[25-26 Aralık 2022] Yıllardır bir ders veriyorum, Formations and Constructions of Europe diye. Avrupa’nın tarih içinde oluşumu ve oluşturulması (inşası, konstrüksiyonu). Bir ayağı nesnellikte, diğer ayağı öznellikte. İşin Formations yanı spontane oluşumlara, Constructions yanı Avrupa kimliğinin her aşamada farklı “öteki”lerle etkileşim ve kıyasla içinde şekillenip katman katman üstüste binmesine işaret ediyor.
Formasyonlar veya oluşumlar dediğim, önce coğrafya, sonra kavimleşme (peopling), buna bağlı olarak diller, nihayet dinler ya da inanç sistemleri. Belki bu kavimleşme deyimini biraz açıklamalıyım; Avrupa’nın (veya Orta Doğu’nun, veya Osmanlı İmparatorluğu’nun) halklarını (peoples) statik bir şekilde sıralamaktansa, dinamik gelişimi içinde, içe ve dışa göçler üzerinden, belirli grupların birbirinin üzerine gelip yerleşmesi biçiminde anlatmak bana çok daha doğru geliyor. Hem tarihselliği koruyorum, hem de öğrencilerin çok daha iyi aklında kalıyor, demografiyi böyle bir iskelenin her basamağına iliştirince.
Bu çerçevede, Ortaçağın her bakımdan tâyin edici olduğu daha net görülüyor Avrupa tarihinde. Kavimler ve diller açısından baktığımızda, çok çok gerilerde isimsizler var (peoples without names), yazıları olmadığı gibi çevrelerinde onları gözleyip yazan uygarlıklar da henüz olmadığı için, dillerini ve dolayısıyla kendilerine ne dediklerini de bilmediğimiz ve hiç bilemeyeceğimiz. Sonra Hint-Avrupa diasporası geliyor, bir yere kadar sırf arkeoloji üzerinden izleyebildiğimiz. Sonra ilk isimli halklar başlıyor (peoples with names), Keltler örneğin; ardından İtalya’ya adlarını veren İtalikler, bu arada Latium’a adlarını veren ve Roma’yı kuran Latinler, Hellas’a (Yunanistan’a) adlarını veren Helenler (Yunanlılar), Anadolu ile Hazar Denizi arasından İran’a inen Persler, daha doğudan dolaşıp İndus Vadisi üzerinden Hindistan’a giren Aryanlar. Bu zeminde, Ege’de ve Akdeniz’de bir Yunan-Roma örüntüsü meydana geliyor. Önce bir Antik Yunan damgası ve ardından bir Roma damgası vuruluyor, bu havaliye. İçerdekiler, kucaklananlar var ve dışarıda kalanlar, kucaklanmayanlar. Yani barbarlar, kısmen doğuda (Persler), ama Pax Romana (Roma Barışı) yüzyıllarında esas kuzeydekiler. Bunlar da Germenler ve Slavlar oluyor.
Birkaç yüzyıl sürüyor bu göreli denge durumu. Fakat zamanla Roma aşırı karmaşıklaşıyor, devlet aygıtı sürekli pahalılaşıyor ve imparatorluğu sürdürme çabası bütün tebasını ezen bir kambura dönüşüyor. (Bu yazıyı hazırlarken dönüp Engels’in 1884 tarihli Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni çalışmsına baktım ve günümüzün “karmaşıklaşma yüzünden çöküş” (complexity and collapse) teorilerini ne kadar önceden haber verdiğini hayretle gördüm.) Sonuçta Roma zaafa düşüyor ve Ren-Tuna hattını tutamaz hale geliyor. İS 4. yüzyıl sonlarında, Adrianapolis (Edirne) muharebesiyle birlikte önce Gotlar, arkalarından Vandallar, Franklar, Burgonyalılar, Suevler, Alamanlar dalıyor Roma topraklarına. Kavimler Göçü yaşanıyor (ALM. Völkerwanderungen, İNG. Migrations of the Peoples). Muazzam bir dönüşüm. Germenler Batı Avrupa’yı, Slavlar Doğu Avrupa’yı kaplıyor. Tam “Barbar Krallıkları”nın ilk nesli vücut bulurken (krş. birinci ve ikinci kuşak Anadolu Beylikleri), bir de İkinci İstilâ Dalgası vuruyor bu embriyonik Avrupa’yı: güneyden Müslüman Araplar, kuzeyden Vikingler, doğudan Macarlar. İS 1000 dolaylarında bunlar da durulunca, toz dumanın içinden bu sefer bir Ortaçağ örüntüsü zuhur ediyor. Üstelik sadece demografik ve lingüistik değil, aynı zamanda inançsal bir örüntü bu, çünkü Batı Avrupa’daki Germenler hemen tamamen Roma’dan Hıristiyanlaştırılıyor ve dolayısıyla Katolik Kilisesi’ne katılıyor; buna karşılık Doğu Avrupa’daki Slavlar büyük ölçüde Bizans’tan, Konstantinopolis’ten Hıristiyanlaştırılıyor ve dolayısıyla Doğu Ortodoks Kilisesi’ne katılıyor. Sonuçta, Katolik Hırvatlar, Katolik Çek ve Slovaklar, Katolik Macarlar ve Katolik Polonyalılar gibi önemli bazı istisnalarla birlikte, Avrupa’nın etno-linguistik haritası ile dinler haritası arasında büyük bir örtüşme doğuyor.
Biz büyük ölçüde bunu, bu Ortaçağ örüntüsünü (Medieval pattern) tanıyoruz Avrupa deyince. Bunda, Hıristiyanlık-İslâmiyet, Avrupa-Osmanlı ötekilikleri ve çatışmalarının büyük ölçüde Geç Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca yaşanmasının da büyük payı var. Söz konusu Ortaçağ örüntüsü, isterseniz Erken Ortaçağda oluşan bu örüntü diyelim, ülkeleri, halkları, dilleri ve dinleriyle kabaca 1000 – 1950 arasında varlığını korudu. Değişim ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uçverdi. Önce, 1950’ler ve 60’ların “emek kıtlığı”nın çektiği Gastarbeiter geldi, Türkiye’den ve Balkanlardan. Onlarla birlikte, eski sömürge imparatorluklarının kolonyal periferisinden metropollerine göç başgösterdi: Hindistan ve Pakistan’dan İngiltere’ye; Karayiplerden gene İngiltere’yle birlikte Hollanda ve Belçika’ya; Kuzey Afrika’nın Müslüman ülkelerinden, Fas, Tunus ve Cezayir’den Fransa’ya; Sahra’nın güneyinden, Siyah Afrika’dan da keza Fransa’ya; Balkanlardan, özellikle Arnavutluk’tan ve eski Yugoslavya’dan, kısmen İsviçre’ye kısmen Almanya’ya…Ve işte genellikle spor, özellikle futbol, bu yeni demografik eşiği çok net yansıtıyor.
Sırf Dünya Kupası’nda 14 Aralık’ta oynanan şu Fas-Fransa yarı final maçına bakarsak, dönüşümün boyutları da, olaya eskisi gibi bir Batı / Doğu, emperyalizm / anti-emperyalizm, gelişmişlik / azgelişmişlik basitliği içinden bakmanın zorluğu da apaçık ortada. Bir kere Fas o kadar da yoksul bir ülke değil; Afrika’nın en gelişmiş beş ekonomisinden birine sahip. İkincisi, son yazımda da işaret ettiğim gibi, hibrid (melez) bir kimliği var; hep dışarıya açık olmuş ve sonuçta, Arap, Berber ve Avrupa kültürlerinin bir karışımını simgeliyor. Üçüncüsü, geçmişte protektorası altına girdiği İspanya ve Fransa ile bugün de yoğun ilişki içinde; öyle ki, spor dahil pek çok alanda Fas ekonomisi ile İspanyol ve Fransız ekonomileri oldukça bütünleşik bir istihdam alanı oluşturuyor.
Geçtiğimiz haftalar boyunca tekrar tekrar izlediğimiz, beğendiğimiz, şu veya bu nedenle, şu veya bu ölçüde desteklediğimiz Fas millî takımı futbolcularının kişisel ve sportif hayatı, çarpıcı ipuçları sunuyor bu açıdan. Teknik direktörleriyle başlayalım; Halid Regragi’nin 1998-2009 arasındaki aktif oyunculuk kariyeri, hepsi Fransa ve İspanya liglerine mensup şu altı takımda geçmiş: Racing Paris, Toulouse, Ajaccio, Racing Santander, Dijon, Grenoble. Takımına gelince; en çok yer verdiği (ya da benim en çok farkına vardığım) 17 oyuncusundan sadece dokuzu Fas doğumlu (Aguerd, El Yamiq, Dari, Ounahi, Benoun, Attiyat-Allah, Hamdallah ve En-Nesyri). Kaldı ki bu dokuzdan ikisi de Fas’ta doğduktan hemen sonra aileleriyle göç etmiş ve Sabiri küçükten itibaren hep Almanya’da, En-Nesyri de aynı şekilde hep İspanya’da oynamış, hattâ o ülkenin genç millî takımlarına girmiş. Onlarla birlikte diğer sekiz arkadaşları da diaspora çocuğu. Üçü (Ziyech, Mazraoui, Sofyan Amrabat) Hollanda, ikisi (Saiss, Boufal) Fransa, biri (Amallah) Belçika, biri (Hakimi) İspanya, biri de (kaleci Bounou) Kanada doğumlu. İçlerinden sadece üçü Arap ülkelerinde top koşturuyor (Attiyat-Allah Fas’ta, Benoun Katar’da, Hamdallah Suudi Arabistan’da). Diğer 14’ü Fransız, İspanyol, İtalyan, Alman, Belçika ve İngiliz kulüplerinde. Ziyech Chelsea’de oynuyor, Mazraoui Bayern Münih’te, Hakimi (Messi ve Mbappé’yle birlikte) PSG’de, Amrabat Fiorentina’da, Sabiri Sampdoria’da, Bounou ve En-Nesyri Sevilla’da, Ounahi ve Boufal Angers’de, Dari Brest’de, El Yamiq Valladolid’de, Aguerd West Ham United’da, Amallah Standard Liège’de, takım kaptanı Saiss Beşiktaş’ta. Tamam, bazıları elit kulüpler değil. Gene de, burada ciddi bir küreselleşme ve dolayısıyla ileri bir futbol görgüsü söz konusu. Zaten Fas’ın nasıl oynadığına, ne kadar mücadele ettiğine, özellikle defansta ve orta sahada nasıl dişe diş pres yapıp sürekli top kaptıklarına da kuvvetle yansıyordu.
Hemen aynı şeyler, tabii daha da seçkin bir kulüp düzeyinde, Fransız millî takımı için de geçerli. Ekranlarda herkes gördü zaten; Fransa’nın ilk 11’inde genellikle üç, nadiren dört “beyaz” veya “etnik Fransız” yer alırken (kaleci Lloris, Greizmann, Rabiot, bazen Théo Fernandez), yedi sekizi, Arjantin maçının sonları gibi kritik anlarda Lloris hariç 10’u “siyah”lardan, çoğu da Afrikalılardan oluşuyordu. Göçmen çocuklarıydı hepsi: Martinik kökenli Varane, yarı Beninli Koundé, Guadeloupe’lu Coman, Gine Bissau’dan Upamecano, Kamerunlu Tchouameni, Lübnan ve Kamerunlu ana babanın çocuğu Saliba, Cezayir ve Kamerunlu ana babanın çocuğu Mbappé, Kongolu Kolo Muani, Kongo ve Angolalı ana babanın çocuğu Camavinga, sonra Malililer: İbrahima Konate, Fofana, yarı Moritanya-Senegalli, yarı Malili Dembele. Bunlardan ikisi Real Madrid’de oynamakta (Camavinga ve Tchouameni), ikisi Barcelona’da (Koundé ve Dembele), ikisi Bayern Münih’te (Coman ve Upamecano), sonra Varane Manchester United’da, Saliba Arsenal’de, Konate Liverpool’da, Fofana Monaco’da, Mbappé PSG’de, Kolo Muani Eintracht Frankfurt’ta, Thuram Borussia Mönchengladbach’ta. Özetle, her iki tarafta “millî ve yerli”likle pek ilgisi olmayıp sahadaki futbolun kalitesine müthiş yansıyan bir enternasyonalizm, bir kozmopolitizm söz konusuydu.
Başta Fransa dahil bütün Batı Avrupa’nın yükselen ırkçılığıyla kolay polemiklere girmeyeceğim bu noktada, “siz nefretiniz içinde kendi kendinizi küçülte durun, bakın sizi kimler temsil ediyor” diye. Daha ileri gidecek ve bu gibilerin esas kâbusunu teşkil eden soruyu soracağım: Fransa’nın ve Avrupa’nın geleceğinde ne yatıyor? Bizi artık çoğunluğunu “beyaz” (ve Hıristiyan) olmayanların oluşturduğu bir Avrupa bekliyor olabilir mi, çok uzak olmayan yıllarda? Bu yeni kavimleşme, nasıl bir kültürleşmeyi beraberinde getirecek (ve şimdiden getiriyor bile)?
Engels’le bitireyim. Demiştim ki çağının hayli ilerisinde sezgi ve öngörüler buluyorum, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ne (1884) tekrar baktığımda. Geçmiş okumalarından bir şey kalmıştı hatırımda, Kavimler Göçü’nün ve Roma diyarlarını istilâ etmenin Germenlerde kandaşlık düzeninin sonunu nasıl getirdiği, kabileden devlete geçişi nasıl etkilediği hakkında. Galiba Romalı kitlelerin Germen klan ve kabilelerine alınamayacağı, massedilemeyeceği, dolayısıyla bu birimlerin çözülmesini hızlandırdığıyla ilgiliydi.
Evet, hemen tamı tamına öyleymiş; aradım ve buldum sonunda. Bölüm VIII. Germenlerde Devletin Teşekkülü. Şöyle diyor: “Artık Roma eyaletlerinin efendisi konumundaki Germen kavimleri, fethettikleri yerleri organize etmek zorundaydı. Ama Romalı kitleleri ne kendi kandaşlık birimlerine alabilir, ne de onları bu birimler aracılığıyla yönetebilirlerdi. Roma’nın birçoğu hâlâ çalışmaya devam eden yerel yönetim kurumlarının başına, Roma devletinin yerine başka bir şey ikame edilmeliydi ki, bu da ancak başka bir devlet olabilirdi. Kandaşlık yapılanmasının organlarının, hem de hızla, devlet organlarına dönüşmesi gerekiyordu…”
Nicelik artışı, nitelik dönüşümüne yansır. Nüfus büyür ve kompozisyonu da değişirse, bütün ulus-devlet yapısı çatırdar. Peki. Avrupa’nın bin yıllık Ortaçağ örüntüsünün sarsıldığı ve delindiği günümüzde, yeni bir örüntü, yeni bir sentez nasıl gerçekleşecek? Gerçekleşecek mi? Eskiler ve yeni gelenler, bugünün “Romalıları” ve gene bugünün “Germenleri” nasıl kaynaşacak ve birleşecek? Mevcut kurumlar (ve ideolojiler) kucaklayabilecek, içerebilecek mi bu “yabancı” kitleleri? Kim kimi massedecek?
Yoksa, her şey değişecek, yenilenecek, Fas ve Fransa futbol takımlarının bileşimine ayak uyduracak, “millî”lik yeniden tanımlanacak, bu geçiş döneminin olanca sarsıntı ve yadırgılıklarına karşın, sonunda çok etnili, çok dilli, çok kültürlü, çok daha katılımcı bir Yeni Avrupa mı çıkagelecek?