Ana SayfaYazarlarDuvar (I) nefret

Duvar (I) nefret

 

Başlangıçtan beri saldırı altındaydılar.

 

Önce küçümsendiler ve aşağılandılar.

Belediyecilikteki başarılarıyla taşındıkları iktidar dönemleri giderek bir siyasal istikrara dönüşürken, söylenenler genellikle bir ezberin tekrarıydı: “Çalıyorlar ama çalışıyorlar da…”
 

Veya tersi, tercihinize göre: “Çalışıyorlar ama çalıyorlar da…”

Oysa ortada doğru dürüst bir yolsuzluk iddiası yoktu.

Partinin sadece bakanlık, müdürlük ve müsteşarlıkları değil, yüzlerce belediyesi de vardı. Ama yolsuzluk iddiaları nadirdi, tek tüktü ve olanlar da kovuşturuluyor, gereken yapılıyordu.

Giderek vesayetçi duvarları yıkarak ilerlediler.
 

Önlerine çıkarılan sürüyle antidemokratik engeli yavaş yavaş aştılar ve çalıştılar.

Yapılamaz denen “paradan sıfır atma”yı gerçekleştirdiler, düşmez denen enflasyonu makul bir düzeye indirdiler. Kaldı ki başarıları sadece ekonomi ile imar çalışmalarından ibaret de değildi.

AK Parti döneminde Türk demokrasisi belirgin biçimde gelişti. Haklar ve özgürlükler alanı büyüdü;
Ermeni meselesi eskisinden çok daha rahat konuşulur hale geldi, Kürtçe ve Kürt kültürü üzerindeki yasaklar kalktı, azınlık vakıflarının malları iade edildi ve tabii İslami tandanslı yaşam üzerindeki baskı ve yasaklar da kalktı.

Örnekler çoğaltılabilir.

Ancak bir sorun vardı.

AK Parti geliştikçe ve geliştirdikçe muhalefetin alanı daralıyordu ve onlar buna hiç hazır değillerdi. İktidarın başarıları ve halktan gördüğü teveccüh arttıkça, muhalefet “yiğidin hakkını teslim edip” kendine yeni eleştiri alanları aramak yerine, işin kolayına kaçtı; yalana, itibarsızlaştırmaya ve korkuları kaşımaya döndü.

Yitirilen iktidar umudu hızla seçmen erozyonuna dönüşürken, kalan tabanı elde tutabilmek için körleştirme, fanatikleştirme yoluna sapıldı ve yenilgiden bıkmış, kendi yanılgılarına kızgın, çaresiz, hazımsız taban da bu tavrı satın aldı.

Bu kutuplaşma ve gerilim, Gezi olaylarıyla patladı.

İktidar krizi yanlış yönetirken, muhalefet de bunu bir fırsat olarak kullandı ve yıkıcılığı iktidarı devirmeye vardırmaktan çekinmedi.

Bu kırılma bir başkasını, AK Parti’de olanı da beraberinde getirdi.

Gezi olayları sırasında, neredeyse hiç istinasız tüm AK Parti kurmayları yumuşak ve itidalli bir söylemi tercih ederken, Erdoğan söylemini giderek sertleştirdi.

İtidal ve uzlaşma içeren yaklaşımlar bir ölçüye kadar göstericileri etkilese de, giderek çizgiyi aşan söylem ve eylemlerine karşı iktidar taraftarlarında biriken tepkiyi soğutmuyor, aksine artırıyordu.
 

Şirazesinden çıkmış, mizah diye pazarlanan bir terbiyesizlik alkışlanırken tepkiler birikmekteydi.

İşte tam o anda devreye Erdoğan’ın söylemi girdi ve canı burnunda, kızgınlıkları büyürken giderek daha zor sabretmekte olan kitlelerin içini soğuttu.

Erdoğan bunun altını “yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyorum” deyişiyle çizdi.

Bundan sonra aynı anda iki şey birden olmaya başladı;

İlki, her cenahtan muhalif söylemin ve eleştiri oklarının, giderek artan biçimde AK Parti genelinden Erdoğan özeline dönmesiydi.
 

Bu tabii ki tersiyle de gerçekleşti, AK Parti taraftarları, Erdoğan’a yapılan haksızlıklara tepki içinde ve onu koruma amacıyla bir kalkan oluşturmaya, farklı bir konsolidasyon gerçekleştirmeye, etrafına bir duvar çekmeye başladı.

İkincisi ise, Erdoğan’ın diğer AK Parti kurmaylarından en azından en başta, söylem düzeyinde ayrışmasıydı.
Bu ayrışma zaman geçtikçe ve olaylar üstüste geldikçe artacak; partinin içinde bir Erdoğan hattı oluşacak; eski kurmaylar, Erdoğan’ın yol arkadaşlarının neredeyse tamamı, zaman içinde tasfiye olacaklardı.

Erdoğan üzerinde yoğunlaşan saldırılar, çok geçmeden kendisi dışında ailesini de hedef almaya başladı.
Gözlerden uzak, gösterişsiz, mütevazi hayatlar yaşayan ailesine sabır taşıran, infial uyandıran, insanın adalet duygusunu rencide eden, utanmazlıkları sınırı aşan ataklar yapıldı.

Burada bunlara, oldukça hafi olmakla beraber belki de gelmiş geçmiş en sinsilerinden, en kötülerinden birini; sadece saldırganın tıynetine işaret etmekle kalmayan, onun güya benimsediğini iddia ettiği idealleri de araçsallaştıran ve ayaklar altına alan birini örnek vereceğim.

2 Haziran 2015 günü Sümeyye Erdoğan,  Beyoğlu’ndaki Belçika Başkonsolosluğu önünde, Belçika parlamentosu milletvekillerinden Mahinur Özdemir’e destek amacıyla AK Parti kadın kolları tarafından düzenlenmiş bir basın açıklamasına katıldı ve tam ayrılırken ortalık karıştı.

Kalabalığın arasından 1,85 boylarında sarışın bir transseksüel fırladı ve oldukça belirgin, baskın sesiyle bağırarak, Sümmeyye Erdoğan’a seslenip ona soru yöneltmek istediğini söyledi.

Kısa bir şaşkınlığın ardından korumalar devreye girdi ve orada kalmakta direnen kadını uzaklaştırdı.
 

Olayı yaratan, T24.com muhabiri Michelle Demishevich idi. LGBT, kadın, insan ve hayvan hakları aktivisti olarak da biliniyordu ve bir önceki iş yeri olan İMÇ Tv’den oldukça olaylı bir ayrılış öyküsü vardı
(http://bianet.org/bianet/lgbti/158549-imc-tv-trans-gazeteci-demishevich-i-isten-cikardi).

Çok geçmeden medya, Michelle Demishevich’in polis ve korumalar tarafından darp edildiği açıklamalarıyla doldu — ama buna dair hiçbir kanıt gösterilemedi.

Bugün internet ortamında, olaya dair zamanında yapılmış görüntülü haberler sadece üç tane. Bunlardan ikisi zaman içinde tahrif edilmiş, eklenen görüntüler silinmiş, yerlerine başkaları konmuş durumda (bkz http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/289419/Sumeyye_Erdogan_in_programina_katilan_muhabire_dayak.html ve
http://www.tvarsivi.com/t24-muhabiri-michelle-demishevich-sumeyye-erdoganin-basin-aciklamasini-takip-ede-03.06.2015-496405ya.html).

Üçüncüsüne, İngilizce olana konan video ise Michelle Demishevich’in olayla ilgili basın açıklamasına dair sabit bir görüntü; “korumaların darpı”nı kanıtlayacak hiçbir şey yok (bkz https://www.youtube.com/watch?v=EKxwJ_Dt6Zo).

LGBT hak ve özgürlüklerin sömürülerek bir saldırı aracı haline getirilmesi üzerine girişilecek bir tartışma ciltler doldurabilir, ama burada kesiyor ve durumu okuyucunun takdirine bırakıyorum.
 

Bu aslında oldukça hafif ve etkisiz saldırı, bir amaç uğruna kendi değerlerine ihanetin, pervasızlığın, ahlaksızlığın vardığı sınırları belirtmek için önemliydi.

En güçlüsünü ise söylemeye gerek yok: 17-25 Aralık 2013 darbesi. Cemaat tarafından hazırlanan, yargı-kolluk kuvvetleri yoluyla yürütülen o girift plan.

Şimdiye kadar rastlanmamış ölçekteki para miktarları üzerinden yürütülen bu kampanyaya mantık kazandırmak için ileri sürülen sav, Erdoğan ailesinin yanlarına aldıklarıyla beraber yurtdışına kaçacaklarıydı.
 

Çünkü rasyonalite kazandırmanın başka bir yolu yoktu. Aile müthiş araziler satın almıyor, korkunç bir lüks içinde yaşamıyor, bu miktarda bir parayı ne isteyecek ve ne de kullanabilecek bir portre çiziyordu.

Onun için de bir takım adresler gösterilerek bu tamamlayıcı yalana, yani “kaçacaklar”a baş vuruldu. Ama aynı zamanda, 17-25 Aralık iddiaları tarafından bakınca oldukça mantıksız ve tutarsız olan bir başkasına daha başvuruldu: Urla Villaları.

İçlerinde Erdoğan’ın bir gençlik arkadaşının da olduğu, görece hali vakti yerinde bir grup insan, İzmir Adnan Menderes Havalimanına yaklaşık 20 dakika mesafedeki bir koydan arazi almışlar ve orada küçük bir köy oluşturmuşlardı.

Gözlerden uzak, sakin ve korunaklı bir koya bakan arazideki bu yerleşim, çok geçmeden bir başka yolsuzluk örneği olarak sunuldu.

Erdoğan arada bir fırsat buldukça uçağa atlayıp İzmir’e gidiyor ve bu mütevazı yerleşkede, arkadaşının yanında sakin birkaç gün geçiriyor, dinleniyordu.

İşte bu küçük köyün sakinleri, sevdikleri Erdoğan için daha rahat edebileceği, ailesi ve korumalarıyla kalabileceği iki villa yaptırmışlar, yaptırırken de telefon bağlantısıyla ailesinden fikir almış, isteklerini sormuşlardı.

Villaların fotoğrafları, çalınmış ses kayıtlarıyla birleştirilerek pazarlandı; bu da bir yolsuzluk haberi olarak yayıldı ve kimse, 17-25 Aralıkta iddia edilen miktarda paraya sahip birinin, neden bu kadar mütevazi bir tenezzülü olabileceğini sorgulamadı.

Bu ve benzeri ölçüde mantıksız, tutarsız, gerçekle ilgisi olmayı bırakalım, önerme ayakları yere basmayan, sayılamıyacak kadar çok iddia arka arkaya fırlatıldı ve ne yazık ki bu da muhalefet yapmak sayıldı.

Sonuç ise muarızının haksızlığından devşirilen bir şaşmaz haklılık oldu; bir kalkan, bir duvar haline geldi ve Erdoğan’ı sarmaladı.

Ve aslında onu muhalefetin saldırılarından korumak için kurulan bu duvar sadece bu işe yaramadı. Diğer AK Partilileri de Erdoğan’a yakınlıkları ölçüsünde korur, uzaklıkları ölçüsünde ise aksini yapar halde bıraktı; onları da birbirinden ayırdı…

Ardından gelen olayları sayıp dökmeye gerek yok.

Söylenebilecek tek ve gerçek şey, Erdoğan’ı çevreleyen fanatik koruma duvarının aslen karşı tarafın nefretine yaslandığı ve muhalefet tarafından yaratıldığı.

O duvar zaman içinde giderek çok daha farklı bir özellik de kazandı. Bazıları için bir olanak, çıkarlarının yükselmesi için yeni bir fırsat olarak algılandı, bu uğurda kullanıldı.

Bir sonraki yazıya buradan devam edeceğim.
 

- Advertisment -