Nadiren tersi de olur ama, mağlubiyetler sonraki mücadeleler için genellikle dezavantajlı iklimler yaratır.
“Galip sayılır bu yolda mağlup” diye tarif edilen mağlubiyetler, sözünü ettiğim ‘nadir’ durumlardan birine işaret eder. Çünkü bu tarzda yenilenler sadece ‘o maçı’ kaybetmişlerdir ve kendilerinden hiçbir şey eksiltmeden yenilmişlerdir. Bu tarzda yenilenlere güvenmeye devam edilir. Yine de güveni azalanlar olur tabii fakat onların da yenilene saygısı eksilmez.
İrfan Aktan’ın iki seçim arasında Prof. Hamit Bozarslan’la yaptığı, 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminden bir gün önce Artıgerçek’te yayımlanan söyleşinin bir yerinde karşıma çıkar soru-cevaptaki durum ise mağlubiyetin tatsız bir türüne; “iki kere mağlup sayılır bu yolda mağlup” diye tarif edebileceğim bir türüne işaret ediyordu (okurken, söyleşinin Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu belli değilken yapıldığını hatırda tutun):
Bozarslan: “Son on beş günde olup bitenden biraz uzaklaşmak gerekiyor. Çünkü son on beş gündür muhafazakârlığa muhafazakârlıkla, milliyetçiliğe milliyetçilikle cevap verilmesi bir yanılgının sonucu.”
Aktan: “Peki ya Kılıçdaroğlu bu söylem değişikliğine gitmeyip yenilseydi?”
Bozarslan: “Demokratik bir programda ısrar ederek yenilmek, o programdan vazgeçerek alınacak yenilgiden veya kazanımdan çok daha iyi olurdu.”
Aktan: “Yani size göre demokratik bir programda ısrar ederek kaybedilseydi, mücadele sürdürülebilirdi. Ama şu haliyle kaybedilmesi Erdoğan’ın başta kalması halinde yürütülecek demokrasi mücadelesinin gücünü de kıracak gibi, öyle mi?”
Tefsir edeyim: Yani Bozarslan’a göre Kılıçdaroğlu için “Demokratik bir programda ısrar ederek yenilmek” bir tür “galip sayılır bu yolda mağlup” durumuna işaret ederken, “o programdan vazgeçerek alınacak yenilgi” -benim tanımımla- “iki kere mağlup sayılır bu yolda mağlup” durumuna tekabül ediyor…
“İkinci tur için kişisel motivasyonlar” yazımın sonundaki rezerv
Bunları, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turundan önce Serbestiyet’te yayımlanan “Muhalif seçmenlerin kazanma umudu yerlerde sürünen kesimi için ikinci tur motivasyonları” başlıklı yazımın sonundaki rezerve çengel atmak için yazdım.
O yazıda, umutlu olmasam da Kılıçdaroğlu’na oy vermek (daha doğrusu Erdoğan’a oy vermemek) için hangi motivasyonlara sahip olduğumu sıralamış, yazının sonuna da şu notu koymuştum: “Kemal Kılıçdaroğlu’nun [14 Mayıs seçimlerindeki] yenilgi sonrasında geliştirdiği ‘yeni’ siyasi tutum kendisine oy vermeyi benim açımdan çok güçleştirdi, ama bu ayrı fasıl; onu da seçimden sonra yazacağım.”
Şimdi sıra ona geldi… ‘Not’ta da ima ettiğim gibi ‘yenilgi’nin ardından çağrıldığımız ikinci turda Kılıçdaroğlu’na ilk turdaki gönüllülüğümle oy vermedim, hayli gönülsüzce oy verdim.
Gönülsüzlük yolculuğum 15 Mayıs sabahı Kılıçdaroğlu’nun “Buradayım be buradayım”lı, masalara iki kere vurmalı çıkışıyla başladı. Böyle doğal olmayan, belli ki defalarca çalışılıp ezberlenmiş tiyatrovari çıkışlara dayanamıyorum. “Siyaset böyle bir şey, o anda kitleler buna ihtiyaç duyuyordu” türü izahlar beni hiç ikna etmiyor. İzledim ve tüylerim diken diken oldu. Kararlılık gösterisi için aklına böyle bir karikatür gelen danışmanlara da, böyle bir şeyi kabul eden -doğal haliyle çok sevdiğimiz- Kılıçdaroğlu’na da içimden çok kızdım ama bu beni “gönülsüz oy verici” yapacak kadar önemli bir şey değildi, duygusal bir tepkiydi; geldi ve geçti.
Fakat üç gün sonra, 18 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun “yeni” politik ajandasını açıkladığı videoyu izlediğimde tam anlamıyla şoke oldum. Daha önce göçmenlerin “iki yıl içinde” ülkelerine gönderileceğini söyleyen Kılıçdaroğlu vadeyi “iktidara gelir gelmez”e çevirmişti: “Buradan ilan ediyorum, ben iktidara gelir gelmez tüm mültecileri evlerine göndereceğim, nokta.”
Sonrasında gelen “Biz mülteciler konusunda Sinan Oğan’dan, Ümit Özdağ’dan farklı düşünmüyoruz” açıklamaları, Ümit Özdağ’la ortak protokol ve oradaki ‘kuyyumlar’ muğlaklığı… Ve sonrasında gelenler ve birkaç gün içinde tamamen değişen bir ‘fikriyat…’
Bu yeni ‘fikriyat’a ben elbette gönüllü yazılamazdım fakat benim canımı yeni ‘fikriyat’tan çok eskisinin üç gün içinde tersyüz edilmesi sıkmıştı. Buna hiç aklım ermedi, hâlâ da ermiyor. Bu kadar güven kırıcı bir tornistandan sonra kazansaydı Kılıçdaroğlu, bu galibiyeti nasıl tanımlayacaktık? Ben kesinlikle “mağlup sayılır bu yolda galip” derdim.
Kılıçdaroğlu’nun ikinci tur mağlubiyetinden sonra yaptığı ilk basın açıklaması ise bundan sonrasında neler olacağı hakkında can sıkıcı işaretler içeriyordu.
Seçimi kazanmak için milliyetçi olunmuş, akıbetlerini düşünüp tir tir titremekte olan Suriyeli göçmenler hakkında sanki onlar suçluymuş gibi konuşulmuş ve fakat bunlar seçimi kazanmaya yetmemişti.
Yenilginin ardından Kılıçdaroğlu’nun “yürüyüşümüz devam ediyor, buradayız” diye bitirdiği konuşması “izin veremezdim, vermedim” ikilemeleri temelinde kurulmuştu ve ikileme sıralamasında ilk sırayı “gönderilecek Suriyeliler” meselesi almıştı. Buna karşılık “yatağa aç giren çocuklar” meselesi, Suriyelilerin ardından ikinci sırada yer bulabilmişti kendisine:
“Sevgili halkım hakkınızın yenmesine müsaade edemezdim, etmedim. Göz yumamazdım, yummadım. Eziyetlere, haksız hukuksuz, adaletsiz bir düzene susup dilsiz şeytan olamazdım, olmadım. Milyonlarca göçmenin gelip de sizin ikinci sınıf vatandaş olmanıza susamazdım, susmadım. Evlatlarımız işsiz güçsüz, hayata tutunmaya çalışırken, onların sizin hakkınızı yemesine müsaade edemezdim, etmedim. Çocuklarımızın yatağa aç girmesine…”
“Gerekirse zorla gönderilecekler”e sıçramayı da ima eden bu sözler ve benzeri milliyetçi angajman ifadeleri, bundan sonraki seçimlerde izlenecek hattı göstermesi açısından çok önemliydi. Yani açıkça, ikinci tur öncesinde ilan edilen milliyetçi dönüşümün galibiyet getirmemiş olması, yeteri kadar milliyetçi olunamamasına ya da seçmenlerin bu milliyetçiliğin samimiyetine inanmamış olmasına bağlanıyor ve bundan sonraki seçimlerde daha sert bir milliyetçilik vaat ediliyor.
Bunu da ilave edersek belki şöyle demek gerekiyor: Üç kere mağlup sayılır bu yolda mağlup.