiyle kontrolüne alma’ arasındaki alanı tarif eder. Oyun herkesin gözü önünde ortada döner. Aramızda bir hukukun oluşması, kamusal alandaki özel ilişkilerimizle oluşan ve yok saymayla bütünüyle kontrolünde tutma içermeyen bir eşitlerarası ilişkidir. Hukuk, güç farklılıklarının, kurulan karmaşık ilişkilerle dengelenerek eşitsizliğe neden olmasının engellenmesidir.
Buna karşın, devletin toplumla kurduğu ilişki genellikle yukarıdan aşağıya ve tek-taraflıdır. Ne kadar süre geçerse geçsin devletle vatandaşı arasında gerçek bir hukuk oluşmaz bu yüzden. İnsanlara karşı güvensizlik ve şüphe esastır. Sebepsiz güvensizlik ve şüphe, sadece hukuksuzluk doğurur. Hukuk kuralları denince akla ilk olarak ‘yaptırım’ın geliyor olması onun devletin zor gücünün başka bir görünümü olduğunu düşündürür. Oysa hukuk, zor gücüne gerek bırakmayacak –veya bunu arızi kılacak- bir düzenin kurulması halinde gerçek manada varolmuş demektir.
Çoğu yerde, devlet açısından hukuk, haksızlıklara izin vermeyen ve böylelikle adaletsizliğin oluşmasını engelleyen kurallar olmaktan çıkarak -siyasetin yerini alan bir şekilde- kimin neye hakkı olduğunu söyleyene dönüşür. Başka bir ifadeyle, genellikle devlet hukukla işbirliği halinde siyasetin sınırlarını belirler ve eğer ki toplumsal ilişkiler hukuk üretmiyorsa giderek onun yerine geçer. Bu yaşandığında hukuk insanlara ne yapmaması gerektiğini söyleyen olmaktan çıkarak ne yapması gerektiğini söyleyen bir vesayet kaynağına dönüşür.
Devlet, şiddet tekelini elinde bulundurduğu için toplumla bir ‘ötekilik’ ilişkisini sürdürmek zorunda hisseder. Ancak bu, radikal bir ötekileştirmenin tam zıttına bir biçimde gerçekleşir. Yönetilenlerce, kurulan bu ilişki olabildiğince çift-taraflı ve eşitlerarası gibi görülmelidir. Çünkü devletle toplum arasında bir hukuk varmış gibi hissedilmesi önemlidir. Aksi halde, her vatandaş birer göstericiye dönüşür ki herkesin karşı çıktığı bir kural, işin mantığı gereği hukuksuz demektir.
Hukuk, üretilen ve oluşturulan birşeydir çünkü. Tam da bu nedenle, bunu yapabilmek için sadece insanların önünden gelip geçmek bile yeterli olabilir. Dükkanınızın önünden gelip geçerken selam veren yaşlı bir teyze bir hukuk üreticisidir. Bunun için güler yüz göstermek kafidir. Bu sizi ‘hukukçu’, yani hukuk üreticisi yapabilir ve biraz da bu yüzden hukuk mezunları için ayrı bir mesleki ünvandan bahsedemeyiz (Hukuçuların birbirlerine sürekli meslektaş vurgusu yaparak hitap etmesini de bu bağlamda düşünmek gerekir belki.)
Hukukun, kendiliğinden olan ya da dışarıdan getirilip adapte edilebilen birşey olarak düşülmesi çok bir hukukumuzun olamayışının önemli nedenlerinden biridir.
Hukukun evrensel ilkeleri, sanılanın aksine size neyi nasıl yapacağınızı söyleyen şeyler olmaktan ziyade bir yerde hukukun üretilmesinin/oluşmasının önündeki engelleri kaldıran prensiplerdir. Evrensel ilkeler, devletlerin hukuk üzerindeki vesayetini kaldırmak için vardır çoğu kez ve bu olmadan yargı bağımsızlığından bahsetmek, ölen bir yaşlı kadından her zamanki gibi gelip geçmesini beklemek kadar anlamsızdır. Evrensel ilkeler varsa toplum güven duygusu içerisinde bir hukuk üreticisi haline gelebilir. İronik belki ama hukukun evrensel ilkelerini öne koymadan ‘yerli ve milli’ bir hukuka sahip olmanız mümkün değildir.
Diğer yandan, insan ilişkileri, güvensizlik üzerine kurulu ve yüzeysel ise o toplumda sağlam bir hukukun doğması son derece zordur. Başka bir ifadeyle güvenlik kuvevetlerine çok iş düşen yerlerde hukuk polisleşir, polis ise cezalandırıcı bir yaptırım aracı haline gelir. Kimsenin kimseye güvenmediği bir yerde, hukuk güvencesi diye birşey olamaz. İnsanların polise güvenmediği bir yerde yasaların uygulanması diye birşeyin olamayacağı gibi.
Hukuktan bahsedebilmek için aramızda bir hukukun oluşmuş olması gerekir yani. Birşeyler almış vermiş, birbirimizi tanımış, oturup kalkmış ya da birlikte ortak iş yapmışızdır. Birbirimize kızmış, gücenmiş, darılmış ve çöpü kapının önüne erken çıkarmışızdır.
Aramızda bir hukukun oluşması demek birbirimizden hakkımız olanı almayı, birbirimize hak vermeyi ve haksızlığa izin vermemeyi içerir. Toplumun hukuk üretmesi devletin şiddet tekeline dayalı zor gücüne başvurma ihtiyacını azaltarak adalet temelinde bir demokratik siyasete zemin hazırlar. Buna karşın devlet, bireyleri sadece hukukun nesnesi olarak görmeye eğilimlidir. Polisin yaptığı radikal ötekileştirme de zaten insanları bir tür nesneleştirmedir.
Devlet, insanları hukuka sadece uyması ve itaat etmesi gerekenler olarak gördüğü içindir ki siyasal iktidarların yasa yapıcılığı devlet eliyle zor gücüne dayalı bir kural uygulamasından ibaret hale gelir.
Aramızda bir hukukumuzun olması bizi her zaman adaletli yapmaz. Adaletin ne olduğu belki de insanı aşan bir şeydir. İnsanlardan adaletli olmasını beklemek bu yüzden biraz abes ya da ‘insanüstü’ birşey olabilir. Ama, adaletsizlik bunun tam tersinedir; nerede görseniz hemen farkedersiniz. Kaçıp saklanması ya da kendini gizlemesi mümkün değildir.
Adaletsizlik, istisnasız bir şekilde her insanın bilebileceği ve gözünü kapayıp yokmuş gibi yapamayacağı birşeydir. Adaletteki insanüstülüğün tam aksine adaletsizliği görebilmek tam bir insanilik gerektirir. Hukuk düşüncesi, hümanist felsefeden ayrı düşünülemez bu yüzden. Hukukun buna rağmen yaşanan adaletsizlikleri engelleyememesi ‘gözü kapalı’ yapılabilecek bir işin zor kullanılarak engellenmesini gerektirir. Ya da toplumun büsbütün hukuk üretme yetisini kaybetmiş olmasını.
Konunun giriftliğine de bağlı olarak biraz karışık olsa da söyleyemeye çalıştığım şey özetle, siyasal bir toplumda kimin neyi hak ettiğinin karar vericisi hukuk değil siyasettir. Hukuk, haksızlıkları önlemek ve dışına çıkılması halinde yaptırıma tabi alanın sınırların neler olduğunu hatırlatmak için vardır. Ama ona gelinceye kadar ki asıl rolü ve işlevi devletin zor kullanmasına asgari gerek olacak bir toplumsal düzenin kurulması ve böylelikle, siyasal toplumun kurucu üyesi olan bireylerin kedni aralarında ve siyasal iktidarla hukuklarının oluşmasını sağlamasıdır.
Hukuk sınırlayıcıdır ama o sınırların nereden geçtiği de yine toplumun hukuk üretme kabiliyetine ve siyasete bağlı olduğundan yargı sisteminin bağımsız olması için siyasetin bunu nasıl yapacağı son derece kritik bir önem taşır. Toplumdan uzaklaşıp devlet eliyle gerçekleştirilen her türlü yasa bir tür hukuksuzluk demektir ve bu yaşandığında, devlet hukukun üzerinde vesayet kurarak tersine bir işleyişle siyasetin sınırlarını belirleyici hale gelir. Bir kere daha, insanlara ne yapmasının daha doğru olacağını söyleyen şey hukuk ya da devlet değil siyasettir.
Hukuku çok tanımıyoruz belki. Çok bir hukukumuz yok bu yüzden ama gelip geçerken görüyor ve iyi birşey olduğunu biliyoruz. Ve hukuk üretmenin adaletsizliğe karşı çıkmakla başladığını.
Adaletsizliğe karşı çıkmak, bir ölünün arkasından ‘son görev’i yerine getirmek üzere taziye evine gitmenin tam tersine, yaşamı koruyup kollamak, insanın nesneleşmesine göz yummamak üzere yapılacak bir ‘ilk görevdir’ ve bunun tam adı, hukuk değil siyasettir.
Not: Alper Görmüş, son yazılarında adıma yer vererek daha çok yazmamdan mutluluk duyacağını belirtti. Ben de böylesine saygın bir isimden çağrı almış olmaktan ve buna icabet etmekten büyük bir mutluluk duyacağımı belirtmek isterim.