[9 Şubat 2023] Erdoğan Berktay 6 Eylül 1921’de İzmir’de doğdu, 9 Şubat 1976’da Ankara’da öldü. Henüz 55 yaşındaydı. Geçen gün yazarken farkına vardığım gibi, bugün ölümünün 47. yıldönümü. Çok şey sığdırdı diyebilir miyim, kısacık ömrüne? Diyemem sanırım. Çok düşündü, çok dik durdu, çok kavga etti, ama çok yazamadı. Ya da kalıcı yazamadı. Yazdıkları Komintern Marksizminin kavramlarıyla ve dolayısıyla bir dönemle sınırlı kaldı.
Realist bir tarihçi olarak, babam da olsa bunu mecburum böyle söylemeye. Birikimi, eleştirel zekâsı, düşünce keskinliği bakımından neslinin en parlak Marksist aydınıydı. Bir o kadar da asabîydi; rahmetli babaannem Ülfet Hanımın Girit damarını tevarüs etmişti, olduğu gibi. Mutlakçıydı, insanlık hallerine karşı toleranssızdı — ve dolayısıyla son derece uygunsuzdu siyaset yapmaya. Annemden ve çocuklarından başka hemen herkesle geçimsizdi. Aşırı namusluydu. Esnemesi, bükülmesi, uzlaşması, tâviz vermesi imkânsıza yakındı. Nabza göre şerbet vermesi, ya da farklı dağlarda farklı türküler çığırması, ancak başka bir evrende cereyan edebilirdi. Bu yüzden çok yıprandı, kendi kendisini çok yıprattı 1960’lar ve 70’lerin fraksiyonlaşmalarında. Leninizmin tarihsel sonu meğer yakınmış, ama kimse farkında değildi kuşkusuz. Mihri Belli’nin olanca darbeciliği içinde bütün Eski Tüfekçilerin başına ördüğü aptalca Sosyalist Devrim – Millî Demokratik Devrim (ya da TİP – Avcıoğlu) kutuplaşmasından o da uzak duramadı. Ama bir yerden sonra, bu kısır didişmelerden (tabii bir de şiddetin ve maceracılığın yükselmesinden) soğuması, sağlığının bozulmasıyla da birleşti ve 12 Mart 1971 öncesinde ortalığı toz duman kaplarken, her şeyden tümüyle çekilmek zorunda kaldı.
Öyle veya böyle; kızkardeşim Neyyir’in ve benim üzerimizde çoğu artısı ve bazı eksileriyle çok derin izler bıraktı. Örneğin ben ilk ve erkek çocuk olarak çok daha özgür büyüdüm; ataerkil ahlâkçılığının kahrını, ki bir kuşak ve kültür sorunudur, hemen tamamen Neyyir çekti. Buna karşılık bende, bir tür “her durumda suçluluk ve sorumluluk” kompleksi yarattı. Bir yığın şey var, buna benzer. Fakat herhalde hayatımdaki yerini bugün bile çok kuvvetle hissettiğimden, hemen her ölüm yıldönümünde tekrar düşünüyor, sanki onunla biraz konuşuyor ve bir yazı daha yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. İşte bu yılın konusu da Hazreti Lenin oluyor.
Başta da dediğim gibi bu, Nevşehir cezaevinde geçen bir konuşmanın bazı bakımlardan kilit deyimi. O zamanlar TCK’nın (bir zamanlar çok ünlü, ama artık mevcut olmayan) 141. ve 142. maddelerinin cezaları görece düşüktü. Gizli örgütten (Zeki Baştımar gibi) en fazla 10 yıl alınabiliyordu. Babam ise iki yıl hapis ve bir buçuk yıl sürgün cezasıyla İzmir’e dönmüştü mahkemeden. Cumhuriyet Meydanı ve Atatürk Heykeline bakan eski Akdeniz Apartımanı’nın merdivenlerinden paltosu ve kasketiyle çıkışını, annemin “Erdoğanım Erdoğanım” diye deli gibi koşup sarılmasını hatırlarım. Duruşmalar sırasında bir buçuk yıl tutuklu kaldığından, sadece altı ayı kalmıştı yatacak. Onu da dâvâ temyizde onandığında gidip yattı Nevşehir’de. Oradayken, 1957’de dedem (babası) öldü ve ben ilkokulu bitirdim, ama ikisine de yetişemedi. Üzüntüden kaskatıydı geldiğinde. Az kaldı ve hemen Adapazarı’na gitti, peşinde sivil polisler, her gün karakola uğrayıp imza vermecesine. Neyse ki bir süre sonra İzmir’e naklettirebildi. Her adımında sürekli takip faslı, bir süre İzmir’de devam etti.
Benim anlatacağım olayın yeri Nevşehir hapishanesi. Şimdi baktım; 1957’de 60,000 olmalı Nevşehir’in nüfusu (bugün ise 160,000 dolayında). Babamın yolladığı kartpostallardan, Nevşehirli İbrahim Paşa’nın heykelini hatırlıyorum şehir meydanında, bir de babamın besbelli soğuk koğuşunda, dönemin herhalde döküntü bir taşra hapishanesinde, sobanın yanında paltoyla oturan resmini. Gözümün önünde, ama şimdi bulamadım bir türlü. Önemli olan şu ki, başkaları da varmış o Nevşehir koğuşunda, tek tük komünist ülkelerden gelen. Bulgaristan’dan kaçan bir Strasimir (?) varmış örneğin, soyadını çıkaramadığım. Yüksek rütbeli bir subaymış, belki havacı general. Bulgaristan 1945-48’de adım adım bir komünist tek parti diktatörlüğüne dönüşmekte. O hengâmede bir grup eski faşist (Strasimir aynen böyle diyormuş) ikna etmişler Strasimir’i, uçağıyla onları kaçırması için. Kaçırmış da; ama sonra pişman olmuş ve geri gideyim derken casusluktan hüküm giyip kendini Nevşehir’de bulmuş. Bir de iki genç Kızılordu teğmeni varmış aynı koğuşta. Daha doğrusu, yakalandıklarında gençmişler, herhalde 1940-41 yıllarında. Kafkas Türklerindenmişler, belki birinin adı Eyüp. Daha Naziler 22 Haziran 1941’de Sovyetlere saldırmadan, bunlara doğu sınırında gece keşfi emri verilmiş. Türkiye tarafına geçmişler ve esir düşmüşler; onlar da askerî casusluktan yargılanıp sanırım 30’ar yıl almış ve Nevşehir’e yollanmış. 1957’de 15-16 yıldır hapiste ve artık 40’larına yakın olmalılar. Ama sıkı Stalinist diye tarif ederdi babam. 20. Kongre’nin, Kruşçev’in, Gizli Rapor’unun lâfını duymak istemiyorlarmış. Şimdi düşünüyorum ki, bütün rakiplerinin 1936-38 Moskova Duruşmalarında tasfiyesinin (katlinin, itlâfının) ardından, Stalin’in partiye üye kaydettiği naif ve hafızasız yüzbinlerden olmuş olmalılar. İyi de, 1970’lerde nihayet cezalarını bitirip tahliye olduklarını ve denklerini toplayıp Sovyetlere döndüklerini okumuştum (henüz hayattaki babamla birlikte okumuştuk), küçük bir gazete haberinde. Otuz yıl sonra hangi Sovyetlere dönmüşlerdi? Dönünce ne bulmuşlardı acaba?
Masal gibi, değil mi? Neredeyse bir masal âlemi, Hobbitler, Cüceler, Devler, Elfler, Trollerle dolu. Ama zaten ben de biraz kasten masal gibi anlatıyorum, alt tarafı 11-12 yaşlarımda efsane dinlercesine dinlediklerimden hatırımda kalanları. Geçelim. İşte günlerden bir gün bir tartışma patlak veriyor bu Nevşehir koğuşunda, babamla bu Kızılordu teğmenleri (ya da en azından biri) arasında. Sanırım Türkiye ve Türkiye toplumu, sınıflar ve devrim hakkında. Teğmenler sağlam Stalinist ya. Herhalde tarihin ve devrimin evrensel yasalarına inanıyorlar. Babamı da sıkıştırıyorlar, Türkiye’de neden devrim olmadı, neden sosyalizm gelmedi diye. Öyle ya; devrim olmadığına göre kabahat komünistlerde olmalı. Babam galiba bu bağlamda, (mealen) “Hazreti Lenin gelse Türkiye’de bir şey yapamazdı” diyor. Çok kızıyorlar. Babamın dinî bir niteleme kullanarak Lenin’le dalga geçtiğini zannediyorlar. Lâfın gelişi bir günlük sohbet mübalağasına başvurduğunu anlamıyorlar.
Tartışma orada kalıyor, ama tabii burada asıl mesele, Erdoğan Berktay’ın bütün komünistliğiyle birlikte, Türkiye’de Lenin dahi devrim yapamazdı demesinde. Yani dogmatik ve tekdüze bir evrenselciliğin karşısına, yerele ilişkin göreli bir realizmle çıkıyor. Nasıl bir özgüllük görüyor da, tam Lenin’in tarif ettiği türden çelik çekirdek bir öncü de gelse yapamaz/dı kanısına varıyor? Türkiye çok mu geri? İşçi sınıfı mı yok? Veya çok mu heterojen? Tek bir toplum değil de cemaatlere mi bölünmüş? Genel olarak sınıflar mı o kadar belirleyici değil? Başta kültür, bütün diğer sosyolojik ilişkiler sınıflara ağır mı basıyor? Bu bağlamda, din mi tâyin edici? Müslümanlığa şu veya bu şekilde bir çözüm bulmadan (kısmen peşinden sürüklemeden, kısmen de bastırmadan) imkânsız mı devrim? Bunlar benim, bizlerin bugün aklımızdan geçen veya geçebileceklerden bazıları. Ne kadar isterdim, babamın ne düşündüğünü bilmeyi! Her şey bir yana; Kemalizm öncesinden mi, Kemalizmden ve sonrasından mı bahsediyorlardı? Örneğin Millî Mücadele de dahil miydi buna? Komünistler (faraza Mustafa Suphiler) önderliği ele geçirebilirler miydi 1919-1922’de? Sömürgelik değil ancak yarı-sömürgelik koşullarında (ki tersine çevirip yarı-bağımsızlık da diyebilirsiniz), daha 19. yüzyıldan itibaren yeniden kurulup modernize edilen çok teşkilâtlı bir orduyu nasıl altedecekti komünistler? Veya daha sonra, bu ordunun yabancı istilâsını defetmede gösterdiği başarı sayesinde kurulan Kemalist iktidarın (ve bizzat Mustafa Kemal’in) muazzam prestijinin, karizmasının, hegemonyasının nasıl üstesinden geleceklerdi? Var mıydı bunun öyle kolay (sınıf mücadelesinin evrensel yasalarından kaynaklanan) bir yolu?
Şimdi bunların hepsini böyle altalta yazıp gözden geçirdiğimde, tabii aslında bilemem ama tahminim, herhalde tartışmanın da, babamın genel olarak Türkiye yakın tarihini düşünürken de, daha çok Millî Mücadele yıllarına odaklandığı yönünde. Yoksa, Kemalistler bir kere zafere ulaşıp Cumhuriyeti kurduklarında, devlet ve devletin ideolojik hegemonyası artık o kadar güçlü ki, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı bir devrim artık sadece hayallerde yaşayabilir. Esasen daha Takrir-i Sükûn ve sonrasında bu imkânsızlık TKP’den kaçışlara yol açmadı mı? 1925’ten sonra, İstiklâl Mahkemeleriyle birlikte 1927 tevkifatı da gelmedi mi? Şevket Süreyya’lar, Vedat Nedim’ler, İsmail Hüsrev Tökin’ler gidip CHP’nin sol kanadında yer bulmaya çalışan Kadro hareketine katılmadı mı? Hepsinin ardında, bu ülkede bir şey yapılacaksa bundan böyle ancak Kemalizm ve CHP ile yapılır hissiyatı yatmıyor muydu?
Çok ciddi bir tercihti o yıllarda, zamanının ifadesiyle “burjuvaziye iltihak” sorunu. Peki, daha sonra da olsa Erdoğan Berktay gibi bu adımı atmayan, devrim kapıda olmasa da (velev reform yolunda) toplumun en radikal gücü olarak Marksist bir partinin bağımsızlığı fikrine sadık kalan 1945 sonrası komünistler, nasıl bakıyordu bu olaya? Tam bu noktada, ilkini âdetâ tamamlayan ikinci bir hikâyem de var. Dört beş yıl sonrası. Ben de büyümüşüm artık. 14-15 yaşlarımdayım. Lisedeyim. Daha çok anlıyorum politikadan, tarihten. 27 Mayıs sonrası, 1960’ların ilk yarısı. Entellektüel canlanış içindeki sol, kendisine yönelim ve destek arıyor. Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal, birlikte Yön dergisini çıkarıyor. Bir yanda TİP, diğer yanda Sosyalist Kültür Dernekleri kuruluyor. Tabii Kemalizmle ilişki tekrar gündeme geliyor (zaten ne zaman gündemden çıkmış ki?). Hangi Atatürkçülük? Atatürkçülük neden “üstyapı reformları”yla sınırlı kaldı? Neden temele, altyapıya inmedi (neden sosyalizmi kurmadı, ya da Arap Sosyalizmi gibi bir mecraya girmedi demek isteniyor; Doğan Avcıoğlu’nun alanı). Gardrop Atatürkçülüğü mü, gerçek Atatürkçülük mü, çok tartışılıyordu. Eski Tüfekçilerin derdi, gerçek Atatürkçülüğün sert ve tutarlı bir anti-emperyalizm olduğunu kabul ettirmekti. Tabii bu, Batı ve Amerika karşıtlığı demekti. Emperyalizm buydu, Amerikan emperyalizmiydi. Zıddında, NATO’dan kopup ya Bloksuzlara, ya da daha iyisi Sosyalist Bloka katılmak yer alıyordu.
İşte o Türkiye, azgelişmişlik, emperyalizm, Kemalizm vesaire konulu, uçsuz bucaksız dünyayı kurtarma sohbetlerimizden birinde, hâlâ İzmir’deki evimizde, kimbilir lâf nereden geldi ama “bak efendi, Atatürk, Türkiye’de iş yapabilmiş adamdır” diye bir cümle de kurmuştu babam. Çok çarpıcı gelmişti bana, tam kavrayamasam da. Bugün daha net sorabiliyorum (altmış yıl geçmiş; eh, geç olsun da güç olmasın). Bir. Ne demekti, iş yapmak, ya da Türkiye’de iş yapmak? Sosyalizm olmadığı çok açıktı. (1) Bağımsızlık ve (2) Modernite anlamına mı geliyordu? Geriliği (ve geri bir halkı) altedip çağ atlatabilmek miydi? Yaygın Müslüman muhafazakârlığını aşıp, bu hamle için gerekli otorite ve meşruiyeti kurmak mıydı?
İki. Şimdi, “Hazreti Lenin gelse bir şey yapamazdı” (1957) cümlesiyle “Atatürk, Türkiye’de iş yapabilmiş adamdır” (1962 veya 63) cümlesini yanyana koyalım. Tepedeki resimlere bir bakın. Solda, proletarya diktatörlüğü teorisi ve pratiğini temsilen, henüz onun çizdiği sınırlar içinde, despotlaşmamış, Stalinleşmemiş, görece mütevazi bir Lenin. Sağda, üniformalı, apoletli, madalyalı, modernist-milliyetçi bir Osmanlı subayı. Neden ilki yapamazdı da ikincisi “Türkiye’de iş” yapabildi? Hangi devrimdi bu? Aşağıdan yukarı bir emekçi devrimi miydi? Yukarıdan aşağı bir modernizasyon devrimi miydi? Bolşevikler Çarlık ordusuna neresinden yaklaşıp içine (hangi katmanına) girdi? İttihatçılar Osmanlı ordusuna neresinden yaklaşıp içine (hangi katmanına) girdi? Nasıl örgütlendiler? Kimi örgütlediler? Hangi ideolojiyle ikna ve seferber ettiler? İlkinde ekonomi yoluyla oluşmuş sosyal sınıflar, ikincisinde ise devlet ve eğitim yoluyla oluşmuş sosyal sınıflar mı söz konusuydu? Farkın en büyüğü burada mı yatıyordu?
Erdoğan Berktay ne kadarını sadece sezmiş, ne kadarını derinlemesine düşünmüştü (genel teorisinin elverdiğince)? Herhalde ben daha fazlasını düşünmeye çalışıyorum, argümanı daha ileri götürüp tarihi daha fazla zorluyorum, onun üzerinden. Bütün bunların, yani hem Osmanlı saltanatının, hem sosyo-ekonomik geriliğin (azgelişmişliğin), hem Atatürk’ün “yapabildiği iş”in, hem sonra ona doğan reaksiyonun… Türkiye’nin o Komintern fıkrasında bir laboratuvar olarak korunması istenecek derecede benzersiz sayılan tuhaflıklarıyla çok yakından ilgili olduğu kanısındayım.
(Dönüp bakıyorum. Bu gerçekten bir yazı mı? Yoksa bir kitabın — yazılabilecek pek çok kitaptan birinin — parçası mı acaba?)