Bir önceki yazımda “antroposen-sonrası dünyanın düşünürü” olarak tanınan ve Ekim ayında kaybettiğimiz Fransız filozof, antropolog, sosyolog (?) Bruno Latour’un politikayı başka bir türlü yapmanın aciliyetinden, bunun da bilimle ilişkisinden söz ettiğine değinmiştim.
Kapitalist gerçekçilik anlayışına getirdiği eleştiriler nedeniyle kimileri onu post-modern düşünce akımının bir temsilcisi olarak algılayabilir. Oysa o “hiç modern olmadığımızı” söyleyerek bu noktaya açıklık getirir. Öyle ya, hiçbir zaman olmamış bir şey yok olmuş da olamaz. Tıpkı İngiliz punk grubu Mekon’un şarkısındaki gibi: “Yanlış ölüye cenaze töreni.” Hiçbir zaman modern olmadığımıza göre cenazeleri karıştırmış olmalılar. Öyle ya, hiçbir zaman olmamış bir şey yok olmuş da olamaz! (1) Yer küre, şehirler, mekanlar bu temsillerle hiçbir zaman tasarlanamadı, ama bu ideallerden güç alan imtiyazlı topluluklar oluştu. « Modernlik » adı verilen şey ön planda olan bir gösteri sahnesiydi. « İnsan olanlar » ve « insan olmayanlar » için neyin doğru olduğunu kendisi bilen seçkinlerin ideallerindeki bir dünyaydı. Buradaki paradoks tasarlanabilirlik fikrinin -tam da dünyanın tasarlanabilir bir şey olduğunu varsayarken- sınırlı bir temsil sahnesi olmasıydı. Ama hiçbir zaman olmadığını bilmediği için hala yaşıyormuş, tasarlıyormuş gibi yapmaya devam etti. Herşeyi, mekanı, çevreyi, kültürü… Neye el atarsa hepsini çöpe dönüştürerek. Politika içerikle kuşatıldı, temsillerin hakikatlerine boğuldu.
Modernlik adı verilen şey tasarlanabilir bir dünya olduğunu var sayarken, büyük ihtimalle çok sınırlı bir temsil sahnesiydi. Bu hissiyatla seçkinler dünyayı kendi temsilleri, uzmanlıkları ile düzenlemeye çalışıyorlardı. Şehirle ilgili örgütler, belediyeler, bu küçük ve sınırlı temsil sahnesini işgal ediyorlardı. Ama sanki bir zaman gelecek, her şeyi tasarlayabileceklermiş gibi bir hayal kuruyorlardı. İlerleme fikri de bu sınırlı temsil sahnesini genişletme idealiydi. Oysa sahnenin arka planında kendi kendisini resmeden bir başka dünya bulunuyordu. Dolayısı ile ilk modern yerel yönetimlerin ve teknokratik kamunun meselesi bir parça «hasta ile doktor » ilişkisine benzetilebilirdi. Bu sınırlı temsil sahnesi içinde gelişen, şehri tasarlanabilecek bir eşya gibi gören bu teknokratik kamu modelinin 80’lere kadar fazla sorgulanmadan geldiğini söylemek yanlış olmaz.
Şeyleri kalıcı bir şekilde istifleyen, onların temsil kabiliyetlerini ellerinden alan bu “panoptik” düzene “modernlik” adını verdik. Şeyleri temsil etme iddiasındaki bilimsel iktidarlar ile özneleri temsil etme iddiasındaki iktidarlar kurumlar, devlet ile piyasa arasında öyle ağlar oluşturdu ki, “modernlik” adı verilen şey hep onların erkle oluşturduğu ya da düğüm noktalarından ibaret kaldı. “Modernlik” hiçbir zaman olmadı, ama başından itibaren idealleri ile asimetrik bir düzen oluşturdu. Bir tarafta temsil edenler, diğer taraftan temsil edilenler arasında bir uçurum oluştu. Eşitsizlik yaratan, şiddet içeren bir işleyişten ibaret kaldı.
Peki o zaman ne değişti?
Seçkinler eşitsizlik üretmek için “panoptikon”lara ihtiyaç duydular. Onların yerini izleri sürülemeyen, ilkeleri olmayan güç yoğunlaşmaları aldı. “Panoptikon”lar yerlerini “oligoptikon”lara bıraktı. “Oligoptikon”lar neo-liberal saldırılara bir direnç oluşturmak şöyle dursun, önünü açtı. Bu nedenle neo-liberal saldırıların yalnızca iktidarların bir tezahürü olduğunu düşünmek yanıltıcı ve eksik kalıyor. Neo-liberal koşullarda bu erki kapalı ilişkiler içinde paylaşan seçkinler kendi kamu yararı kavramlarını temsil eden güçlere dönüştü. “Panoptik düzen”in yerini kamu-özel karışımı yapılar, güç yoğunlaşmaları aldı.« Oligoptik düzen » krize cevap vermek şöyle dursun, anestezik bir etki yarattı (2). Bu nedenle, günümüzde iklim felaketine adım adım yaklaşırken bile çevre hareketi hala bir topluluğun derdi gibi anlaşılıyor.
Neo-liberal koşullarda bu seçkinler, yönetici sınıflar imtiyazlarını korumak için yer küreyi tasarlama ideallerini arka planda kutsal bir bagaj olarak sakladılar. Böylece müşterekler kolayca işgal edilebilecek boşluklar halini aldı. Bu seçkinler kamu alanlarını piyasa güçleri tarafından yağmalanmaya hazır boşluklar haline getirdi. Bu dönüşümle birlikte bilim hala nesnellik üretmek yerine hakikat üretmek için kullanılabildi. (Zaten Latour’a göre göre ağ sözcüğü o kadar muğlak ki, çoktan terk edilmesi gerekirdi. Ama hala kullanmayı sürdürüyoruz.) Tıpkı teknik ağlar, ulaşım ağları, tren yolları, elektrik hatları gibi insani failler arasında da ağlar olduğu varsayılabilir. Eğer kamu, piyasa, kurumlar gibi arasında “oligopolistik” bir düzen oluşuyorsa, aktörlerin ilişkilerinin ilkeleri bilinmiyorsa, hepsi birbirine karışıyorsa, izleri sürülemiyorsa, modernliğin işleyişi de daha başlamadan tamamlanmış oldu.
Ancak bu imgelerin temsillerini, bize gösterdiklerini dikkate almama, önemsememe önerisi değil. Tam tersine, bilime daha çok ihtiyacımız var. Sorunun anlaşılması için temsilleri de bilime dahil etme çağrısı. İnsan-sonrası dönemin dünyası bilinçle niyetlenen, karar veren şeylerden ibaret değil, tıpkı bilinçdışı gibi hareket eden, kontrol ettiğimizi zannettiğimiz anda bildiğimizden farklı biçimde karşımıza çıkan olgular.
Latour’un söylediği gibi, artık her şey sahneye taşınmış durumda. Şeylerin de “canlı” olduklarını, yaşadıklarını, failler olarak içinde yer aldıklarını müşterek yaşam alanlarını biçimlendirmekte olduklarını gösteriyor.
Latour gibi “istifleyici-nesneleştirici olmayan” uzmanlar kuşlar, böcekler, bakteriler, kısacası gördüğümüz dünyayı öğrenmek, anlayabilmek için insan-merkezci olmayan, eşitlikçi ilişkiler üzerine kafa yormamız gerektiğini söylüyorlar. “Panoptik” düzenler tam da ideallerinin tersiyle, kaosla sonuçlandı. Sorun ise kapasitelerini korumaları ve yeniden üretmeleri. Politika deyince yalnızca içerikle karşı karşıya kalıyoruz. Oysa onu dönüştürmek için onun nasıl yapıldığını araştırmaya ve yapılış şeklini değiştirmeye ihtiyaç var. Onun söylediği gibi “kapitalist yöntemlerle gasp edilen yer kürenin dışında başka bir yer küre var ve şimdiye kadar uysal gibi gözüken güçlerin geri dönüşleri çok pahalıya patlayacak” (3).
İşte bu yüzden Latour’un söyledikleri muhalefet için önemli.
Notlar:
1.“Tasarım ve Suç” Hal Foster, sayfa 168, İletişim Yayınları, 2004.
“Yanlış Ölüye Cenaze”… Hal Foster’in “Tasarım ve Suç” başlıklı kitabının içindeki bir bölümün başlığı. Bir İngiliz punk grubunun, Mekons’un “This Funeral is fort he Wrong Corpse” adlı şarkısından alınmış. “Hiç yaşanmamış olan bir şey ölmüş olamaz.” Ölmüş olanlar canlı, canlı olanlar ölmüş sayılabiliyor. Kimileri ölmüş olduklarını bilmedikleri için yaşıyor gibi gözüküyorlar. Kimileri yaşıyor olduklarını bilmedikleri için ölü sayılıyorlar. Ta ki birileri çıkıp gerçeği söyleyene kadar. Bu törenin büyüsünü bu söz bozuyor: Birilerinin çıkıp, “bu bizim cenazemiz değil” demesi. Cenazelerin bilerek karıştırılmış olması bile mümkün. Sistemin yaşıyor gibi gözükmesi, sürmesi için yanlış ölüye cenaze töreni düzenlemiş olabilir.
2. “Rota – Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız”, Bruno Latour, sayfa 27, Kolektif Yayınları 2019.
Latour bu kitabında şöyle bir varsayımdan hareket ediyor: “Refahlarının sürekliliğine, servetlerinin güvenliğine aşırı önem veren bir takım seçkinler durumun farkındaydılar.” Latour bunu Titanic metaforu ile anlatıyor: “Bu seçkinler durumun giderek aşikar, görünür hale geldiği için bunun bedelinin çok yüksek olacağını teşhis edecek kadar bilgili olsalar bile, bildiklerini paylaşacak kadar bilgili değillerdi. 30-40 sene önce harekete geçmek yerine, iyice geri dönülmez hale gelene kadar beklediler. Bu yüzden Titanik batarken gemi iyice yatıp da aşağıdaki sınıflar durumu anlamadan önce sınırlı sayıda olduğunu bildikleri cankurtaran filikalarıyla gecenin karanlığında sıvışabilmek için orkestradan ninniler çalmasını istediler. Kendilerini kurtarmak için bu bilgiyi paylaşmamaları gerektiğini anladılar.“
Bu varsayım depreme karşı İstanbul’daki kentsel dönüşüm uygulamalarını hatırlatıyor. Bir taraftan fay hatlarının yerlerini, depremsellik tarihini, yapıların durumunu, v.s…. Seçkinler, bir avuç insan çok iyi bilirken, bunu kendi çıkarları için kullanmayı çarçabuk öğrendiler. “Gated communities” yaratan kentsel dönüşüm uygulamaları ile, yoksul insanların evleri başlarına yıkılmayı beklerken rantın yüksek olduğu yerlerdeki sağlam yapılara verdikleri çürük raporları, sağlam binalarını spekülatif yöntemlerle dönüştürmek gibi kendi çıkarları için kullanmayı öğrendiler. Tehditle yüzleşmek yerine kolayca sıvışmak için bilgileri gizlediler.
3. A.g.e., sayfa 26
Az buz bir kriz değil bu. Görünürde krizin merkezinde iktidar var. Sorumluluk iktidarda olduğu için krizin failinin de o olduğu gibi bir izlenim ediniliyor. Ancak bu yanıltıcı. Muhalefetin işlevi bu krizin iktidarı aşan bir boyutunun olduğunu, bir sistem krizi olduğunu gösterebilmek. Krizin tek failinin o olmadığını teşhis etmek olmalı, muhalefetin işlevi… Yoksa o da, aynı iktidar gibi krizi aşabilecek değişiklikler yaratamaz.
.