[16-17 Nisan 2017] O gün bugündür, diye eklemişim, “Pirus zaferi” deyimi, boş ve kof bir başarıyı, ya da çok pahalıya mal olduğu için neredeyse yenilgiyle bir sayılması gereken bir galibiyeti anlatmak için kullanılıyor.
2014’ten bu yana, siyasette “dar” ve “geniş çizgi” kavramları hakkında yazdığım pek çok yazıdan biriymiş. AK Parti liderliğinin, daha spesifik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, gitgide darlaşan bir çizgi izlemesinden, dolayısıyla daha sınırlı ittifaklara kapanmasından giderek endişelenmeye başlamışım. Bu yönelimin, kendilerini “reisçi” olarak tanıtan bir çevrenin her türlü farklılığa tahammülsüz saldırılarıyla elele gittiğinin ve sonuçta pek çok insanın AKP’nin entellektüel çevresinden tek tek kovalandığının, bunun da hükümet medyasını habire sığlaştırdığı ve çoraklaştırdığının altını çizmişim. Marksizmingeçmiş dogmatizmi, mutlakçılığı ve dolayısıyla fraksiyonlaşmasından dersler çıkarmaya çalışmışım, bu açıdan. Stalin’in apparatchik’lerinin, ya da Çin Kültür Devrimi’nin Dörtlü Çete’sinin herkese ve her yöne kılıç sallayan “sol sektarizm”inin AK Parti hareketindeki karşılığının Pelikancılar veya “en öz hakikî reisçiler” olmasını, tarihin garip bir tecellisi olarak kaydetmişim.
İçimden hep, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendisini giderek daha aşırı noktalara çeken bu çıkar çevresine yaslanmaktan kurtulmasını; daha geniş düşünmesini ve gerek AKP’nin kendi içinde, gerekse diğer parti ve akımlarla ilişkiler çerçevesinde tekrar birleştirici söylem ve politikalara yönelmesini dilemişim. 15 Temmuz darbe girişiminin yenilgiye uğramasının ardından, böyle bir “Yenikapı Ruhu” fırsatının belirdiğini düşünmüşüm, Erdoğan’ın ve AKP’nin önünde. Oysa Erdoğan ansızın Devlet Bahçeli vasıtasıyla (her nasılsa tam zamanında?!) sunulan başka bir fırsata yönelmiş: Sadece başkanlık sisteminden ibaret, üstelik de normal bir başkanlık sisteminin denge ve denetleme mekanizmalarını içermeyen, yürütmeyi makul ölçülerin ötesinde güçlü ve aşırı güçlü kılan bir anayasa değişikliği! Tartışmaları okuyup izledikçe, benim de eleştirilerim giderek çoğalmış. Belki teklifin içeriğinden de çok, kampanyayı çevreleyen ve eksenlendiren “Erdoğan kültü” irkiltici boyutlara ulaşmış. Siyaset daha ne kadar zorlanabilir? Bu tür kaygılarla kaleme almışım, 7 Ocak’taki o ilk “Pirus zaferi” makalesini.
Ne kadar iyi etmişim. Pratikte tamamen boşa gitmiş, hiçbir işe yaramamış gibi gözükse de.
* * *
Şu 16 Nisan 2017 Pazar gecesi, kendilerini AKP ve hükümet yanlısı gösteren bazı yorumcuları dinliyorum radyo ve televizyondan. Zafer şarkıları söylüyor; muhalefeti kastederek (mealen) “yenilmeyi de öğrenecekler, büyük başarımızı kabul etmeyi de öğrenecekler” diye konuşuyorlar.
Karanlıkta ıslık çalmayı çağrıştırıyor bana. Yukarıda sözünü ettiğim, Asculum’dan sonra pür telâş Pirus’un zaferini kutlayarak gözüne girmeye çalışan “dost”larını hatırlatıyorlar.
Hangi zafer? Hangi başarı?
Haftalardır, maddî olanaklar ve yoğunluk bakımından son derece eşitsiz bir kampanyaya tanık olduk. En basiti, medyada eşitlik veya orantılılık diye bir kural kalmadı. Bir OHAL KHK’sıyla, özel televizyon kanalları iktidara ve muhalefete eşit zaman ayırma yükümlülüğünden azad edildi. Devlet-özel demeden bütün kanal ve mecralarda sadece Evet’in sesi duyulur oldu. AKP, taraftarlarını oradan oraya taşıyarak İstanbul ve İzmir’de muazzam mitingler düzenledi. Kamusal alanları ezici çoğunlukla Evet afişleri, bayrakları, pankartları kapladı.
Peki sonuç?
Akşam 17:30 sularında başladım açıklanan verileri izlemeye. O sırada Evet yüzde 65, Hayır yüzde 35 dolaylarındaydı. Alt yazılar 63 ilde Evet, 18 ilde Hayır önde diyordu.
Doğudan batıya sandıklar açıldıkça, her beş on dakikada bir değişti durum. Evet illeri 62, 61, 60, 59 diye gerilemeye başladı. Galiba sonunda 48-33’e geldi. Oranlar da aynı şekilde çentik çentik oynadı; Evet’ler yüzde 60’ın, derken 58’in, derken 55’in, nihayet 52’nin altına indi. Anketlerin büyük çoğunluğu haftalardır farkı çok az, sonucu ise bıçak sırtında gösteriyordu. İbre 51.4 – 48.6’da karar kıldığında bunların hepsi doğru çıktı. Bir tek Adil Gür’ün son günlerdeki yüzde 60-61 Evet tahmini, objektif profesyonelliğin uzağında kalmanın aşırı bir örneği olarak zihinlere kazındı.
1 Kasım 2015 seçimlerinde, AKP + MHP oyları yüzde 62’yi bulmuştu. Aynı iki partinin ittifakı 5 milyon oy kaybetti, 16 Nisan 2017’de. Evet-Hayır farkı saatler boyu eridi ve (toplam 49-50 milyon oy üzerinden) sadece 1,330,000’de kaldı. Dahası, hemen bütün büyük şehirler Hayır cephesine gitti: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana… İstanbul’un ilçelerine yakından baktığımızda, geçmiş bütün seçimlerde AKP’nin kalesi gibi gözüken Fatih ve Üsküdar’da dahi çoğunluk Hayır’ın oldu. Türkiye’nin sosyo-ekonomik bakımdan en gelişmiş, en sanayileşmiş bütün bölgeleri — İstanbul dahil kuzey ve batı Marmara’nın tamamı; Ege, İç Ege ve bütün Akdeniz kıyı şeridi — geçmişte CHP’nin kazandığı illerden çok daha fazlasını kapsayan bir bütün halinde, ekranlarda Hayır’ın “mavi”sine boyandı.
Aşikâr ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 2002’den bu yana geçen 15 yılın bütün başarılarını, olanca kimlik ve aidiyet birikimini, âdetâ siyasî sermayesinin tamamını bu anayasa değişikliği ve aşırı güçlendirilmiş başkanlık sistemi uğruna ortaya sürmesi, bizzat kendi partisini çok zorladı ve çatırdattı. Şimdi bunun da faturasını Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Bülent Arınç gibi “olağan şüpheli”lere çıkarmak tabii çok kolay — ama bir o kadar da yanlış olur kuşkusuz. Sormak gerekmez mi: acaba bu küsmelerde, kırgınlıklarda, tasfiyelerde, kenara itilmelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en azından cevaz verdiği tutum ve politikaların hiç mi payı yok? Bu da bir “dar çizgi” tezahürü ve sonucu değil mi? Pelikancılar AKP’nin bu gibi kıdemli kadrolarına olanca hoyratlıkları, kadir kıymet bilmezlikleri içinde saldırdıkça (saldırtıldıkça), küskünlüklerin ve fay hatlarının belirginleşmesi “kendi kendini doğrulayan bir kehanet” (self-fulfilling prophecy) halini almadı mı?
* * *
Açık söylemek gerekirse, AK Parti’nin bir tek kısmî başarısı var bu referrandum oylamasında — ki o da Güneydoğu ve Kürt oylarıyla ilgili olup, AKP’nin kendisinden çok PKK-HDP’den kaynaklanıyor. Kandil’in 2015 ortasında ilân ettiği “yeni devrimci halk savaşı” çerçevesinde yürürlüğe koyduğu hendek-barikat taktiklerinin, HDP’nin de kendini bu yıkım ve ölüm çizgisinden ayıramamasının neye mal olduğu, 16 Nisan oylamasında ortaya çıktı. Gerçi Kürtler toptan HDP’den AKP’ye kaymadı. Ama bir kısmı kaydı ve bu da sonuç üzerinde çok etkili oldu. Bir yönüyle, Kürt illeri toptan Hayır verdi ve bu, hemen bütün liderliği içeride olan HDP’nin her şeye rağmen gücünü önemli ölçüde koruduğunu gösterdi. Diğer yandan, Hayır oyları tahminlerin altında kaldı; tersten söyleyecek olursak, AK Parti’nin oyu 7 Haziran ve hattâ 1 Kasım 2015 seçimlerinin hayli üstüne çıktı. Diyarbakır’ın üç ilçesinde çoğunlukla Evet çıkması, değişimin belki en çarpıcı göstergesiydi.
Şu 16 Nisan gecesi NTV’de dinlediğim İsmet Berkan, ince saptamalarla daha da sivriltti bu argümanı. Evet oylarının, 1 Kasım 2015 seçimlerindeki AKP + MHP oyları yüzdesini sadece 14 yerde aştığını, bunların da hepsinin (başta Hakkâri) Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt illeri olduğunu rakamlarla gösterdi. Berkan’a göre, bu 14 yerde HDP’den AKP’ye geçen Kürt oylarının toplamı 400,000 kadardı ve ülke genelinde Evet’in kazanmasına tâyin edici bir katkıda bulunmuştu. Bu 400,000’i Evet’lerden çıkarmakla yetinirseniz aradaki 1,330,000 fark kabaca 900,000’e; bir de Hayır tarafına eklerseniz 500,000’e düşüyordu. Bana göre bu, kısa vâdede Erdoğan’ın Kürtlere çok şey borçlu olması; orta-uzun vâdede ise (Berkan’ın dediği gibi) Kürtlerin bundan böyle Türkiye siyasetinde ve meselâ 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belirleyici bir rol oynamaya aday gözükmesi demekti.
* * *
Öyle veya böyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan hayli hırpalanmış çıktı 16 Nisan referandumundan. Bakmayın, bu akşamın “zafer” konuşmalarına. Evet, aritmetik olarak kazandı, 48.6’ya karşı 51.4’le. Ama umduğu bu değildi. Sonucun hukukî meşruiyeti su götürmez. Siyasî realite ise başka bir mesele. Referandum, Erdoğan’a aradığı momentumu, insiyatif gücünü, etik ağırlığı bahşetmedi. Tersine, karizmayı ciddî surette çizdirdi. Bu anayasa değişikliği macerasına hiç girmeseydi içinde bulunacağı duruma kıyasla çok daha zayıf ve kırılgan bir konuma girdi.
Özetle, şimdi daha kolay değil çok daha zor bir dönem başlıyor Cumhurbaşkanı Erdoğan için. Bir, kendi eliyle soğuttuğu ve önemsizleştirdiği partisiyle barışabilecek, AKP’ye şahsiyetini tekrar kazandırabilecek mi? İki, AKP dışındaki o yüzde 48 küsurluk Türkiye ile barışabilecek, yaraları sarabilecek mi? Üç, referandum kampanyası sırasında milliyetçi söylemi ve tavıralışı güçlendirmek adına çok fazla kavga ettiği, aşırı ağır şeyler söylediği Batı ve AB ile biraz olsun barışabilecek mi? Bunların hepsi ciddî bir esneklik, kapsamlı bir muhasebe ve yeni bir “geniş çizgi” vizyonu gerektirmekte.
Temelde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da var bu suples ve pragmatizm. Ne ki, geçmişteki seçim zaferlerini izleyen “balkon konuşmaları”nın birleştiriciliğinden uzaktı 16 Nisan akşamındaki tavrı. Özellikle milliyetçi zemini sağlam tutmak adına Batıyı hedef göstermeyi sürdürmesi, üzerine bir de “ilk işimiz idam” demesiyle, doğrusu pek umut vermedi.