Ana SayfaYazarlarYüzyıllık yalnızlık: Osmanlı medeniyeti

Yüzyıllık yalnızlık: Osmanlı medeniyeti

Yaprak Zihnioğlu

 

Neredeyse yüzyıl olacak, Kemalizmin Osmanlı mirasını en iyi tabirle bütünüyle reddedişi, aşağılayışı, değersizleştirişi, dezenformasyona tabi tutuşu;  gerçeklerin ortaya çıkmaması, tarihe ulaşılmaması için eski harflerin unutturulmasından tutun, belgeleri kilit altında tutma “önlemleri”ne varan tarih tahripçiliği başlayalı… Üstelik bütün bu tahribatı oluşturan akıl dışı ve nitelikten yoksun içeriğin virgülüne kadar değişmeden, ezberlerle günümüze değin, bilim alanı dahil her düzeyde yaygın biçimde kabullenilmesi, herhalde yalnızca bu ülkeye özgü. Bana kalırsa sadece bu olgular bile sosyal bilimler alanında araştırılması gereken önemli bir konuyu oluşturmalı. Yani sosyal bilimler ve tarih bilimi Türkiye’de Osmanlıya bakmadan önce kendine bakmalı ve bu alandaki bilim-karşıtı bir pozisyona varan yanlılık ve endoktrinizasyon gibi sorunlarıyla karşılaşmalı.

 

Yine de, Osmanlı üzerine eleştirel tarih çalışmaları 80’lerden bu yana gelişme gösteriyor; ancak eski harfli yazı sorunu “çeviri tarih”le baş etmeyi zorlaştırdığı gibi, 600 küsur yıllık uzun bir devirler manzumesini tüm detaylarıyla anlama zorluğu, ilâve olarak tarih bilimlerinde açık seçik biçimde Osmanlı araştırmalarının ihmali ve benzeri engellemelerle, bu çalışmaların ancak emekleme devresinde olduğu da bir gerçek.

 

Bugün Osmanlı mirasına bakarken ve değerlendirirken, Osmanlıyı “ne olduğundan fazla ne de eksik görmek” gibi bir nesnel ölçütün oluşmasının zamanı geldi: Osmanlının neliğini objektif ölçütlerle saptayabilmek ve kavrayabilmek. Yüz yıllık bir gecikme ile Osmanlıya nesnel ve eleştirel bir yaklaşımla bakabilirsek, sanırım, bugünün dünyasını, Batı devletlerince Osmanlı sonrasında adlandırıldığı üzere “Ortadoğu”yu, Batı karşısında İslâmiyeti, İslam felsefesini, kültürünü, medeniyetini ve tarihini anlamak üzere ilk adımları da atmış oluruz. Tanzimat döneminin aydınlarınca yürütülen, İslâm medeniyetinin Avrupa medeniyetine üstünlüğü, müreccah (tercih edilir) oluşu gibi tartışmaları anlayabilmek, ancak tarafsız ve yansız bir bakışla mümkün. Keza, aynı dönemin düşünür ve aydınlarının, endüstri devrimi ile bilim ve teknolojideki ilerlemenin motoru olduğu Avrupa uygarlığının “fenlerinden” yararlanıp kültürel kimliği korumak gerektiği tezinin açılımlarını anlamak ve değerlendirebilmek de öyle.

  

Görebildiğim kadarıyla, Osmanlının bir asır önce yıkılışı ve değersizleştirilmesi, aslında İslâmiyetin de aynı kadere tabi tutulması demekti. Elbette bu denli köklü bir dini yıkmaktan söz edilemez; ama içeriğinin, düşünsel ve kültürel mirasının boşaltılması, yok sayılması, Batı-merkezli bakışla Müslümanların katı kuralları olan modernizme tabi tutulması, “yönetilir ve sınırlanır” hale getirilmesi stratejisinden ya da mühendisliğinden bahsedebiliriz.

 

Bu muamelenin iki yönü vardı. İlki iktisadiydi. Dünyanın geniş yeraltı kaynaklarının üzerinde, endüstri devrimini gerçekleştirmemiş geleneksel toplumlar, daha çok Müslümanlar ve eski usul devletleri yaşamaktaydı. Bu kaynaklara ulaşmak için söz konusu toprakların sömürgeleştirilmesi veya üzerlerine manda rejimlerinin kurulması acilen gerekliydi. İkincisi, bunu yapabilmenin yolu, son büyük İslâm devletini (Osmanlı İmparatorluğunu) ve İslâmların “koruyucusu”nu, yani hilâfetin sığındığı makamı (“hilafet-penâhî”yi)  “ilga etmek”ten geçiyordu. (Burada bir parantez açmak lazım: Sünni-Şii ayrımı o devirlerin koşullarında, bugünkü ulus-devletin doğurduğu şiddette ya da biçimde değildi. Bu, ayrı bir yazı konusu.) Elbette bu yokedişe kültürel kıyımın eklenmesi zaruriydi. Böylece bin yılı aşan bir medeniyet tarihinin kültürel lince tabi tutulması, Batılı “toplumbilimciler” ve düşünürler tarafından gerçekleştirildi ve meşrulaştırıldı. Siyaseten, İslâmların yaşadığı coğrafyadaki Batı mandacılığını benimsemiş “siyasetçi”lerce bu programın kabullenilmesi ve uygulamaya konması fazla zor olmadı.

 

Bu varsayımlar eğer doğruysa, bugüne değin gelen alt dalganın Hıristiyanlık ile İslamın eşitsizlenmesi ve esas olarak ikincisinin değersizleştirilmesine dayalı olduğunu da öne sürebilirim. Bunun faillerini bir kez daha tekrarlamaya gerek yok. Bu eşitsizliğin yarattığı yüzyıllık öfke birikiminin İslamiyetin Selefi yorumuyla birleştiğinde nasıl acımasız bir hale dönüştüğünü ise bugün esefle yaşıyoruz.

 

Bugün Osmanlı nedir gibi bir soru soracak olsak, ben buna “bir Doğu-Batı imparatorluğuydu” yanıtını verirdim. Yani Osmanlı ne tam Doğu ne de tam Batı idi. Şarkın ve Garbın, bu iki büyük geleneğin birbiriyle mezc olduğu (içiçe geçtiği), İslamiyetin yeryüzündeki tüm tek-tanrılı dinlerin ve mezheplerinin temsilcileriyle birlikte yaşadığı ve birbirinden öğrenmeye dayalı ortak bir kültürün yaratıldığı, Avrupa ile güçlü etkileşimleri olan bir eski medeniyetti ve bu nedenle de benzersizdi. Bu Şarki-Garbi imparatorluğun elbette hâkim unsuru Müslümanlardı ve kültürel yönlenmeyi gerçekleştiren onlardı. Osmanlıların, zaman zaman İslamiyetin ortodoks yorumlarının da egemen olduğu, bir sarkaç gibi bağnazlıkla açıklık arasında gidip gelinen uzun bir tarih diliminde yaşadığını biliyoruz. Yine de Osmanlı medeniyeti, İslam felsefesi ve medeniyetinin Anadolu’daki en eski medeniyetlerden, antik Mezopotamya’dan, Mısır’dan, Roma’dan, Bizans’tan süzülüp gelen bilgilerden esinlenerek farklı kültür, etnisite ve dinlerin birlikteliğinde yeniden yoğurulmasıyla özgün bir İslamiyet anlayışının ve yaşantısının ortaya çıktığı melez bir kültür ve medeniyetti. Bir geçiş yolunun üzerindeki tüm kalıntıların izlerini taşıyan, kendine özgü ve herhangi bir kategorizasyona tam uymayan bir yapı, bir oluşum ve bir tarihtı.  Bırakın, bugüne kadar gelen “kardeş katili padişahlar” gibi zavallı tanımlamaları bir yana; tam anlamak ve anakronizme düşmemek için özel çaba göstermek gereken bir karma kültürdü. Bence Osmanlı mirası işte bu karma kültürden/medeniyetten başka bir şey değil. Yakınlaştıkça anlaması zor olan da bu özelliği.

 

Buradan Osmanlı ve siyaset, hattâ dünya siyaseti konusuna gelirsek, Osmanlının iade-i itibarı talebi yıllarca “sağ” iktidarlar tarafından gündeme getirildi; ancak bu talebi öne sürme cesaretini gösterenler kamuoyuna yansımasından bile çekiniyorlardı ve pazarlık masasından hep kaybederek kalktılar.  Bu çekingenlik bugüne değin sürdü.  

 

Buradan bakıldığında alta konumlanmış olduğundan kuşkum olmayan İslamiyetin son yüz yıl içinde siyasileşmesinin,  bir tanınma/kabul ve eşitlik talebi haline gelişinin analizi, bir başka yazının konusu olmalı.

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik