Ana SayfaYazarlarOlmayan 'mutabakat'ın çöküşü

Olmayan ‘mutabakat’ın çöküşü

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 8 Eylül tarihli (dün) Malatya konuşmasıyla "güvenli bölge" konusu nihayet ciddi bir zemine oturmaya başladı. Ciddi bir zeminde değil miydi?

Değildi. 'İlk İHA uçuşu,' 'ilk müşterek helikopter uçuşu' veya 'müşterek kara devriyesi' gibi şeylerin 'göstermelik' olduğu en üst düzeyde ifade/itiraf edilmiş oldu.  

 

Ağustos başında, Türkiye’nin harekât için hazırlıklarını tamamladığı, 80 bin askeri sınıra yığdığı bir anda Amerikan heyeti apar topar Ankara’ya gelerek ‘koordinasyon’ arayışına girmişti. Sonuçta, 5-7 Ağustos tarihlerinde yapılan görüşmelerde üç maddelik bir zoraki mutabakata varılmıştı. Buna göre, Türkiye’nin güvenlik kaygıları giderilecek, Müşterek Harekât Merkezi kurulacak, sığınmacıların ülkelerine dönmeleri için her tür ilave tedbir alınacaktı.

 

Harekât ne zaman yapılacak, ne şekilde, hangi uzunluk ve derinlikte yapılacak gibi soruların cevapları yoktu. Ama o kısa metin kamuoyuna bir başarı olarak sunuldu. Amerika, daha önce de birkaç kez Türkiye’nin harekâtını bu tür manevralarla durdurmuştu.

 

7 Ağustos’ta varılan o mutabakattan sonra akan kronolojiye bir bakalım:

 

12 Ağustos’ta Akçakale’de Müşterek Harekât Merkezi kuruldu.

14 Ağustos’ta ilk İnsansız Hava Aracı (İHA) uçuşu gerçekleştirildi.

21 Ağustos’ta ‘Birinci Aşama Faaliyetlerine’ geçildi.

24 Ağustos’ta ilk ‘müşterek helikopter uçuşu’ icra edildi.

29 Ağustos’ta ikinci ‘müşterek helikopter uçuşu veya ‘hava keşif harekâtı’ gerçekleştirildi.

5 Eylül’de mutabakat kapsamında ‘üçüncü helikopter uçuşu’ yapıldı.

8 Eylül’de ilk ‘müşterek kara devriyesi’ne çıkıldı.

 

7 Ağustos’tan 8 Eylül’e kadar geçen zamanda sahada olanlar bunlardı.

Bu hamlelerle güya sınırda bir şeyler yapılıyormuş havası veriliyor. ‘Hava keşif harekâtı, ‘müşterek kara devriyesi’ gibi afili ifadelerle sıralanan bu görüntülerin sadre şifâ bir tarafı var mı?

 

Gördüğümüz şey şudur: Sınırın Türkiye tarafından üç-dört Türk helikopteri uçuyor; sınırın Suriye tarafında da benzer bir uçuşu Amerikan helikopteri veya helikopterleri yapıyor. Bizlere ‘hava keşif harekâtı’ diye sunulan şey bu!

 

Türkiye’nin haber kanalları da, maalesef, bunları Fırat’ın doğusuna yapılacak harekâtın hazırlıkları diye ‘son dakika’ haberi olarak veriyor. İnsanlar, sınırda ciddi bir takım tedbirler alınıyor zannediyor. (Medyanın hali ortada, mesele kötü niyet falan değil, doğrudan kapasite sorunu, maalesef böyle. Türkiye’nin etrafında olup bitenlere karşı duyarsız, algıları kapalı bir medya gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yeri gelmişken belirtelim, Türkiye’de medyanın durumunu ülkenin millî güvenlik sorunlarının dışında düşünmek yanlış olur.)

 

 

Velhasıl, ortada somut bir şey yok.

Cumhurbaşkanı’nın Malatya’daki sözleri bunun teyidi oldu:

 

“Bu iş öyle 3-5 helikopter uçuşuyla, 5-10 araç devriyesiyle, göstermelik birkaç yüz askerin bölgede bulunmasıyla olacak iş değildir…”

 

Cumhurbaşkanı doğru söylüyor söylemesine ama, bu göstermelik hamlelere neden ‘olur’ verildiğini de açıklaması lazım.

 

Zira, Ankara’da Amerikan heyetiyle 5-7 Ağustos görüşmeleri yapılırken pek çok kişi Amerikalıların ortaya koyduğu tavra bakarak bu ülkenin Türkiye’nin güvenlik endişelerini ciddiye almadığını, niyetinin ‘Fırat’ın doğusunda PKK/YPG için güvenlikli bir alan yaratmak’ olduğunu, bunun Türkiye için bir ‘tuzak’ olduğunu yazdı çizdi.

 

Amerikan tarafı Türkiye’nin harekât sahasını –özellikle harekâtın derinliğini– ‘en fazla 15 kilometre’ olacak şekilde sınırlandırmaya çalışıyordu. Yani Türk askerinin sınırdan güneye doğru en fazla 15 kilometre derinliğe inmesini istiyorlardı. Böylece hem Türkiye, ‘harekât yapmış olmak için harekât yapacak’, yani bir tür kum havuzunda oynayacak, Türk kamuoyunun gözü boyanacak, hem de daha güneydeki bölgeler PKK/YPG unsurları için güvenlikli bir alana dönüşecekti. Irak-Suriye hattı boyunca kurulan ‘terör koridoru’ da kesintiye uğramamış olacaktı. Amerikan tarafı kurulacak “güvenli bölge”nin sorumluluğunun Türk askerine bırakılmasına da yanaşmıyordu.

 

Buna rağmen Ankara görüşmelerinden ‘mutabakat’ çıktı. Tabii nasıl bir mutabakat olduğunu hiçbir zaman anlayamadık. Harekâtın ne zamanını, ne kapsadığı alanı öğrenebildik. Hatta, mutabakat metninde yer aldığı anlaşılan o göstermelik hamleleri de ancak ortaya çıktıkça öğrenebildik.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, aşağı-yukarı 30 gün sonra aynı çizgiye gelmiş görünüyor. İki gün önceki sözlerinde şu ifadeler var:

 

“Anlaşılan o ki müttefikimiz, bizim için değil terör örgütü için güvenli bir bölge oluşturmanın peşinde. Böyle bir anlayışı reddediyoruz. Eylül ayı bitmeden kendi askerimizle güvenli bölgeyi oluşturmazsak kendi yolumuza gitmekten başka çaremiz kalmayacak.”

 

‘Mutabakat’ta Türkiye’nin geri adımı

 

Cumhurbaşkanının  27 Ağustos’ta, Moskova’dan dönerken gazetecilere yaptığı açıklama şudur:

 

 “20 milin dışında bir teklifle arkadaşlarımızın karşısına geldiler. Yani derinliği daha da daralttılar. Bunun üzerine ben de Hulûsi Paşa ve ekibine dedim ki, ‘Bunu burada şöyle ya da böyle yapmanıza gerek yok.  Biz bunu bu şekilde bir başlatalım ve bu süreci sürdürelim. Daha sonra da zaten gereği yapılır’ dedik ve adımı attık…” (28 Ağustos, Sabah)  

 

Cumhurbaşkanı, 30 Ağustos günü de Cuma namazı ardından gazetecilere şunları söylüyor:

 

Sayın Trump ile ağırlıklı olarak Münbiç konusunu ele aldık. 20 mil talimatı olmuştu. Bu 20 mil konusunda daha sonra Amerikalı heyet bizim heyetimizle yaptıkları görüşmelerde bunu biraz daha daraltma gibi bir durumları oldu. Ve arkadaşlarımız bu konuda onlarla belli bir, geçici de olsa mutabakatı sağlamış durumdalar.”

 

‘Bu şekilde bir başlatalım’ yaklaşımı uluslararası ilişkilerde son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir. O günlerde de yazmıştık, görüşmelerin sonuçsuz kalması, Türkiye’nin orta-uzun vadede hareket/harekât alanlarını sınırlandıran bir ‘mutabakat’tan daha iyidir. Nitekim, Birleşik Ortak Görev Gücü (Uluslararası Koalisyon) komutanlarından General Nicholas Pont, Ankara’daki bu mutabakatın ardından ‘Rojava’ sahasındaki ‘ortaklarıyla’ bir araya geldiğinde onlara şunları söylüyordu: “Uluslararası Koalisyon sınır güvenliği konusunda Türkiye ile anlaşma yaptı. Bugünden itibaren Suriye Demokratik Güçleri  (SDG) üzerinde Türkiye’nin hiçbir tehdidi olmayacaktır.”

 

Ankara’da nasıl bir mutabakata varılmış olmalı ki Amerikalı komutan böyle konuşabiliyor?

 

Allah’tan, Ankara erken uyanmış görünüyor.

 

Geldiğimiz noktada, Amerika’nın ikili oynadığı, oyalama taktiği güttüğü, Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “terör örgütüyle bizi aynı zeminde idare etmenin hesabını yaptığı” görülüyor.

 

Cumhurbaşkanın Malatya’daki sözleriyle 5-7 Ağustos ‘ta varıldığı açıklanan o mutabakat anlamını yitirmiş, fiilen çökmüştür.

 

Bundan sonra ne olur?

 

Eğer Türkiye, konuştuğunu yapar ve her türlü riski göze alarak sahada ‘ne kadar güç kullanmak gerekiyorsa onu kullanmakta kararlı’ davranırsa sonuç alır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunun takvimini ‘Eylül sonu’ olarak veriyor.

 

Suriye sahasının bize öğrettiği şey, Türkiye’nin kendi gücünü devreye sokarak sahaya her girdiğinde kazandığıdır. Arap Baharı sonrası jeopolitik ortam gösterdi ki; Türkiye’nin oyun kurucu gücü yoktur ama oyun bozucu gücü vardır. Yani Türkiye’ye rağmen oyun kurmak, hele hele bunu Türkiye’nin stratejik güvenliğini tehdit edecek şekilde yapmak mümkün değildir.

 

Amerika’nın Suriye sahasında YPG’ye, Ekim 2014’ten beri yani aralıksız beş yıldır hem havadan hem kara yolundan silah ve mühimmat sevkiyatı yaptığını biliyoruz.

 

Kamuoyuna ilk olarak “beş bin tır dolusu” diye duyurulan bu sevkiyat, zaman içinde önce “13 bin tır”, bir süre sonra “23 bin tır” ve en sonunda üç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “30 bin tırdan fazla” diye açıklandı.

 

Bunun anlamı açıktır: Amerika Birleşik Devletleri, Suriye’nin kuzeyinde PKK’ya bir ordu kuruyor! Bu ordunun, hazır hale geldiğinde kime karşı nasıl bir silahlı mücadele verdiği ortada. Bir devlet, 35 yıldır silahlı mücadele veren bir örgütün kendisine karşı bir ‘orduya dönüşmesine” müsaade etmez.

 

Amerika Birleşik Devletleri, 1991’de 1. Körfez Savaşı’yla bölgede Kürt jeopolitiğini harekete geçirmiş, 2003 Mart ayında Irak’ı işgal ederek bu harekete daha da ivme kazandırmıştır. 2011 Mart ayından sonra bunu Irak’tan Suriye sahasına da taşımasıyla tablo Türkiye açısından tam anlamıyla bir ‘stratejik tehdit’e dönüşmüş durumda. Irak ve Suriye’nin fiilen parçalanmış olmaları, Amerika’nın 1997’den beri “terör örgütü” olarak gördüğü PKK’yı artık “güvenilir ortak” haline getirmiş olması, örgüte beş yıldır silah ve mühimmat akıtması Türkiye’nin geç de olsa gözünü açmıştır. Bu tablonun “IŞİD’le mücadele” diye izah edilecek bir tarafı yok.

 

Türkiye bu gücünü bir kez daha göstermek, bunu kanıtlamak zorunluluğuyla karşı karşıya. Eğer Eylül’de New York’taki görüşmelerde Türkiye’yi tatmin edecek gerçek bir mutabakata varılamazsa -ki bunun olabileceğini hiç tahmin etmiyoruz- Türkiye tek taraflı bir askeri harekâta girişecektir. Çünkü halihazır tablo, Tayyip Erdoğan’ın geçen yılın sonunda kullandığı ifadeyle, ‘Türkiye’yi her türlü riski göze almayı gerektiren bir noktaya getirdi.’

 

Bunun bir bedeli olmaz mı? Olur, olabilir; ama hiçbir bedel hareketsiz durup beklemenin orta–uzun vadede yaratacağı tahribattan daha ağır olmayacaktır. Nasıl bir tahribat, diye soranlara cevabımız şudur: Irak ve Suriye’dekine benzer bir tahribat!..

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -