Ana SayfaYazarlarEl Bab: Kapı

El Bab: Kapı

 

“Gene de, Suriye ordusu ile TSK’nın El Bab arenasında karşılaşması yok sayılamıyacak bir olasılık, demiştim geçen yılın Eylül ayında yazdığım “El Bab arenasında karşılaşmalar” yazımda(https://serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/el-bab-arenasinda-karsilasmalar-722038).

“Gene de” ifadesini kullanmıştım, çünkü birçok cephede giderek yoğunlaşan bir savaşı sürdürürken bir taraftan da sivil halka karşı uyguladığı şiddetle tepki çeken Suriye’nin, El Bab gibi yeni bir cephe açması da pek kolay değil.” Devamında, “Şimdilik Suriye’nin El Bab arenasına katılma tehdidi gibi görünüyor ve o şekilde tanıtılıyorsa da, bu yığınağın asıl amacı Halep’e dönük olabilir” değerlendirmesinde bulunmuştum.

Ancak Fırat Kalkanı IŞİD tarafından yeterince yavaşlatıldı ve bu arada Suriye rejimi, Halep meselesini hallederek dikkatinin ve gücünün yeterli bir kısmını El Bab’a çevirebildi.

Aynı dönemde TSK ve ÖSO ise El Bab kıyısında uzun bir duraklama dönemi yaşadı. Bunu kapatmak için, örneğin kasabaya hakim Hastane Tepesi’nin alınması peşpeşe kahramanlık hikayelerine konu oldu (http://www.haberturk.com/gundem/haber/1347432-iki-kahraman-tank-komutani-el-bab-onunde-destan-yazdi).

Üstteki haber 12 Ocak tarihliydi. Sonrasında tepenin kaybedildiğinden hiç söz edilmedi ama kaybedilmiş olmalı, zira tekrar alınması gerekti. En son 8 Şubat’ta Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Hastane Tepesi’nin ele geçirildiğini açıkladı(http://www.diken.com.tr/sozcu-kalin-duyurdu-el-babda-hastane-tepesi-ele-gecirildi-su-anda-sehrin-icindeler/).

El Bab kıyısındaki bu duraklamanın, elbette haklı bir sebebi var.

Arenada kabaca beş aktör IŞİD’e karşı savaşıyor.

Bunlar Suriye rejimi ve paramiliterleri; Rusya; PYD; Türkiye ve ÖSO; nihayet ABD.

Son ikisinin diğer üçünden belirgin bir farkı var. Demokrasi ile yönetiliyor ve hem kıyımlarının hem kayıplarının hesabını vermek zorundalar.

Oysa diğerleri için böyle bir zorunluluk yok.

PYD bilgiyi örgüt hiyerarşisi çerçevesinde, merkezden ve stratejikkararlarla seçerek dağıtıyor.

Suriye rejimi ya hiç bilgi dağıtmıyor veya yine BAAS merkezli bir propaganda ürünü olarak yayıyor.

Rusya ise tümüyle bir kapalı kutu.

ABD’nin kısıtlı varlığı ve taktiklerini, coğrafi uzaklığı ile birlikte bir yana bırakıp Türkiye’yi ele alırsak, attığı her adımın hesabını veriyor ve bu sadece kayıpları ile de sınırlı değil.

Sahadaki varlığı ve uyguladığı taktikler, IŞİD ile kavgasında kendisine dönecek. Çünkü bu mücadele örgütün kitlesi ve/ya gönüllüleri ve/ya boyun eğmişleri için kilit önemde.

Çünkü (daha önce de burada defalarca yazdığım gibi) IŞİD’ın aslî,ontolojik karşıtı, demokrasisi, Batı’ya yakınlığı ve sekülarizmi ile Türkiye.

Yani Türkiye, ne BAAS rejimi ne de Rusya’nın TU-22 ağır bombardıman uçaklarıyla yaptığı gibi, sivillerle dolu IŞİD tahkimatını yıkıp geçemez.

“Militan temizliyorum” diye sivilleri feda edemez; içinde kim var kim yok bakmadan evleri top ateşine tutamaz; halı bombardımanları ve benzeri yıkımlar yapamaz.

Türkiye attığı her kurşuna dikkat etmek, iğneyle kuyu kazmak zorunda.

Yoksa hem ulusal hem uluslarası düzeyde, er veya geç yargılanır.

Yargılanması da bir yana, IŞİD’ın bölgeden temizlenmesi sonrası evrensel dokuya dağılacağı garanti hastalığından nasibini alacak, sürüyle terör eylemine hedef olacaktır.

Türkiye bunu da göze alamaz.

IŞİD’e karşı mücadelesini bu kritik sınırlar içinde ve sivillere azami dikkat göstererek sürdüren Türkiye’nin, bölgede gözetmesi gereken başka dengeler de var.

Bunlardan ilki yukarıda ifade edildi: Suriye BAAS rejimi; onun başta İran kökenli Hizbullahcıları ve diğer paramiliterleri; en tepede dehamisi Rusya.

Diğeri de tabii, savaşa çoğunlukla havadan müdahaleleriyle katılan, ana üssü Adana İncirlik olan ve karada da partner olarak (birbiriyle çatışmalı) PYD ile Türkiye’yi destekleyen ABD.

Böylece, IŞİD’ı hedef alan kabaca üç farklı eksen ile birlikte, ortaya oldukça karışık bir aritmetik çıkıyor.

Türkiye bu iki emperyal güç ve onların uzantıları ile destekledikleri arasında bir denge sürdürmeye çalışıyor.

Bu dengenin sürdürülmesi ise sahaya farklı, iç kamuoyuna farklı ve yine kapalı kapılar ardına farklı yansıyor. Bu durum da aritmetiği bir kez daha karıştırıyor ve iyice içinden çıkılmaz, okunamaz bir duruma getiriyor.

Doğal olarak resmi söylemler de şaşıyor, bazen tutarsızlaşıyor ve güven hissini azaltıyor.

Örneklemek için son günlerin olaylarına bakalım;

TSK ve ÖSO henüz El Bab önlerinde yeniyken, Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen yılın Ekim ayında “El Bab’dan sonra Menbiç ve Rakka’ya ilerleyeceğiz” demişti.

Ancak bu ifadesini geçen ayın 27’sinde revize etti. 27 Ocak 2017’de Erdoğan, Bundan sonraki süreçte süratle mesafe almak suretiyle oradaki (El Bab) işi bitirmek, daha derinliğine gitmemek lazım” dedi(http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-38762565).

Bu dönüşün sebebi ise aynı konuşmanın devamındaki şu sözlerinde gizliydi:Son Astana zirvesiyle bir süreç başladı, Cenevre'de de devam edecek. Görüşmeler nereye varır onu tabii şu anda bilemiyoruz.

TSK 2016’nın Kasım ayından beri El Bab’ın sınırlarındaydı ve birkaç gün öncesine kadar da kentin içine ilerlememişti.

Çatışmalar kentin sınırlarında gelişiyor; uzaktan atışlar için hedef belirlemeye olanak sağlayan yüksek rakımlı konumların ele geçirilmesi üzerinde yoğunlaşıyordu.

Bunlardan bir tanesi yukarıda anlattığım Hastane Tepesi’ydi.

Kentin çeperindeki bu çatışmalar dışında, TSK havadan ve topçuateşiyle kentte belirlediği noktaları vuruyor; IŞİD’ın tahkimatını zayıflatıp tuzaklamalarını bozuyordu.

Aynı süreç IŞİD’ın sıkıştırırken çatışma alanındaki sivillerin kaçışına da zaman ve olanak sağlıyordu. Ama bitti ve TSK 8 Şubat günü ani bir hareketle aynı anda tüm hakim noktalara saldırıp kente girdi.

Bu ani hareketin yapılan hazırlıkların tamamlanmasıyla tetiklendiği söylenebilir. Ancak bir diğer etkenin de Suriye güçlerinin kente ilerleyişlerini hızlandırmaları olduğunu düşünmek için çok sebep var.

Nitekim TSK’nın El Bab’a girişinden bir gün sonra, 9 Şubat’taSuriye ordusu ile ÖSO’ya bağlı Ahrar-uş Şam arasında kentin güney-güneydoğusunda çatışma çıktı ve TSK da topçu desteği ile bu çatışmaya müdahil oldu.

Aynı gün Ankara’da önemli bir ziyaret gerçekleşti.

ABD’nin yeni CIA Direktörü Mike Pompeo önce MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile bir araya geldi. Bu görüşmenin ardından iki istihbarat teşkilatı başkanı birlikte cumhurbaşkanlığına geçtiler.

Yaklaşık bir buçuk saat süren görüşmeye ilişkin herhangi bir resmi bilgilendirme yapılmasa da, temel konuların Suriye, IŞİD’a karşı ortak mücadele ve Türkiye’nin PYD tedirginliği olduğu açık.

Aynı gün, El Bab’daki TSK güçlerinin havadan vurulduğu ve 3 şehit ile 11 yaralı bulunduğu haberi düştü.Çok geçmeden de saldırıyı gerçekleştirenin bir Rus uçağı olduğu anlaşıldı.

Her iki taraftan, hem Rus hem Türk yetkililerden neredeyse eş zamanlı “kaza” açıklamaları geldi.

Ruslar “Orada Türk askerinin bulunmaması gerekiyordu” derken,Kremlin sözcüsü Dimitri Peskov’un ağzından ekliyordu; “Koordinatları bize Türkiye verdi.

Türkiye tarafında ise Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, İlk bilgiler koordinasyon yanlışlığı, yanlış bir koordinasyon, herhangi bir şekilde maalesef istem dışı meydana gelmiş bir olaydır diyordu 
(https://tr.sputniknews.com/turkiye/201702101027150928-kurtulmus-turkiye-rusya-el-bab-kaza/).

İlk anda, yapılan açıklamaların da etkisiyle durumun gerçekten bir kaza olduğu düşünüldü. Çünkü malum, TSK bir gün önce atağa kalkmış ve El Bab içlerine ilerlemişti. Bu hızlı hareket koordinasyonda bir aksamaya sebep olmuş ve Rusya IŞİD sanarak TSK’yı vurmuş olabilirdi.

Ancak bir TSK açıklaması bu kanıyı tamamen tersine çevirdi.

TSK "09 Şubat 2017 tarihinde uçakla vurulan unsurlarımız takriben 10 günden beri aynı noktada bulunmaktadır diyor ve ekliyordu: “Son olarak 8 Şubat 2017 tarihinde Rusya Federasyonu birliklerinin kontrolünde bulunan bölgeden, dost unsurların bulunduğu noktaya bir roket atılması üzerine, unsurlarımızın bulunduğu noktanın koordinatları son olarak aynı gün akşam saat 23.11'de Humeymim'de bulunan Harekât Merkezindeki sorumlu personele tekrar iletilmiştir.” (http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-38930519)

Olay sonrası yayılan haberlerden anlaşılan, vurulan binanın cephe hattının 5 kilometre kadar gerisindeki TSK geçici karargahı olduğu ve saldırıda hayatını kaybeden 3 personelin de tanklarının bakımını yaptıkları sırada vurulduklarıydı.

Şu an (18 Şubat) itibariyle olayın üzerinden 9 gün geçti ve hâlâ hiçbir mantıklı açıklaması yok.
Sadece açıklama da değil; bu kez 24 Kasım saldırısındaki gibi bir yayın yasağı da gelmedi, ama medyada ve hükümet cephesinde kesin bir sessizlik hüküm sürüyor.

El Bab’da Suriye ile TSK komutasındaki güçler (ÖSO) birbiriyle çatışıyor ve TSK top atışıyla bu çatışmaya müdahil oluyor; Rusya bölgedeki TSK karargahını vuruyor ve bütün bunlar CIA Direktörü Pompeo’nun Türkiye’deki ilk gününde oluyor.

Açık ki “manidar” kelimesinin yetersiz kalacağı bir durum — ve biz daha çok başındayız bu işin.

Çok başındayız, çünkü Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un “El Bab Operasyonuyla Fırat Kalkanı Harekatı hedefine ulaşmış olacak” sözleri bu sefer Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından tekzip edildi.

Erdoğan tekrar 2016 Ekim’indeki söylemine döndü. Ocak ayının 27’sindeki El Bab’da işi bitirmek, daha derinliğine gitmemek lazım” sözlerini değiştirdi ve “El Bab’da durmak yok, hedefimiz Rakka” mealinde bir açıklama yaptı (konuşmanın detayları için bkzhttp://t24.com.tr/haber/erdogandan-hukumet-sozcusune-tekzip-el-babdan-sonra-durmak-yok-hedefimiz-rakka,388398).

Şimdilik Suriye ordusu Tadif’de durmuş ve Türkiye ile Suriye’nin çatışması tehlikesi geçmiş görünüyor. Rusya bir açıklama yaptı ve Suriye ordusunun Türkiye ile anlaşılan geçici sınıra ulaştığını duyurdu. Bu açıklama muhtemelen Suriye ordusuna da bir uyarı niteliği taşıyor (http://www.karar.com/guncel-haberler/rusyadan-flas-el-bab-aciklamasi-suriye-ordusu-turkiye-ile-anlastigimiz-gecici-sinira-geldi-386901).

Hükümetin savaşı El Bab’da bitirmeyip Rakka’ya kadar uzatma kararlılığı, tam da anayasa değişikliği referandumunun yaklaştığı bu günlerde, muhalefet tarafından “evet” oylarını artırmaya yönelik bir sarayın savaşı” hamlesi gibi değerlendiriliyor, bu şekilde eleştiriliyor — ancak bu doğru olmayabilir.

Son günlerde Türkiye tarafında ilginç bir durum gözleniyor.

PKK saldırıları durmuş gibi ve durum, örgütün alınan güvenlik önlemleriyle ezildiği, etkisizleştirildiği şeklinde açıklanıyor.

Ancak aynı anda, neredeyse her gün dağlardaki PKK sığınaklarından biri veya birkaçı, çoğunlukla da içinde kimse yokken tespit edilip basılıyor.

Aaralarında PKK için kesinlikle çok değerli olan Rus tasarımı ATGM Metis füze fırlatıcısının da olduğu silahve cephane ile patlayıcılar ele geçiriliyor.

Bu olguların bütünü, şu an için spekülatif sayılabilecek bir yorumla,PKK’nın Türkiye’deki silahlı eylemliliğine son vermesinin göstergesi olarak okunabilir (bu yazı Viranşehir’deki son bombalı lojman saldırısından önce yazılmıştı).

Bu kış PKK dağdaki kışlaklarına çıkmadığı için, insansız depo ve sığınakların bulunması, TSK’nın gözlem teknikleriyle neredeyse imkansız. Bu takdirde nasıl tespit ediliyor olabilirler? Yerlerinin bizzat PKK tarafından ve bir tür garanti olarak bildirilmesi olasılığı akla geliyor.

Tüm bunların yine Pompeo’nun Türkiye ziyaretiyle eş zamanlılığı da dikkat çekici.

Bu yazının başında anımsattğım, 2016 Eylül tarihli yazımda bu konu şöyle geçiyordu:

“Muhtemelen bu kış bir kırılma yaşanacak. En sağlıklı tahmin, PKK’nın Suriye’deki legalleşme çabasında bir evreyi aştığı düşüncesiyle, Türkiye’de sürdürdüğü ve zaten neredeyse tüm kamuoyu desteğini yitirerek kaybettiği savaşa son vermesi. Sonrasında PKK’nın, Türkiye topraklarından silahsızlanarak çekildiğini, tüm askeri eylemlerine son verdiğini açıklamasıyla, ABD’den kalıcı destek alması ve Türkiye’nin de defansını indirmesini sağlaması mümkün.”

İçinde bulunduğumuz koşullarda bunun gerçekleştiğini söylemek için erken olsa da, gelişmeler şunları gösteriyor: Öncelikle Türkiye, hem IŞİD’ı sınırlarından uzak tutmak, hem de PYD kantonları arasındakalan, daha ılımlı ve kontrolündeki bir Sünni bölgesini El Bab sınırına kadar elinde bulundurmak istiyor. Bu bağlamda Rusya’nın “Suriye ordusunun geldiği sınır” açıklaması, belki de El Bab’ın kontrolünün Türkiye’ye bırakıldığı, tarafların bunun üzerinde anlaştığına işaret ediyor.

Geriye Rakka harekatı kalıyor.

Rakka harekatının kara piyade gücünü ÖSO, PYD ve/ya (en zayıf ihtimalle) Suriye oluşturabilir. Ancak gereken zırhlı birlik ve topçu desteğini verebilecek tek güç, (yine Suriye zayıflığından ötürü sayılmaz ise) sadece Türkiye. Ve aynen de böyle olacak gibi görünüyor.

Ancak Rakka için gerekli piyade desteği, hem Türkiye’nin sahaya sürmek istemiyeceği kadar büyük, hem de ÖSO bu iş için yeterli değil.

Çok kabaca bir karşılaştırmadan hareketle, El Bab’ın güçler dengesi ve çatışma süresi açılarından Rakka’nın ancak1/10 ölçekli bir modeli olduğu söylenebilir. Ayrıca Rakka’nın IŞİD için son direnme noktası olacağına da dikkat edilmeli.

Bu da Rakka Savaşının El Bab’dan bile cetin geçeceğini anlamaya yeterli.

Peki o zaman Rakka’daki piyade gücü kimlerden oluşturulacak?

Geriye tek seçenek kalıyor; YPG.

Genelde öyle görülmese de, El Bab’da işler henüz bitmedi. IŞİD hâlâ direniyor ve kasabanın düşeceği zaman ile ilgili fazla iyimser olmamak gerekiyor.

Ancak belli ki sonunda temizlenecek ve belki de TSK topçusu ile zırhlı birlikleri, kendilerini Rakka önlerinde YPG’yi desteklerken bulacak.

“Rakka muhasara altına alınmalı mı?”

“IŞİD’i oradan çatışarak temizlemek tek doğru seçenek midir?” 

 

Bu gibi sorular için yerim ve zamanım kalmadı. Bundan sonra da olmayacak, çünkü bu benim Serbestiyet’teki son yazım.

Bir gün belki bir başka yerde görüşmek üzere, hoşçakalın.

- Advertisment -