Yaklaşık iki aydır süren askeri operasyon sonunda, tam da 18 Mart günü Afrin de düştü ve bölge tamamen TSK ile ÖSO’nun kontrolüne geçti.
CHP, parti çevresi hariç kamuoyunun içeriğini pek de önemsemediği Tüzük Kurultayını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içi muhalefete yönelik gözdağı ve abartı yüklü konuşmasıyla tamamladı.
Meral Akşener ve arkadaşlarının kopmasından beri hayli sarsılan ve güç kaybeden Devlet Bahçeli, bir yandan AK Parti’ye can simidi gibi sarılırken, diğer yandan yaptığı son seçimli MHP kurultayını etkili bir gösteriye çevirip “Yıkılmadım, ayaktayım” mesajı vermeye çalıştı.
Cumhurbaşkanı “Bozkurt” işareti yapınca
Bütün bunlar olurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’nin 10 Mart’taki Mersin İl Kongresi’ne girmeden önce, dışarıda bekleyenlere otobüsten seslenirken hem “Rabia” hem “bozkurt” işareti yapması muhalefet kesiminde değişik tartışmalara yol açtı ve gündemden düşmek bilmedi.
TBMM’de “İttifak Yasası” görüşülürken, CHP İzmir Milletvekili Musa Çam’ın konuşmasında AK Parti-MHP ilişkisinin yakın geçmişine atıfta bulunmasıyla, bu tartışma MHP ile CHP arasında sert bir kavgaya dönüştü.
Çok değil, iki-üç yıl öncesine kadar AK Parti ile MHP arasındaki ilişkilerin hayli gergin olduğunu; suçlamaların siyasal eleştiri sınırlarını epey aştığını ve tarafların birbirine hakaret derecesinde ağır sözler söylediğini biz de hatırlıyoruz.
Ama kabul edelim ki bizde geleneksel siyaset biraz böyle yapılıyor. Gün geliyor; kontrolün kaybedilmesiyle ağızdan fırlayıveren o galiz sözler, hakaretler, hedef göstermeler, ötekileştirmeler “unutuluyor” veya unutulmuş gibi yapılıyor.
Çünkü zaman geçmiş, şartlar değişmiş, eskinin siyasi muarızları yeni dönemin müttefikleri olmuş ve bu örgütlerin siyaset gemisi yeni sulara doğru yelken açmaya başlamıştır.
Bu tavrın sadece politikanın sağ cenahına mahsus olmadığını da görmeliyiz. Aynı sol geleneğin birbirinden kopmuş parçaları arasında, ya da Sol’un öne çıkan kimi partileriyle Sağ’ın hemen bütün partileri arasında ne kadar sık rastlandığını, küçük bir arşiv taraması rahatlıkla ortaya koyabilir.
Jestlerin ötesine bakalım
Bugün muhalefet partilerinin sık sık hatırlattığı, MHP ile AK Parti arasındaki asabi ilişki de 1 Kasım 2015’de tekrarlanan milletvekili genel seçimlerinden sonra ve Fırat Kalkanı Operasyonu’ndan itibaren, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından değişmeye ve yeni bir mahiyet kazanmaya başladı.
Dolayısıyla, müttefik ve koalisyon ortağı bu iki partinin birbirinin sembolleri, liderleri, mekânları ve kongreleri etrafında dönen diplomatik nezaket jestlerini bundan böyle daha sık göreceğiz.
Bu iki parti, ideolojik, politik ve kültürel olarak Türkiye’nin bugünü ve geleceğini şekillendirmede elele vermiş durumda. En genel hatlarıyla “Milliyetçi-Muhafazakâr” veya “Türk-İslam” sentezinin yeni versiyonu olarak tanımlanabilecek bir zeminde buluşup Türkiye’yi bir yerlere taşımak niyetindeler.
Henüz bütün boyutlarıyla göremediğimiz vizyonlarını, şimdiye kadar sergiledikleri bazı çıkış ve uygulamalardan hareketle değerlendirecek olursak, çoğulcu demokrasiye, hukuk devletinin evrensel norm ve ilkelerine, farklı yaşam tarzlarını garanti altına alan özgürlükçü bir laiklik ve insan hakları anlayışına, yargı bağımsızlığına ve adalete, parlamentoya ve toplumsal katılıma… fazla duyarlı olmayan bir siyasal ortaklığın şekillendiğini söyleyebiliriz.
Ulusal ve uluslararası düzeyde yaşadığımız, çözümü kolay olmayan hemen her sorunu “beka” meselesine bağlayan ve buradan hareketle muhalefeti susturmayı, farklılıkları bastırmayı, ülke yönetimini bilinen otoritarizm uygulama ve aygıtlarıyla sürdürmeyi… uygun ve rahat bir yönetim şekli olarak alışkanlık haline getiren bir ittifak ve koalisyonla yüz yüze olduğumuzu düşünebiliriz.
Hattâ bu modelde, mevcut devlet yapılanmasından kaynaklanan son derece sınırlı bazı katılım, müzakere ve istişare mekanizmalarının dahi devre dışı bırakılması, örneğin TBMM’nin bir tür usulen onay merciine dönüşmesi, bütün söz ve karar yetkilerinin tek elde, yani liderde toplanmasının şaşırtıcı olmadığını da bu tabloya dahil edebiliriz.
Bunlara ilâveten, Türkiye’nin “büyük uluslararası hesapların hedefi” olduğu ve bu nedenle bir türlü rahat bırakılmadığı yönündeki (belli bir tarihselliğe de dayandırılan) tezleri ve bundan beslenen söylemleri aynı kapsam içinde değerlendirebiliriz. Buradan hareketle, ülkeye yeni bir stratejik yönelim belirleme çabalarının da ister istemez bu yüksek duyarlıklı “milliyetçi-mukaddesatçı” buluşmanın tezahürleri arasında yer aldığını kaydedebiliriz.
Alternatif siyaseti olan ortaya çıksın
Bugün, doğrusu ilk iktidara geldiği dönemin demokratik ve reformcu heyecanını yitirmiş, çoğulculuğu yük olarak görmeye başlamış, OHAL şartlarında otoriter yönetim zihniyetinin sunduğu rahatlığa kendini fazlasıyla kaptırmış, “beka”dan öte bir vizyonu dillendiremeyen AK Parti ile, Türkiye’de hiçbir anlamlı ve olumlu adımın altında adı bulunmayan, taşra milliyetçiliğinin salt reaksiyoner örgütü MHP’nin bu birlikteliğinden, geleceğe dair ne umabiliriz ki!
En fazlası, Batı’ya sırtını dönmüş, içine kapanmış, çoğulculuğu ezen bir otoriterliğin hüküm sürdüğü, renksiz ve soluksuz bir Türkiye.
Niyet buysa, bence tutmaz.
Toplumun yarısının hesap dışına itildiği projelerin dünyanın herhangi bir yerinde tuttuğu, görülmüş şey değil.
Böyle bir durumda, mazrufu bırakıp zarfla oyalanmanın anlamı yok. Siyaset sembollerle yapılıyor olsa bile, memleketin meselesi sembollerin çok çok ötesinde.
Herkes desteğini almak istediği kesimlerin sembollerini kullanabilir. Böyle şeyleri zamanında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da yaptı.
Hattâ, kutuplaşma gibi tarihsel bir hastalıkla malûl ülkemizde, böyle jestlerin ilişkileri yumuşatıcı bir etkisi olduğunu da düşünebiliriz.
O nedenle, Türkiye bu yeni “Türk-İslâm Sentezi” ittifakının elinde nereye götürülüyor, asıl ona bakılmalı; alternatif olarak anlamlı bir söz ve halkın rızasını alabilecek bir proje varsa, karşısına o çıkarılmalı.
Önümüzde üç seçim var ve niyeti olanlar için de yeterli zaman.