Ülkemizin 6 Şubat tarihinde uğradığı facianın etkisi ve izi kolay kolay silinmeyecektir. Gözü dönmüş müteahhitlerin kâr hırsı ile yaptıkları çürük binalar, bazı durumlarda da sağlam binalardaki dükkânların yüzölçümünü ve kullanım alanını genişletmek için kolon kesme gibi akıl almaz yollara başvuranların işlediği cinayetler ülkemizde öfke, dış dünyada da hayretle karşılanmıştır. Ülkenin dış dünyadaki itibarı bu olaydan çok büyük bir zarar görmüş, neticede son yıllarda ülkemizi olduğundan daha güçlü, zengin ve kalkınmış göstermeye yönelik kibir kampanyası da altından kalkamayacağı bir darbe yemiştir. Önümüzdeki yıllarda artık Türkiye her bakımdan yardıma muhtaç bir üçüncü dünya ülkesi olarak görülmeye mahkûmdur zira bir deprem sonrasında bu ölçüde can kaybı ve maddi tahribat ancak dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Haiti’de görülmüştür. Umarım ki iktidar bundan ders almış olsun ve daha akılcı politikalara dönsün. Ancak maalesef bu konuda iyimser olamıyorum.
Türkiye depremin sonuçları ile mücadele etmeye çalışırken dünya dönmeye devam etti. Ne Ukrayna savaşı ne ABD-Çin ihtilafı, ne de dünyanın karşılaştığı diğer belli başlı sorunlarda depremin etkisi haliyle hissedilmedi. Tersine, denebilir ki depremin ve iç siyasi karşılıklı suçlamaların etkisiyle Türkiye iyice içine kapanırken uluslararası sahnede yalnızlığı daha da arttı. 90 civarında ülke binlerce kurtarıcı gönderdi. Uluslararası yardım kuruluşları hiç vakit kaybetmeksizin aciz duruma düşen ülkemize siyasi hesaplaşmaları düşünmeden imdada koştu. Bu destek de uzun yıllar devam edeceğe benzer. Hatta, özellikle suçluların iadesi konusunda diğer AB üyelerinden farklı davranmamasına rağmen terörist yuvası olmakla suçladığımız ve bu iddiaya dayanarak NATO’ya girişini engellemeye çalışmak suretiyle Rusya’nın saldırgan diktatörü Putin’in menfaatlerine hizmet etmekten çekinmediğimiz İsveç bile kalabalık bir yardım heyeti göndermiştir. Acı bir tesadüfle, Avrupa Birliğinin Haziran ayı sonuna kadar dönem başkanlığı görevini yürütecek olan İsveç ülkemiz için 16 Mart tarihinde Brüksel’de çok geniş bir yardım konferansına ev sahipliği yapacaktır. Ülkemizi temsilen bu konferansa katılacak yetkililere doğrusu imrendiğimi söyleyemem. İsveç’in para toplamada yardımını elde etmek için ellerini açarak oraya gidecek yetkililer acaba karşıtlarının yüzüne nasıl bakacak? Hele İsveç’in NATO’ya girişini Türkiye gibi henüz onaylamamış tek ülke olan Macaristan’ın bu işlemleri en geç 9 Mart’a kadar bitirmiş olacağı düşünüldüğünde Türkiye’nin yalnızlığı iyice kanıtlanmış olacak. Akılcı bir politikanın gereği, özellikle son yıllarda iktidarın çeşitli kanatlarının köpürttüğü Batı düşmanlığının deprem sonrasında gösterilen sıcaklığın etkisiyle büyük ölçüde kaybolmuş olması olurdu. Ancak maalesef böyle akılcı bir yaklaşımı bu iktidardan beklemek pek mümkün görünmüyor. Yine de Batı basınına sızdırılan haberlerde, iktidarın bu konuda yumuşamaya gideceği duyulmaktadır. Uzunca bir süredir NATO’ya katılımı konusunda İsveç’le kesilmiş olan ikili görüşmelere Mart ayında tekrar başlanacağının açıklanmış olması ufak da olsa bir ümit ışığı vermektedir.
Bu arada dünya dönmeye devam ediyor demiştim. Ukrayna savaşı gündemdeki yerini muhafaza ediyor. Savaşın birinci yıldönümünde Putin 2 saat kadar süren konuşmasında savaşı başlatmaktaki emellerinden vazgeçmediğini göstermiş, sorumluluğunu Batıya yüklemiş ve geri çekileceğine ilişkin ümitleri suya düşürmüştür. Buna karşılık ABD Başkanı Biden, 10 saat süren bir gecelik tren seyahati sonrasında Ukrayna’nın başkenti Kyiv’e giderek, ülkenin kahraman Cumhurbaşkanı Zelenskyy’ye kuvvetli bir destek vermiştir. Bu arada bir parantez açarak, hiçbir üst düzey Türk yetkilinin savaş başladıktan sonra Kyiv’i ziyaret etmediğini veya Zelenskyy’ye bir çok başka ülkenin yaptığının aksine Türk halkına video ile de olsa hitap etme imkânı vermediğini hatırlatmakta yarar var. Türkiye bir taraftan NATO’nun savaş ile ilgili Rusya’yı suçlayan bütün açıklamalarına onay veriyor, hatta Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, NATO’nun söylemindeki Rusya’yı en büyük tehdit olarak tanımlayan ifadelerini sırası geldikçe tekrar ediyor. Ülkemiz ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun Ukrayna’yı istilası için Rusya’yı eleştiren ve geri çekilmeye davet eden kararlarına destek veriyor. Son olarak geçtiğimiz hafta sonu Hindistan’da yapılan G20 Maliye Bakanları toplantısında benzer içerikli bir başkanlık açıklamasına onay verdiği anlaşılıyor. Ancak iş fiiliyata geçtiğinde Rusya’ya arka çıkıyor. Hatta, savaşın birinci yıldönümü münasebetiyle barış çağrısında bulunmak için Dışişleri Bakanlığımız tarafından yayınlanan açıklamada Rusya’nın adının geçmemiş olması yabancı gözlemcilerin dikkatinden kaçmamıştır. Bu bakımdan açıklama Çin Halk Cumhuriyeti’nin sunduğu ve Rusya’nın adının geçmediği 12 maddelik sözde barış planına benzemektedir. Haliyle bu belge de pek ciddiye alınmamıştır. Avrasyacılarımız Türkiye’yi Çin ve Rusya ile aynı paralelde görmekten memnun olabilir. Ancak benim gibi en azından depreme kadar Türkiye’nin en öncelikli sorunlarının başında demokrasi eksikliği ile hukuksuzluğu görenler aynı şekilde düşünmüyor olabilir. Zira her iki ülkede de bu sorunlar bizdeki kadar, hatta daha fazla baş göstermektedir.
Türkiye’nin takip ettiği çizgideki tezatı mahir bir siyasetin tezahürü olarak görmek isteyenler olabilir belki ama neticede savaştaki konumu ile ilgili tereddütlerin yayılmasına sebep oluyor. Özellikle Rusya’ya ihracatı yasak, çift kullanımlı olarak adlandırılan yüksek teknoloji ürünlerinin ülkemiz üzerinden Rusya’ya gittiğine dair şüpheler AB ve ABD’de gittikçe artan bir şekilde dile getirilmekte ve ikincil yaptırımların gündeme geleceği günü yaklaştırmaktadır. Bilhassa deprem sonrasında Batı kaynaklarına ihtiyacımızın gittikçe artacağı bir dönemde bu tür yaptırımlarla karşılaşmadan bu ticarete set koymak herhalde öncelikli bir konudur. Her ne kadar Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ülkemizin bir tür yollara başvurmadığını ABD’li muadili Blinken ile geçtiğimiz günlerde yaptığı basın konferansında söylemişse de Batı basınında İstanbul’da bu işlerle iştigal eden kişilerle yapılan söyleşilerin yer alması, en iyi ihtimalle bu ticaretin iktidarın bilgisi dışında cereyan ettiğini, daha kötü bir ihtimalle ise bunlara göz yumulmasının tercih edildiğini düşündürmektedir.
Geçtiğimiz günlerde meydana gelen ilginç diğer bir gelişme ise, ABD Başkan Biden’in Ukrayna dönüşü Varşova’da NATO üyesi dokuz Doğu ve Güney Doğu Avrupa ülkesi ile yaptığı toplantıdır. Bu toplantının amacı ABD’nin NATO’ya bağlılığını ve özellikle bu ülkelerin olası Rus tehdidine karşı savunmasına katkıda bulunmak taahhüdünü tekrar etmekti. Bükreş Dokuzu olarak adlandırılan bu grupta sadece Rusya, Belarus veya Ukrayna ile kara hududu olan ülkeler olsaydı belki bizim açımızdan üzerinde durulmasına gerek olmayabilirdi. Ancak dokuz ülke arasında bizim gibi Rusya ile Karadeniz’de komşu olan Romanya ile Bulgaristan’ın bulunması Türkiye’nin bunların arasında neden yer almadığı sorusunu akla getirmektedir. 2014 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya ilk saldırısı ve bizim de tanımadığımızı söylediğimiz Kırım’ın işgalinden sonra kurulmuş olan bu oluşumun dışında kalmamız ancak uzunca bir süredir devam eden ve İsveç ile Finlandiya’nın üyeliklerinin tarafımızdan engellenmesi ile bir aşama daha kat etmiş olan NATO içindeki yalnızlaşma politikamızın bir tezahürü daha olmalıdır. Hatırlanacağı üzere, geçen Kasım ayında Endonezya’nın Bali adasında yapılan G20 zirvesinde ABD’nin önderliğinde orada bulunan tüm NATO üyesi ülkelerin liderlerinin davet edildiği gayrı resmi toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan Bali’de bulunmasına rağmen davet edilmemişti. Batı dünyasından gittikçe uzaklaşmakta olan iktidarın bu tür gelişmelerden rahatsız olup olmadığını bilmiyorum. Belki de ideolojik saplantılar ve kendi destekçilerinin önemli bir bölümünün radikalliği gibi nedenlerle bu dışlanmalardan pek endişe duymuyor olabilir.
Bu arada iktidarı devralmasının üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye’yi hiç ziyaret etmemiş olan Biden’in Varşova’yı bir yıl içinde ikinci defa ziyaret etmiş olması da dikkat çekicidir. Türkiye’nin deprem sonrası geçirmekte olduğu şok karşısında taziyelerini bizzat gelerek ifade etmeye gerek görmemiş olması tabii ki üzücü ve dikkat çekicidir. Düzce depreminden sonra o zamanki Başkan Clinton’un halk arasına karışarak sempatik olduğu kadar medyatik bir görünüm verdiği hala hatırlanmaktadır. Buna karşılık Biden’ın gelmemiş olmasından ayrı olarak Dışişleri Bakanı Blinken’ın halk arasına girmesine imkân verilmemiş olması da ilginçtir. Bunun sebebinin son yıllarda ülkede kamçılanan genelde Batı, özellikle ABD düşmanlığı olması muhtemeldir. Bazı yorumcuların ve sosyal medya kullanıcılarının hiçbir bilimsel desteğe sahip olmadan depremlerin sorumluluğunu ABD’nin üstüne yıkmış olmasının Blinken’ın halkın arasına girmesini engelleyecek bir tehdit yarattığı düşünülmüş olabilir. Belki de bazı yerlerde görüldüğü gibi kendisine refakat edecek devlet görevlilerinin protesto ile karşılaşması endişesi de bu kararda etken olmuş olabilir.
Özetle, ülkemiz kendi trajedisi ve iç sorunlarıyla boğuşurken dünya yerinde saymıyor. Ukrayna savaşı, Putin’in herhangi bir yumuşama işareti vermemiş olması, Zelenskyy’nin de Rusya’nın işgal ettiği tüm toprakları boşaltmadıkça ateşkese razı olmayacağını defalarca dile getirmiş olması, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının en azından şimdilik bu çizgide kendisini desteklemesi ve ihtiyaç duyduğu modern silahların sağlanmasında kendisine yardımcı olması savaşın uzunca bir süre daha devam edeceğinin göstergesidir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Rusya’ya silah verebileceği ve bu suretle savaşın daha tehlikeli bir safhaya geçebileceği endişesi birkaç gün kendini hissettirmiş, ancak Çin’in böyle bir niyeti olmadığını sessizce duyurduğu sonradan anlaşılmıştır. Yine de savaşın dünya ve öncelikle ülkemiz için yarattığı tehlike uzunca bir süre devam edeceğe benzer. Türkiye depremden sonra katlanarak artan iç sorunlarının üzerine bir de bu dış sorunlara muhatap olacaktır. Ne yazık ki pragmatik geçinen iktidarımız bu sorunlarla baş etmek için gerekli esnekliği göstereceğine dair henüz bir işaret vermiyor.