[15-16 Ocak 2023] Thomas Gray’in 1750’de milliyetçiliği ve milliyetçi şiddeti, savaşları, boğazlaşmaları eleştirmek diye bir derdi yok kuşkusuz. Bunun için henüz çok erken. Şiirin tam başlığı Elegy Written in a Country Churchyard. Bir Taşra Kilisesinin Avlusunda Yazılmış Ağıt. Kilise avluları köyün mezarlığıdır aynı zamanda. Kutsanmış topraktır. Hayattaki cemaat ölümden sonra da burada devam eder. Dini bütün yaşamış, aforoz edilmemiş, kendi canını almamış, son nefesinde günah çıkarmış Hıristiyanlar buraya gömülür.
Şiirin seyrinden anlıyoruz ki Thomas Gray de bir akşam vakti böyle bir kilise avlusunda oturmuş; mezar taşlarına bakıp hayatı ve ölümü düşünüyor. Günün son çanları çalıyor. Yorgun köylüler tarlalarından, sığırlar çayırlarından dönüyor. Karanlık çöküyor. Baykuşlar ötüyor. Mezranın cedleri, kurucuları karaağaçların gölgesinde uyuyor. Artık hiçbir sabah rüzgârı, hiçbir horoz, hiçbir kırlangıcın ötüşü uyandırmayacak onları. Ocak karşısında ısınmayacaklar karılarıyla. Çocukları, torunları tırmanmayacak kucaklarına. Oysa bir zamanlar toprağı nasıl sürmüş, mahsulü nasıl kaldırmışlardı! Emeklerini, basit mutluluklarını, bilinmez yaşamlarını küçümsemesin İhtiras. Yoksulların kısa va yalın öykülerini Haşmetliler küçümseyerek dinlemesin. Ve sonra, işte o en tanıdık dizeler (biraz serbest çeviriyorum): “Törenlerin kibiri, iktidarın görkemi / Ve güzelliğin ve zenginliğin bahşettiği her şey / Hep o kaçınılmaz saatin çalmasını bekler. / Mezardır, şan ve şeref yollarının varacağı yer.” (The boast of heraldry, the pomp of pow’r / And all that beauty, all that wealth e’er gave, / Awaits alike th’ inevitable hour. / The paths of glory lead but to the grave.)
Bu kadarında, yeniçerilerin cülûs ve ulufe günlerinde “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var” diye bağırmasından, ya da Hilmi Yavuz’un Bedreddin Şiirleri’nde Bayezid Paşa’ya “Gün akşamlıdır devletlim / elbet biz de ölürüz” dedirtmesinden çok farklı bir duygu ve düşünce yok. İnsanlar fânî. Kazancımızı, servetimizi mezara götürmeyeceğiz. Bu dünyanın uğultusu ve debdebesi bu dünyada kalacak.
Gelgelelim 1917’de Nevinson bambaşka bir anlam yüklüyor bu sözcüklere. Birinci Dünya Savaşının ilk aylarında, 1914 Kasım – 1915 Ocak arasında Batı Cephesi’nde gönüllü ambülans sürücülüğü yapıyor. Modern teknolojiyle (sürekli ağır topçu bombardımanı ve makinalı tüfeklerle) savaşın büründüğü yeni ve korkunç çehreyi yakından görüyor. İngiltere’ye dönüyor. Sıhhiye’ye katılıyor. Ateşli romatizma nedeniyle 1915 sonlarında terhis ediliyor. Fakat daha bu dönemde, savaşa fazla hayırhah bakmadığını gösteren bir dizi tablo yapıyor. Buna rağmen, 1917’de Britanya Savaş Propagandası Bürosu tarafından savaş ressamı olarak Fransa’ya gönderiliyor. Bir kere daha siper savaşlarının dehşetiyle tanışıyor. After A Push (Taarruzdan Sonra) ve Paths of Glory tablolarını bu dönemde yapıyor. İlkini aşağıda görüyorsunuz. Sağ orta-üstte, “bizim,” İngiliz tarafının siperlerinin önündeki dikenli teller.
Karşıdaki sırtların üzerinde “onların,” Almanların dikenli telleri. Aradaki alan No Man’s Land. Kimsenin Olmayan Diyar. Âdetâ bir ay manzarası. Sürekli topçu bombardımanından, mermi çukurlarıyla kaplı. Burası Flandr; sürekli yağmur yağıyor. Dolayısıyla çukurlar su dolu. Politikacıların zafer inadı ve generallerin aptalca hırsı yüzünden, her iki tarafın piyadeleri burada düşe kalka anlamsız hücumlara kalkıyor. Makinalılarla taranırken iki büklüm koşuyor, bazen yere yatıyor, sonra tekrar kalkıp koşuyor, Bazen vurulup düşüyor, bazen bu mermi çukurlarında boğuluyor. Pek azı, düşman siperlerinin önündeki dikenli tellere ulaşabiliyor.
After A Push tablosu, insansız ıssızlığı içinde bütün bu saçma ve sonuçsuz faciayı imâ ediyor. Taarruzun muhtemel sonucunu ise başlık resmimde, Paths of Glory tablosunda görüyoruz. “Şan ve Şeref Yolları” burada tümüyle sarkazma dönüşüyor. Sollarında uzanan dikenli tellerin önünde, iki İngiliz askeri çamurda yüzükoyun yatıyor (İngiliz olduklarını yassı miğferlerinden anlıyoruz). Belli ki bunlar Alman siperlerinin önündeki dikenli teller; İngilizler siperleri geçip de ölmüş değil; taarruzla sağ taraftan kopup gelmişler ve tam dikenli tellere varmışken herhalde çok yakın mesafeden vurulup oracıkta can vermişler. Kaç yaşındalar acaba? 18? 19? 20? Her iki tarafın propaganda aygıtları, vatan ve millet uğruna savaşmanın şan ve şerefini haykırıyor. Bu iki ölüye soralım mı, şan ve şerefi? İşte bu noktada Nevison, savaşın gerçeğine başka türlü bir ayna tutuyor. Düşman milliyetçiliklerin ikiyüzlülüğünü deşiyor. Kara mizah. Siperlerde yaşama ve ölmenin ne demek olduğu bilmeyen, belki bilmek de istemeyen İngiliz kamuoyuna, bakın, gençleri yolladığınız son budur diyor. Şan ve şeref dediğiniz, işte burada, böyle son buluyor.
Nevinson’un gerçekçiliği ve resmiyete (üstelik, Savaş Propagandası Bürosu’nca görevlendirilmişliğine) meydan okuyan cesareti tümüyle cezasız kalmıyor kuşkusuz. Fakat çok küçük, çok hafif bir ceza. Tablosu, İngiliz ordusunun Fransa’da, Batı Cephesi’nde görevli resmî tablo ve çizim sansürcüsü Yarbay A. N. Lee tarafından sansürleniyor. Gerekçesi, ölülerin böyle resmedilmesinin halkın moralini bozacağı ve İngiltere’nin savaşı kazanma çabasına zarar vereceği. Bundan öteye geçmiyor. Nevinson’ın tablosundan “Alman propagandası” gibi bir sonuç çıkarmıyor örneğin. Ya da bu yüzden yargılanıp hapse atılmasını istemiyor. Bunlar 20. yüzyıl başlarında dahi İngiliz demokrasisi ve hukuk devletinde olamayacak şeyler. Ayrıca ilginçtir, Nevinson uslu uslu boyun eğmiyor bu sansür karşısında. Mart 1918 başında, yani savaş henüz devam ederken, kişisel sergisini açıyor Leicester Galerileri’nde. Paths of Glory tablosunu da koyuyor sergiye. Ancak, aşağıda Daily Mail gazetesinin 2 Mart 1918 tarihli haberinden görebileceğiniz gibi, iki ölünün üzerini çapraz bir kahverengi bantla örtüyor ve üzerine CENSORED (SANSÜRLENMİŞTİR) yazıyor. Ne oluyor? Savaş Bakanlığı’ndan bir kınama alıyor, (a) sansürlü bir görüntüyü kullandığı ve (b) “sansürlenmiştir” sözcüğünü kamuoyu önünde izin almadan kullandığı için! Gene ne fazlası var ortada (Almanlara yardım veya terör örgütü propagandası gibi), ne de herhangi bir suç isnadı, kovuşturma başlangıcı veya gözaltı, tutuklama, yargılama talebi. Üstelik tam bu sırada, ilk resmî renkli savaş fotoğrafları sergisi de açılıyor (4 Mart 1918’de), ölülerin fotoğrafları dahil. Her şey aleniyet kazanıyor.
Şebnem Korur Fincancı’yı çok düşündüm, bu yazıyı yazarken. Kendisine bazı fotoğraflar gösteriliyor, güneydoğuda PKK ile çarpışmalar sırasında çekilmiş. Bu görüntülere göre, eh, belki kimyasal silâh söz konusu olabilir, ayrıca tetkik edilmesi lâzım diyor. Başka bir şey demiyor. Sırf bu kadarı yüzünden, açık kapı bıraktığı için, incelenmeli dediği için, TSK’nın kimyasal silâh kullanmış olabileceği iddiasını toptan ve kesin biçimde reddetmediği için, terör örgütünün propagandasını yapmakla suçlanıyor.
İngiltere 1918 ve Türkiye 2023. Bizdeki siyasî, ideolojik kutsallıklar çok ama çok daha güçlü. Yakında Cumhuriyetin 100. Yılını kutlayacağız. Bu mu oldu, Türkiye’nin son 100-105 yılında? Hükümet sözcüleri hakkında peşinen suçlayıcı demeçler veriyor. Hedef gösteriyor. Şebnem Fincancı gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yargılanıyor, 2 yıl 8 ay hapse mahkûm ediliyor.
Tersten düşünelim. Ya Chris Nevinson bugün Türkiye’de yaşıyor olsaydı da böyle bir resim yapsaydı? Güneydoğuda veya Kuzey Suriye’de, arazide yüzükoyun yatan iki Türk askeri. İki Mehmetçik. İki şehit. Altına da Paths of Glory (Şan ve Şeref Yolları) yazsaydı ne olurdu? Hükümet, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve yargı bu sarkazmı nasıl karşılardı? Dahası, bir de üzerine SANSÜRLENMİŞTİR bandını yerleştirip sergileseydi, iş nereye varırdı acaba?
Tabii konu Nevinson’dan da ibaret değil. Çünkü bir de Stanley Kubrick var. Paths of Glory, onun 1958’de yaptığı ilk uzun metrajlı filmin de başlığı. O da Birinci Dünya Savaşı’nın Batı Cephesi’nde, ama İngiliz değil Fransız ordusunda geçiyor. Subayların sıra neferlerinden kopukluğunu, keyfîliğini, müstebitliğini, yükselme ihtirasını teşhir ediyor. Almanların Ant Hill (Karınca Yuvası) denen çok güçlü bir mevzileri var. Dürbünle bakıldığında, Nevinson’un After A Push tablosunda uzakta gözüken dikenli tel hattını andırıyor. Fransız genel kurmayından, üst rütbeli bir general (Broulard), sırf kendi şan ve şöhreti uğruna, kendi altındaki, tümen komutanı bir başka Fransız generale (Mireau), git burayı al diyor. Tam bir Mission Impossible (imkânsız görev). Taarruza kalkıyor ama alamıyorlar. Mireau bütün kabahati askerine yıkıyor. Her on kişide birinin düşman karşısında korkaklık gerekçesiyle kurşun dizilmesini emrediyor. Zar zor vazgeçiriyor, üç bölüğün her birinden seçilecek birer askerin Divan-ı Harp’te yargılanması formülüne ikna ediyorlar. Askerî Mahkemenin üyeleri bu sıradan halk çocukları karşısında kalpsiz, vicdansız davranıyor. Hemen ertesi sabah hepsi kurşuna dizilerek idam ediliyor.
Toplum çok karmaşık bir varlık. Savaş yanlıları da var, savaş karşıtları da. Chris Nevinson, 1917’de geldiği yerde artık kesin bir savaş karşıtı. 1958’de Stanley Kubrick, daha baştan bir savaş karşıtı. Görece demokratik toplumlarda, görüşlerini görece özgür biçimde sanatsal yaratıcılıklarına yansıtabiliyorlar. Ama Nevinson gibi Kubrick üzerinden de sormadan edemiyorum. Türkiye’de bir sinemacı çıksa ve az buçuk benzer bir savaş karşıtı film yapsa, başına neler gelebilir; bir parça düşünebilir miyiz bu konuda?
Ben kendim korktum, korkuyorum bu sorulardan. Fakat son bir not. Sansürler, kınamalar, RTÜK, hükümet sözcüsü, mahkeme, Bahçeli vb bir yana. Nevinson’un Paths of Glory tablosu doğrudan doğruya Leicester sergisinden, daha 1918 başlarında Londra’daki Imperial War Museum (İmparatorluk Savaş Müzesi) tarafından satın alınıyor. Yani IWM yönetimi dahi aldırmıyor Savaş Bakanlığına! Bugün de aynı müzede sergileniyor ve görülebiliyor. Duvardaki pano, tabloyu “Nevinson’un en ünlü resimlerinden biri” diye tanımlıyor.
İngiliz kültürü, Nevinson’ın dehasını (ve sanatın özerkliğini, özgürlüğünü) kabullendi daha o günden. Kubrick ise 20. yüzyılın en güçlü, en sevilen yönetmenlerinden oldu. Savaş karşıtlığını, Soğuk Savaş yıllarında 1964 tarihli Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb kara komedisine taşıdı (başlığın uzun ikinci kısmı: Dert Edineceğime Atom Bombasını Sevmeyi Nasıl Öğrendim). Hitler’in hizmetinden Pentagon’un hizmetine transfer olan Wernher von Braun (yani Dr Strangelove) gibi eski Nazi, yeni Hür Dünya kahramanlarını ti’ye almaktan geri dumadı.
Nevinson’ı ve Kubrick’i gördük. Zamanla Şebnem Korur Fincancı’nın nasıl hatırlanacağını da göreceğiz. Gerçek şan ve şeref yolları otoriter-devletçi mahkeme kararlarından geçmiyor. Tarihî tecrübelerden geçiyor. Toplumun zamanla oluşan ve değişen beğenisinden, sivil değer yargılarından geçiyor. Vicdanî ve kalıcı hükümler böyle oluşuyor.