İnsanoğlunun tarihinde dil, sözlü iletişim mi önceydi, müzik mi? Yani ayağı yontulmamış, köşeleri yuvarlanmamış taşa değince ses çıkarabildiğini keşfeden atalarımız ortak nidaları kelimelendirip bir konuşma dili mi yarattı… Yoksa derdini anlatırken duruma uygun sesler, bir tür melodiler çıkardı da şarkı, türkü, uzunhava fas(ı)lından mı işe başladı?
Yahut ikisinin de kökeninde ortak, iç içe bir mesele mi yatıyor… Yanıtlanmayan soruların ülkesinde gayet lüzumsuz görünen bu soru, kaynaklardaki bir benzetmeye göre “Yumurta mı tavuktan…” esprileriyle yatışan bir durum değil.
Bu mevzuda Darwin’in insanın evriminde dilden çok müziğe benzeyen bir “müzikal ön dil”in etkili olduğunu savunan varsayımından hareketle bazı hayvanların ses anatomisine, “melodili” durum seslerine, bebeklere dair örneklerle savını kuvvetlendirmeye çalışan “Önce müzik”çiler de var; karşıtları, “dil”in temel tanımından, evrimin basamaklarından yola çıkıp bu tartışmayı baştan gereksiz bulanlar da…
İte kaka “şarkıcı” yapılanların bir kısmının çıkardığı sesleri, Yontma Taş Devri’ni çağrıştıran “melodi”leri düşündüğümde, geveze medeniyetin çığlık çığlığa şakıyan korolarla başladığını savunmak, “Önce müzik azizim” demek, mûzipal muhabbetler açısından daha eğlenceli. Yine de pek ilgimi çeken bir tartışma, muğlak, heyecanlı bir münazara değil gibi. Kesin konuşmuyorum yani, durduk yere neme lazım.
“Ölürsem kabrime gelme” felsefesi
Neyse, üzerinde anlaşabileceğimiz şeylerden gidelim. Müziğin iletişimde bir ifade biçimi olduğu açık. Müzikal tarihimiz de saf hâliyle “derdini anlatma”nın, hatta onu ummana dökmenin rengârenk tarihi bir bakıma. Ülkemiz, Müzik Sosyolojisi’ne, “Şarkı Antropolojisi”ne meyilli uzmanlık alanları için de bir cevher.
Murat Belge’nin “Tarihten Güncelliğe” kitabında “arabeskin oratoryosu gibi bir şey” olarak nitelendirdiği Zeki Müren’in “Kahır Mektubu”, sekiz-dokuz sayfalık şahane bir sosyolojik makale mesela. Aynı kitaptaki İbrahim Tatlıses’in Nükhet Duru’yla “Ölürsem Kabrime Gelme” tefrikası da Türkiye’deki “ağır fotoroman hamlemiz”in seçkin, felsefi örneklerinden.
Belge’nin deyişiyle hepsinde “Kör talihle zalim kader işbirliği içinde”. Halkımızın duygularını, neler çektiğini, tüm hikâyesini şarkılardan kabaca öğreniyoruz. Ki bu ülkede müfredata uygun şarkılarla, türkülerle, marşlarla, “şarkı marşları”yla eğitimin şart olduğuna, daha önceki “Uygun adımla marşla radyo tarihi” ve “Yedi paşadan darbe şarkısı siparişi” yazılarımda değinmiştim.
“Şair burada ne demek istemiş”
Ancak o örgülü müzikli eğitimde kulaktan dolma bilgilerle sınırla kalmamak, konuyu görerek anlamak, göstererek açıklamak, meseleyi canlandırarak izah etmek, bıkmadan “tekrar yapmak” da gerekli. İşte yaşadıkça güzel Türkçemizde “açıklamalı-izahlı” kelimelerini birlikte kullanma refleksi, tedbiri de oradan geliyor mesela örneğin.
Çünkü kahır, isim-fiil-mastar-zamir vs. halleriyle hayatın, etkileşimin her alanında bereketli, anahtar bir kelime. Elin, kolun, kafan, yani kendin dâhil herkese, ayağını çarptığın sehpa dâhil canlı cansız her şeye, tam takım dünyaya kahredebiliyorsun. Durup dururken, oturduğun yerde kahrolmak da mümkün…
Onu sözlük anlamıyla “insanın içine işleyen derin üzüntü” filan diye birkaç kelimeyle özetleyerek kabaca açıklıyorsun da, derin, hemen her duruma denk gelen mânâlarını izah etmen de gerekiyor. Bir de şarkılarda, güftelerde “Sanatçı, şair burada ne demek istemiş?” muammasını düşünün.
Şarkının mânâsını kavrayamama, ötesi kahırla, acıyla mutluluğun, sevgiyle şiddetin, iltifatla hakaretin iç içe geçtiği yalan dünyamızla, dilimizle yanlış anlama riski büyük. İşte müzik basınla, medyayla, sinemayla el ele veriyor bunu da düşünüyor, bu kamu hizmetini ihmal etmiyor.
Klipte fotoroman altyapısı
Başöğretmenliği, başrolü şarkıcılara dağıtan, hikâyesini onun şarkısından kuran “fotoromanla izah” furyasına, Serbestiyet’teki “Türkünün PopStar’ından Bayan Yoh Yoh’a (28 Kasım 2021)” yazımda, 20 fotoromanda yer alan Erol Büyükburç’a, Cem Karaca’ya farklı açıdan değinmiştim az biraz.
Pop müziğin tarihi, o furyada kendine bir an yer bulan her şarkıcının fotoromanıyla “açıklamalı-izahlı” bir tarih zaten. Öyle ki çoğunda sanatçı anlattığı dönemin, “şey”in kostümüne bile bürünüyor. Gazetelerdeki, dönemin mecmualarındaki tefrikaları daha yayınlanmadan “Böyle bir fotoroman daha yapılmadı” anonslarıyla yarışıyor.
Arabesk fotoromana gelince o da bir dünya. O altyapının da eşsiz katkısıyla bir de film, video klip tarihimiz var ki ayrı maden. Bu yazımda onun tünellerinde, Türk Sanat Müziği’nden Türkçe Pop’a, arabeske, tüm harfleri şapkalı okunan “fantazi”ye uzanan külliyatında dolaşmaya çalışacağım.
Her şarkıya bir film furyası
Bizim kuşağın hatıralarında Yeşilçam’ın şarkılara çektiği film furyasına denk gelmemek imkânsız. Ankara’da üç, üç buçuk saat boyunca nefes nefese izlediğin yabancı filmlerin, “Spartaküs”ün, “Ben-Hur”un, “Alamo Kalesi”nin, “West Side Story”nin, “Dr. Jivago”nun, James Bond serisinin, Kubricklerin, Hitchcockların efsane dünyasında sıra onların gişelerine gelmese de… O filmlere bir yerde/zamanda, mesela Yazlık Sinema’da, Açıkhava’da yakalanıyorsun.
Kaçıranların bugün de izlemesi, eğitimindeki o boşluğu, filmleri Yeşilçam çeyizinden dürülmüş, dizileri o mirasla semirmiş, güncellenmiş TV kanallarıyla doldurması mümkün. Zeki Müren’in 1950’lerdeki “Beklenen Şarkı”, “Berduş”, “Bahçevan” gibi kült filmlerinin ardından o furya, “tutulan her şarkıya bir film” piyasasıyla artarak sürüyor.
Artistler Aile Gazinoları’nda
Sinemalar poptan arabeske, tür olarak duygusal-komediden drama, “konulu, açıklamalı-izahlı yerli müzikal”lerle sarsılıyor. “Filmjenik” olmasa da, asla rol yapamasa da müziğin her türünden şarkıcılar Yeşilçam’da başmisafir oyuncu.
Ünlüysen oyunculuk zaten iş değil de, ünlü artistler kırık repertuarıyla, bir iki şarkıyla, “selam sabah”la gazinoların, kulüplerin, Aile Gazinoları’nın sahnelerini de dolduruyor o yıllarda. Bazı sanatçıların biyografileri bir anda -iki koldan- zenginleşiyor; oyuncu, müzisyen, sahne sanatçısı…
Dizi ünlüsü mü, ünlü dizisi mi
Bugün de bir diziyle çok meşhur olanlar, yahut sosyal medyadaki ünü, salınımıyla “ekran, dizi güzeli” mertebesine ulaşanlar, muammasıyla hâlâ insanları “yumurta-tavuk” kümesine sürüklüyor, hevesli münazaralara, polemiklere mevzu oluyor.
Bizim kuşakta da şarkılarınla ünlüysen, hatta bir tanecik şarkınla bile iş yapsan beyazperdedesin. Bir yanda Salim Dündar, Ertan Anapa, Ömür Göksel, Erkut Taçkın, Berkant, Ajda Pekkan gibi bir dizi “Batılı” şarkıcılar, diğer yanda Abdullah Yüce’den Adnan Şenses’e, Müzeyyen Senar’dan Emel Sayın’a ünlü isimler. Seri üretim…
Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Küçük Emrah, Küçük Ceylan’a şarkılarından çekilen film serileri, beyazperdede “açıklamalı-izahlı” konserler. Şarkılarındaki, türkülerindeki kahır, gam, keder nerelerden geliyor, onları bir an da olsa neler mutlu ediyor, yine ağlayarak, bu kez sevinç gözyaşlarına boğularak, ilk ağızdan öğreniyorsun.
“Mutlaka göstererek anlat”
Çağı, zamanı geliyor, daha küçük bütçeli klipler, “sanatsal” kısa filmler de sarıyor ortalığı. Klip aynı dönem “klik klak” denilen oyuncakları, bilek inciten “lak lak”ları çağrıştırıyor bana nedense. Belki içeriklerine de uygun müzikal kafiyesi, belki de kliplerde bir planı, montajı “klak” sesiyle yöneten/yönlendiren çekim klaketinin çağrışımı…
Misal Nilüfer’in YouTube’daki “İspanyol Meyhanesi” klibi o günün “video klip” çekiminin ana hatlarını, olmazsa olmazını, miladındaki “Mutlaka göstererek anlat” hassasiyetini özetliyor. Şarkının sözlerinin açıklamalı izahı başlangıçta solistin “işaret dili”ne emanet. Ayrı bir senaryoya filan gerek yok, köfteli kebap misali güfteli senaryo hazır. Solist müzik, güfte eşliğinde “Sessiz film” becerisiyle göstererek meseleyi özetliyor.
Nezih “İspanyol Aile Meyhanesi”
Nilüfer, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirinden bestelenen şarkının girişinde masada yakışıklı bir delikanlıyla, seviyeli bir ilişkili çerçevesinde oturuyor. “Üstelik adamakıllı sarhoşuz” dizesine gelince ellerindeki fincandan hallice kulplu kupaları kameraya göstererek zarifçe, usulca tokuşturuyorlar. Evet, bardağı, kadehi filan değil, artık içinde ne varsa kulpundan tuttukları seramiği… Aklıma içki ruhsatı alamayınca alkolü, şarabı Nescafe kupasında gizlice veren kuytu işletmeler geliyor.
O günlerde klipte sigarasını keyifle tüttüren delikanlıya denetçiler mozaik sanatı uygulamıyor ama alkolde ince bir ayar, zarif bir özdenetim, tedbir gerekiyor anlaşılan. Zira o mekân klipte nezih “İspanyol Aile Meyhanesi” tadında… Ne salaş, ne de masalar kararmış, ne de ahalisi sarhoş olmaya müsait.
Masa-sahne dilemması
Bugün de görüldüğü gibi yapımcıların ana endişelerinden birisi “Göstermezsen anlamazlar” ilkesi. Şarkının “Ellerin ellerimde…” kısmına gelince, masadaki sevgililer ellerini hafifçe birbirlerinin ellerinin üzerine koyuyorlar bir an. O bir iki karenin ardından Nilüfer bu kez sahnede; “işaret dili”ni şiirdeki “şarkıcı kadın” rolünü devralarak, rol çalarak tek başına devam ettiriyor.
Ama şiirin girizgâhındaki “çığlık çığlığa şarkı söyleyen” yıkılmış kadının “Hayli çirkin, hayli geçkin” olması işi bir an bozuyor. Nilüfer öyle olmadığından araya parça alınıyor, birkaç karede şiirin o dizesine nispeten uygun olduğu düşünülen bir solist abla hayaleti bir an görünüp kayboluyor. O aynı zamanda şarkının ana teması “sarhoşluk”un tek simgesi. Cast’ında ben onu beğendim esasında…
Kişiliğin rollere bölünmesi
Hemen ardından şarkıdaki -aslında aynı- kadının hoş, masum, zarif özelliklerine gelince mesele, olayı yine sahnedeki Nilüfer devralıyor; “İncecik elli, kalın dudaklı” dizesinde önce ellerini, ardından dudaklarını işaret ediyor: “O kısmı benim işte…” Kişiliğin iki ayrı role bölünmesi mi, yoksa daha derinlerde bir Paranormal Aktivite mi, çözemiyorum.
Sesi bir tokat gibi patlayınca kulaklarımızda Nilüfer hemen iki eliyle kulaklarını kapatıyor, belki de o ikinci kişiliğin ya da geçmişten gelen “hayli geçkin” hayaletin sesini duymamak için. Ve “Gözlerimiz kanlı”da usulca gözlerini silerek, bu kez “O kadın ben değilim” mesajını veriyor. Ama hâlâ sahnede.
Gizem seramik kupanın kulpunda
Klipte bir yanıyla da “kötü kahraman rolündeki aykırı kadın”, şarkının “Daha içelim, daha içelim”, “Kendini şaraba vur” dizeleri gelince yeniden beliriyor, elindeki Nilüfer’den farklı, kulpsuz seramik kupayı o kafasına dikiyor. Kulpsuz olursa içinde şarap oluyor demek ki…
Garsonlar servisi ona, kulpa bakarak yapıyorlar, Nescafe’sini yudumlayanın kupasına şarabı boca etmiyorlar belki. Meyhanedeki nezih içiciler de n’âpsın, “o kadın”ın komutuyla kupalarını bir seferlik yuvarlıyorlar. Yönetmende bir tür ayrıntı sevgisi, özeni var muhtemelen. Böyle tesadüf olmaz.
İzahta “aç-kapa, aç-kapa” efekti
Sonra sıra “Seninle başbaşayız” dizesine gelince Nilüfer’in delikanlıya usulca başını koyma karesi görünüp kayboluyor klipten. Sahneyi bırakmış, öbür hayatına, yuvasına dönmüş. “Kapat kapat kapıları…” deyince garson hazır tabii, hemen gidip kapatıyor, anlaşılmazsa diye o kare hızla, artarda, video montaj efektiyle defalarca tekrarlanıyor, nakarata, o ritme uygun olarak kapı aç-kapa, aç-kapa durma gösteriliyor. Hayalet o cereyanla gitsin diye belki…
Video klip tamam… Şiirine nüfuz edemesek de klibini “Gönlünden nasıl geçiyorsa” metoduyla anladık. Mânâlı, dümdüz, film icabı baktığında insanı yormadan “anlamlı” bir film pantomim seyretmiş oluyoruz. Her şeyi görüntüsüyle de heceleye heceleye seyrettik nihayetinde.
“Petrol”ün sevgili şahsında izahı
Ajda Pekkan’ın aman canım “Petrol”ünün Eurovision klibi de sosyolojik bir tanıtım harikası. Koca Topkapı Sarayı’nda, hatta çatısında raks eden Pekkan, cariyeler, tüller, vurmalılar, oryantallerle “arabesk”in “b”si görsel olarak “p” yapılarak kuruluyor klip. Kaleler, hisarlar, camilerin ardından bir ara Boğaz Köprüsü de görünüyor. Türkiye’nin o camiadaki post-moderen konumunun altı o simgeyle çiziliyor muhtemelen.
Petrolün önemini, vazgeçilmezliğini, petrol krizini filan açıklamak için mevzu adı Peter, soyadı Oil olan dış kaynaklı bir sevgili şahsında, “Ne şeytansın, az gavur değilsin sen” kıvamında izah ediliyor. Güftesindeki gibi ne denli kibirli, vefasız, zalim, dolara, marka düşkün bir sevgili olduğu iyice anlaşılsın, gözümüzde canlansın, içselleştirilsin diye… Şarkının aranje ismi de adı üstünde “Pet’r Oil”. Şeytan tüyü var adamda…
“Turquie douze points” gazı
Nitekim döviz vurguncusu Peter yarı yolda bırakıyor Pekkan’ı… Finalde benzini bitip yolda kalan son model spor bir Mercedes’i iki at çekiyor. O günlerdeki petrol fiyatları bugünün rekorlarına yanaşamasa da o kısmı biraz arızalı. Yanlış hatırlamıyorsam bir otomobil bayisinin “Mercedes yolda kalmaz” tepkisi yansıyor gazetelere.
Eurovision’da hedef bir bakıma tutturuluyor ve Fas’a bağlanınca o güne dek hayal bile edemediğimiz tam puan “Turquie douze points” tekerlemesiyle duyuluyor ekranda. Sunucumuz tercümesini “Ne mutlu Türküm diyene” babından yapıyor. Sondan ikinci olan Fas ise o muazzam, müstesna desteğinin ardından bir daha katılmıyor Eurovision’a. İtalya ve Avusturya’nın da verdiği puanlarla Türkiye 19 ülkenin katıldığı yarışmada 15. oluyor.
Sanatta anlaşılmazlık kıymetli
Mercedes deyince… Bu mevzuda zirvelerden birisi, Ferdi Tayfur’dan ilk arabesk video klip olarak anılan “Emmoğlu” elbette. Klip diyerek hakkını yemeyeyim, aslında tekmili birden kısa film. O yapımın üzerinde çok çalışmış biri olarak izah etmeye çalışayım. Bu aynı zamanda tarihî bir muammanın çözümünde küçük dev bir adım.
Klip sinemada “Kör kör parmak gözüme” ekolünün değil, belli ki bağımsız sinemacılığı, sanatı “konuyu anlaşılmaz kılmak” olarak yorumlayan bir yönetmenin elinden çıkma. Tayfur İstanbul’da pavyonların, gazinoların, lüks mağazaların şık semtinde, viskinin, kumarın, yarı olimpik havuzlu lüks villasında oynattığı dansöz sevgilisinin sefasını sürerken aklına çocukluğu, köyü, o fakir ama musmutlu günleri düşüyor. Servetimiz olunca hepimiz öyleyiz. (Bu arada o sahnelerde görünen ve Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf’ın gençliğini çağrıştıran siluet, uğursuzluğun, karanlığın habercisi gibi.)
Tayfur Mercedes’ine atlıyor köyüne gidiyor. Kuzuların, koyunların meleştiği, atların koşturduğu bir çayır. Emmoğlu ekmeği ortasından bölmüş; tuzu, salatalığı, domatesi, beyaz peyniri, pet su şişesini, büyük rakıyı, kadeh olarak da çay bardaklarını, örtüsü gazeteden masaya koymuş, bekliyor. Durmadan Mercedes gösterilmese pür natüralizm, domatesli, salatalıklı, peynirli, rakılı ulusal natürmort.
İlk Paranormal Aktivite serisi
İstanbul’dan gelen multimilyoner Tayfur ceketini tek omzuna atıyor ve kalenderliğiyle zengin çilingir sofrasına bağdaş kuruyor. Kravatı iki parmak gevşemiş. Emmoğlu da ona ayıp olmasın, yadırganmasın, belki de o modern anlatımda aykırı durmasın diye bağlamasını bırakmış, belki de muhtarın “bitnik” oğlunun gitarını almış eline çalıyor. Yani ilk bakışta öyle..?
Ama o ne! Bir an Mercedes’in içinde tek başına oturan bir “sosyete kızı”nı görüyoruz. Onu “Bu masada uygun durmaz” diye arabada bırakmışlar ya da o kafayla unutmuşlar herhal. Klipteki misyonu, derin anlamı klasik “Unutulan kadın” tiplemesi de olabilir tabii. Belki de “Paranormal Aktivite”. Gerçekte öyle bir kadın yok ama kamerada görünüyor.
Avucunu başına dayamış, kapıdan mini elbisesinin örtmediği bacaklarını dışarı, çilingir sofrasına doğru sallamış, topuklu gelin ayakkabılarıyla kıpırdamadan oturuyor. Hemen aşağısında, önünde şarkı, türkü bir başka âlem. Ne onlar onunla ilgileniyor, ne de o onlarla… Yok hükmünde.
Çilingir sofrasından geçen tabut
Ama o da ne! Birden başta imam, arkada cemaat omuzlarda bir tabut geçiyor çilingir sofrasının hemen yanından. “Paranormal Aktivite 2”, tüylerimiz ürperiyor. Selamlaşmıyorlar, masaya oturup bir tek atmıyorlar ama Tayfur’la Emmoğlu hemen kalkıp cenaze konvoyunun peşine takılıyor. O gidiş gidiş değil, bana kalırsa.
Arabadaki kız da çıkıp bi bakıyor ve sonra üzerine uzun, bembeyaz tülden bir tür pelerin, o günlerde icat edilmeyen adıyla pareo alıp, rüzgârdan uçuşa uçuşa ters yöne yürüyor. İlk kez gördüğü kırda kelebekçilik mi oynuyor, cenazeye özenip melek mi oluyor bilemiyoruz. Belki bedeni o tabutun içinde, gördüğümüz ak pareolu bir hayalet (Paranormal Aktivite 3).
Efsane bir klip… Albümü aylarca müzik listelerinin ilk sırasında. Yasalı bir buçuk milyon satarken, bu sayının korsanlarıyla birlikte beş milyonu rahatça geçtiğinden söz ediliyor. Öyle bir toplumsal vaka ki Mehmet Ali Birand’ın “32. Gün”üne konuk oluyor. O program bir yönüyle “Emmoğlu”nun ihmal edilen tercümesine de küçük bir katkı.
Dört günde helikopterli çekim
Klip için “helikopterler” kiralanmış, dört günde çekilmiş. Şarkı Şemsi Belli’nin uzun şiirinden alınmış ama iyice kısaltılınca neden bahsettiği gürültüye gitmiş. O programdan öğrendiğimize göre meğer o “Çal Emmoğlu Çal” şiiri küçükken aynı kıza âşık olan iki amcaoğlundan söz ediyormuş.
Büyüyünce biri işçi olarak Almanya’ya, diğeri İstanbul’a gidiyor. İstanbul’daki yasadışı kazançlarla artık milyoner. Köydeki çocukluk sevgililerinin öldüğünü öğrenince de biri Almanya’dan geliyor, diğeri İstanbul’dan Mercedes’ine atlayıp onunla buluşuyor.
Gitar muamması da çözülüyor
Evet, bakınız, nitekim, özenli, yoğun emekli analizimde isabetle değindiğim gibi klipteki o kız aslında şiirde öldüğü için filminde Paranormal Aktivite’ymiş. Kuvvetli bir ihtimalle yüzde yüz herhalde yani… Klipte “Yoksa İstanbul’daki sevgilisi mi?” dedirten anlar, kareler var ama o kadarcık kusur olur kısa, sıkıştırılmış filmde. Kızcağız her hâliyle, bilhassa finaldeki performansıyla hayalet. Çilingir ekibinden, cenaze heyetinden ona bir an olsun bakan, onu gören bir Allahın kulu da yok zaten. Olmaz ya Tayfur’un villadaki sevgilisiyse, niyet şiire, aslına uygun bir kurguyla paranormal değilse, klibin “modern arabesk” havasıyla da çelişen çok feodal bir gaf fikrimce.
Şiirine başvurunca bir süre Türkiye’yi günlerce meşgul eden gitar muamması da aydınlanıyor. Arabeske gitarıyla eşlik eden Emmoğlu meğer Almancıymış. Orada o kadar yaşadıktan sonra köyüne dönüp bağlama çalacak hâli yok, Almanya’dan gelirken gitarını da yanında getirmiş. Almanya’da yaşayan bazı gençlerin “arabesk rap”i gibi ithal edilen bir figür aynı zamanda, belki “Pop arabesk”e öncü, görsel katkı.
Sanat eleştirmeni sabrı, sebatı
Hikâye özetle böyle. Lâkin bilmeyenler açısından göstergebilimi muamma. 32. Gün’e o programda konuk olan Melih Kibar “Ben 41 yaşındayım. Ve şimdiye kadar mantığımın hiç almadığı bu kliple karşılaştım. Ne olduğunu anlamaya çalışsam da hâlâ anlamadım” diyor mesela. Oysa “klip”i benim gibi naçizane sanat eleştirmeni sabrı, her telden sanat filmi izleme sebatıyla irdeleseler, mesele beş aşağı beş yukarı anlaşılacak.
Prof. Dr. Ünsal Oskay ise “Bu neredeyse galiba kalkıyor deyip rafa koyacağımız arabeskin uzantısı, onun modernleşmesi” diye özetliyor görüşünü. Haklı; gitarıyla, Paranormal Aktivite öncüsü hayaletiyle, bilhassa anlaşılmazlığıyla filan modern ötesi gerçekten.
“Aynı şeyi anlatmak istedim ama…”
Tayfur ise düşüncelerini içtenlikle aktarıyor: “Valla aynı şeyi anlatmaya çalıştım ama anlatamamışım herhalde. Belki de altına bir yazı mı yazsaydık yani. Şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş diye filmatik bir yazı mı yazsaydık ama o zaman da biraz yanlış olur belki biraz da insanların anlayışına bırakalım dedik.”
Tayfur’a göre “Emmoğlu kelimesi bir samimiyet ifadesi. Amcaoğlu derse araya resmiyet girer. Ama Emmoğlu derse bu bir sıcak duygusudur. Bizi bir yerde birleştiriyor yani, biz Emmioğluyuz yani”. Biz öyleyiz işte, bir yerde birleşiyoruz. Klipte, filmde de o yeri, o kavşağı, o damarı yakalamak önemli.
Çekimi de hem ilginç, hem hüzünlü. “Tayfur Emmoğlular birbirine benzer diye karşısına kendi ağabeyini oturtmuş. Klipte gerçekçi olsun diye tabutun içi taşla doldurulmuş. Tabutu taşıyanlardan birisi de Tayfur’un teyze oğlu”. Acı bir bilgi de çekim sırasında kanserle mücadele eden teyze oğlunun bir süre sonra hayatını kaybetmesi.
“Alıcılarınızın ayarıyla oynayamayınız”
Klip deyince tarihi bir meseleden söz etmiyorum elbette. Klipler, fotoğraf makinesiyle, hatta ondan iyi olmasın 50-60 bin liralık cep telefonuyla çekilebilen video filmler, dijital montaj programları, teknolojisiyle çağ atladı. Artık her mevzuda kendi klibini çekmek/çektirmek, bir çırpıda fenomen olmak işten değil.
Ancak bugünün gelişen, değişen klip dünyası da o yılların “yaran” mirasından uzak sayılmaz. Eski TV kanallarındaki “Alıcılarınızın ayarıyla oynamayınız” uyarısı, alıcılarını fazlasıyla düşünen yerli film satıcısı için de bir düstur. Sanatta “alıcının ayarı” bizde her örneğini, her yerde ziyadesiyle gördüğümüz “memleketim usulü” toplumcu sanatın ilk adımı.
Bizim kuşağın müzikal tarihine teçhizatları üzerinden değinmeye çalıştığım yazı dizisini burada bitiriyorum, ama yaşıyoruz hâlâ, kimbilir daha neler olacak, neler göreceğiz. Zira bu tarih bir yönüyle saman alevi, bir yönüyle Samanyolu, “Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek” kıvamında…