Putin’in 24 Şubat tarihinde Ukrayna’ya başlattığı saldırı ve savaşın tahmin edildiği gibi birkaç gün veya hafta içinde Rusya lehine sonuçlanmayacağının belli olması AB ülkeleri için önemli bir sınama teşkil etmiştir.
Haziran 2016’da Birleşik Krallıkta yapılan referandum gereğince ülkenin 2020 yılında Birlikten ayrılması aslında AB’yi beklenenden çok daha az sarsmıştı. Başka ülkelerin de bu yoldan gideceği endişesi, Birleşik Krallığın AB’den ayrılma süreci ve sonrasında karşılaştığı sıkıntılar nedeniyle kısa bir zaman sonra izale edildi. Artık güçleri gittikçe artan aşırı sağ partiler bile AB’den ayrılmaktan bahsetmiyor. Macaristan ve Polonya, hatta Slovakya gibi AB kurallarına uymakta güçlük çeken ve belki de arzu etmeyen ülkelerde dahi AB’den çıkmak gündemden düştü. Yerine AB’yi içeriden değiştirmek söylemi ön plana çıktı. Tabii AB’nin covid-19 sonrasında özellikle Güney ve Doğu Avrupa ülkelerine yağmur gibi para saçmaya hazırlanması ayrılma heveslilerini iyi düşünmeye mecbur etmiştir.
Ukrayna savaşı yine beklenenin aksine AB ülkeleri arasında en azından şimdilik görüş ayrılıklarının ortak tutum alınmasını engelleyecek boyutlara gelmediğini göstermektedir. Tüm AB ülkeleri savaşın ilk günlerinden itibaren Rusya’yı cezalandırmak, ekonomisine büyük darbeler indirmek amacını taşıyan kapsamlı yaptırım kararları aldı. Her zamanki gibi bu yaptırımların kabulü bir hayli zahmetli pazarlıklar gerektirmiş, ancak uzlaşma kültürü içinde yoğrulan AB ülkeleri gittikçe artan düzeyde ve ağırlıkta olan bu yaptırımların uygulamaya girmesini sağlamıştır. Bedelleri de bir hayli yüksek olmuştur. Birçok Avrupalı yatırımcı çok büyük paralar kaybetme pahasına Rusya piyasasından çekilmiştir.
Tabii Putin de boş durmamış, doğal gaz ihracatını kısarak bir nevi intikam almaya çalışmıştır. Başta Merkel dönemindeki Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri Putin Rusya’sının ticaret yoluyla değişime sevk edilebileceğini ve demokrasiye saygılı, hukukun egemen olduğu bir ülkeye dönüştürülebileceğini düşünüyordu ancak hata çok kısa zamanda fark edildi. Rusya’dan ithal edilen petrol ve doğal gazın alternatifsiz olmadığı, hatta yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına hız vermesi yoluyla iklim değişikliğine karşı mücadeleyi dahi teşvik edebileceği hesaplanmaktadır. Ancak gaz tedarik teşebbüsleri kısa vadede meyve vermişse de, fiyatlar astronomik düzeyde yükselmiştir. Avrupa’da doğal gaz fiyatlarının bir yıl içinde 10 kat arttığı hesaplanmaktadır. Buna ve Rusya’dan yapılan ithalat toplam ithalatın %41’i iken şimdi %9’a inmiş olmasına rağmen, bazılarının iddiasının aksine Avrupa bu yıl üşümeyecektir. Oysa Putin’in hesabı soğuktan donan Avrupa vatandaşlarının hükümetlerini Ukrayna liderliğini uzlaşmaya mecbur etmeye zorlayacakları yönünde idi. Savaş başladıktan sonra yaptığı birçok hesap gibi bu da yanlış çıkmış, bu alanda da beklentileri suya düşmüştür.
Avrupa en azından bu kışı dolu depolarla geçirecektir. Gelecek yılın hesapları şimdiden yapılmakta ve 2023-24 kışının 2022-2023 kışından daha zor geçeceği öngörülmektedir. Zira depolardaki gazın önemli bir bölümü yaptırımlar uygulanmadan ve Putin’in karşı tedbirleri yürürlüğe girmeden önce sevk edilen gazdan oluştuğu, bunun da ancak başka kaynaklardan ikame edilebileceği açıktır. Bu sorun Avrupalı karar vericilerini şimdiden kara kara düşündürmektedir.
Putin’in bir diğer hesabı kendisine yakın olan Avrupalı aşırı sağcıların seçim yoluyla iktidara gelecekleri ve aleyhinde olan yaptırımları kaldıracakları yolundaydı. Aşırı sağın birçok AB ülkesinde yükselmekte olduğu bir gerçek, ancak iktidara yaklaştığı tek ülke İtalya ve belki bir ölçüde İsveç olmuştur. İtalya AB’ye ekonomik olarak tamamen bağımlı bir konumda olduğu için yeni kurulacak hükümetin küçük ortakları Salvini ile Berlusconi’nin Putin sempatizanlıklarını çok ileri götüremeyecekleri tahmin edilmektedir. Başbakan olması beklenen Meloni de İtalya’nın mevcut Başbakan Draghi yönetiminde takip ettiği Ukrayna’ya destek, Rusya’ya karşıtlık politikasını değiştirmeyeceğini birkaç defa açıkladı. Dolayısıyla şimdilik o cepheden AB tesanütünü bozacak adımlara tevessül edilmesi beklenmemektedir.
Ancak, iş bununla bitmiyor. Putin Rusya’sının birlikte iş yapılabilecek bir partner olmaktan çıkıp bir hasım haline dönüşmüş olması, AB’yi yeni müttefikler kazanmaya sevk etmiştir. Moldova, Gürcistan ve Ukrayna acil bir şekilde AB’ye üyelik başvurusunda bulundular ancak gerek bu üç ülkenin gerek yıllardır kapıda bekleyen Batı Balkanların AB üyeliğinin gerektirdiği asgari düzeye dahi ulaşmaktan uzak oldukları açıktır. AB üyeliği için Zelensky ve başkalarının da gündeme getirdiği hızlandırılmış üyelik süreci ham hayaldir.
İşte böyle bir ortamda Fransa Cumhurbaşkanı Macron bir Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) kurulması fikrini ortaya attı. Ülkemiz dahil bir çok başka ülkede yorumcuların alay ile karşıladıkları bu fikrin açıkça belirtilmese de en önemli amacının Putin’e karşı bir cephe oluşturmak, Ukrayna başta olmak üzere farklı nedenlerle de olsa AB’ye dahil edilmeleri mümkün olmayan ülkelere dışlanmadıkları mesajını vermek ve Putin’e yem olmaktan kurtarmak olmuştur. Yoksa AST’nin AB üyeliğine bir alternatif teşkil etmek, hatta Ukrayna savaşından beri işlevini tamamen kaybetmiş olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütünün (AGİT) yerine geçmek gibi bir hevesi yok. Olamaz da. AGİT’i Putin öldürdü, o piyasada olduğu sürece tekrar canlanması mümkün değildir.
İşin ilginç tarafı tüm istihzaya rağmen AST’nin ilk zirvesini teşkil eden Prag toplantısına AB’nin 27 ülkesi dışında AB üyesi olmayan veya olma hevesi bulunmayan, hatta AB’den çıkmış olan Birleşik Krallık, üyeliği referandumla iki defa reddetmiş olan Norveç, katılma müzakerelerini başlattıktan sonra adaylıktan çekilmiş tek ülke olan İzlanda ve hiçbir zaman resmen aday olmayan, hatta ikinci sınıf üyelik telakki edilen Avrupa Ekonomik Bölgesi (EEA) üyeliğini referandumla reddeden İsviçre de zirveye katıldılar. AST’nin bir diyalog forumu olmaktan ileri gitmeyen amacının mütevaziliğine rağmen, 44 ülkenin hükümet ve devlet başkanı buna katılmayı zaman kaybı olarak görmemişler, Prag’a koşmuşlardır. Hatta, altı ayda bir yapılacak zirvelerin müteakip toplantılarının sırayla Moldova, İspanya ve Birleşik Krallık’ta düzenlenmesi şimdiden kararlaştırılmıştır. Prag zirvesinde AB Konsey Başkanı Charles Michel ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Ermenistan Başbakanı Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile yaptıkları saatler süren zirve sonucunda AB’nin iki taraf arasında arabuluculuk gayretlerine hız vermesi, bölgeye heyet göndermesi kararlaştırıldı. Bu arabuluculuk gayretlerinden Türkiye ile Rusya’nın dışlanmış olması dikkat çekicidir. Gerçi bu ihtilafta arabulucu olmanın birinci gereği olan tarafsızlık iddiası bulunmayan Türkiye’nin süreçte yer almaması şaşırtıcı değildir. Ancak AB’nin bölgede Rusya’dan rol çalmakta olması şüphesiz Putin’i sinirlendirmiştir.
Avrupa’daki bu gelişmelerin ülkemiz üzerinde şüphesiz etkileri olacaktır. Prag zirvesinin akabinde AB mali hizmetler Komiseri Mairead McGuinness’in Ankara’ya gelerek Maliye Bakanı ile Merkez Bankası Başkanını Rusya’ya uygulanan AB yaptırımlarını delme konusunda uyarmış olması da dikkat çekicidir. Bundan birkaç hafta önce ABD Hazine Bakan Yardımcısı da benzer uyarılarda bulunmuş, hatta uyarılarını iş çevrelerine de yöneltmiştir. Bu uyarıların ülkemizin savaş başladığından bu yana uygulamaya çalıştığı savaştan fayda çıkarma politikasını etkileyip etkilemeyeceğini zaman gösterecektir.
Diğer dikkat çekici bir husus, özellikle Avrupa’nın karşılaştığı enerji ve özellikle doğal gaz darboğazından çıkma gayretlerinde Türkiye ile diyaloga girmediği, kaynak çeşitlendirilmesi arayışlarında ülkemize yer vermediği hususudur. Oysa çok değil 12-13 yıl önce yine mevcut iktidar döneminde Güney Gaz Koridoru şemsiyesi altında Nabucco adlı doğal gaz projesinde Rusya’ya alternatif kaynak bulmakta ülkemiz önemli bir rol oynayacaktı. Bu suretle Türkiye ile AB arasında kopartılması güç bir bağ oluşacaktı. Proje çeşitli nedenlerle gerçekleşmedi. Ancak bugünkü şartlarda Türkiye’nin yine en azından transit ülke rolünü oynaması, mevcut ve kapasitesi bir hayli sınırlı olan TANAP hattından çok daha kapsamlı bir hattın döşenmesi gündemde dahi değil. Aynı şekilde İsrail doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir hattın inşası da öngörülmüyor. Bu da maalesef, ülkemize güvenin son 10 yıl içinde ne kadar azaldığının bir göstergesi sayılmalıdır.
Avrupa’daki gelişmeler malum iken, iktidarın AB’ye yaklaşmak gibi bir hedef ve hevesi olmadığı açıktır. Tersine, demokrasi ve hukuk standartları AB’ninkilerden her gün biraz daha uzaklaşıyor, Kıbrıs ve Yunanistan ile ilişkilerde kullanılan dil her gün biraz sertleşiyor, ayrıca Libya’da yapılamayan seçimlerden dolayı meşruiyeti kalmamış Trablus hükümetiyle işlerliği olmayan bir deniz dibi kaynakları anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmanın gerek AB, gerek münferit ülkeler, ayrıca Libya’daki diğer hükümet tarafından geçersiz sayılması iktidarı durdurmadı. Yine de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Prag zirvesine katılmış olması Avrupa’ya sırtını çevirmemiş olmasını göstermesi bakımından önemli sayılabilir. Gönül isterdi ki bu diyalog forumunu Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile karşılıklı ağız dalaşı yerine diyalog tesis etmek için kullanmış olsun. Bu maalesef mümkün olmadı. Belki gelecek sefer olur.