New Yorker’da geçen hafta Agnes Callard imzalı “The Case Against Travel” başlıklı bir yazı yayınlandı. Hasan Ayer tarafından tercümesi yapılan bu yazı Serbestiyet’te de “Seyahate Karşı Bir Görüş” başlığı altında okurların ilgisine sunuldu.
İlginç bir yazıydı. Seyahatin kutsallaştırıldığı, seyahat etmenin bir övünç meselesi yapıldığı bir dönemde, seyahate ters bir nazarla bakıyordu. Callard; bir yandan sırtını Pessoa, Emerson ve Chesterton gibi seyahat karşıtı düşünürlere yaslıyordu, diğer taraftan da “tartışmasız tüm zamanların en iyi iki filozofu” Sokrates ve Kant’ın kendi memleketlerine -Atina ve Könisberg’e- çakılı kalmalarını, görüşünü teyit eden misaller olarak öne sürüyordu.
Seyahatin eğlenceli bir şey olduğunu kabul ediyordu Callard; insanların bu yüzden seyahati sevmelerinde de bir tuhaflık bulmuyordu. Lakin onun tuhaf bulduğu; seyahate çok büyük bir ehemmiyet atfedilmesi, ona bir “erdem havası” yüklenmesiydi. O, seyahatin başarı ile eş tutulmasından rahatsızdı; seyahatin bizi eğittiği, değiştirip aydınlattığı ve bizi bir dünya vatandaşı yaptığı önermesine itiraz ediyordu.
“Ruhum öyle huzursuz ki, her an bir yerlere gidebilirim”
Callard’ın yazısını okurken elimde Stefan Zweig’ın Yolculuklar Üzerine* kitabı vardı. 1902-1940 yılları arasındaki gezi yazılarından oluşan bu kitap, Zweig’ın ne denli bir seyahat tutkunu olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Anavatanı Avusturya’dan “düşünsel vatanı” Fransa’ya, İngiltere’den Belçika’ya, İtalya’dan Rusya’ya Amerika’dan Hindistan’a kadar her yeri kendine has üslubuyla bize aktarır, gezdiği ve yaşadığı her şehri biz onun gözünden görür, onun düşüncelerinden tanırız.
Zweig, Callard’ın aksine, bir seyahat vurgunudur; fırsat buldukça evden ve gündelik hayatın telaşesinden kaçmak için kendini yollara vurur. Ona göre seyahatler kişiyi canlandırır, yepyeni bir insan yapar. 23’üncü doğum gününden bir hafta önce Hermann Hesse’ye yazdığı mektupta, seyahat sevdasının arkasındaki nedenleri yazar:
“Peki, ya yolculuklar? Yolculuk etmesini unuttunuz mu yoksa? Ben unutmadım, gerçekten ruhum öyle huzursuz ki, her an bir yerlere gidebilirim. Her şeyi görmeli her şeyin tadını çıkarmalıyım! Yaşlanmaktan korkuyorum, günün birinde yorulacağımdan, tembelleşeceğimden ve yolculuk edemeyeceğimden çok korkuyorum.” (s. ix)
Evet, seyahatleri sever Zweig, ama her seyahati değil! Otobüslerin yaygınlaşmaya başladığı 1926’da Paris’te yazdığı bir denemede seyahatleri ikiye ayırır: Biri, seyahat acenteleri tarafından en ince ayrıntısına kadar organize edilen ve bir grup ile birlikte yapılan “modern” yolculukladır. Bugün “tur” dediklerimiz!
Bir seyahat acentesine gider, nereye gideceğinizi kararlaştırır, sözleşmenizi imzalar, ücretinizi öder ve geriye kalanları acenteye havale edersiniz. Acente; gideceğiniz şehirlerde nerelerin gezileceğini, hangi otelde kalınacağını, nerede yemek yenileceğini bütünüyle planlar. Sizin herhangi bir işle uğraşmanıza, kafanızı yormanıza gerek kalmaz. Yapmanız gereken sadece bavulunuzu hazırlamak, otobüse binmek ve acentenin sizin hizmetinize koştuğu rehberin dediklerini yerine getirmektir.
“Bir an için bir başkası olmak”
Yolculuğun bu türünün cazip tarafları yok değildir. Evvela çok rahattır; parmağınızı oynatmanıza bile gerek kalmaz. Şehirlerde kaybolmaz, dilini bilmediğiniz insanlar tarafından aldatılmaz, iyi bir lokanta aramak zorunda kalmaz, otobüsü veya treni kaçırmak endişesi yaşamazsınız. Her yerde görülmesi gereken yerleri görür, küçük sorunlarla canınızı sıkmaz, seyahatin tadına varırsınız. Rahat, güvenli ve ucuz! “Mutlaka geleceği olan bir yöntem” der Zweig ve yakın gelecekte insanların bu yöntemi tercih edeceğini belirtir.
Zaman onu haklı çıkarır çıkarmasına da Zweig, bu tarz seyahatlere muhabbet beslemez. Her detayının önceden programlandığı ve birlikte yapılan yolculukların, gidilen ülkelerin gizemli yönlerini tesadüfen keşfetme olanağını ortadan kaldırdığından şikâyet eder. Bir tur ile bir yere gidenler aynı yerleri görür, aynı yerlere bakar ve aynı açıklamaları dinler. Yabancısı oldukları kültüre nüfuz edemezler, geleneklerini ve göreneklerini tanıyamazlar. Sarayları, müzeleri, kaleleri görmekle bir “sportif rekor” kırarlar ama gerçek anlamda bir seyahat yapmış sayılmazlar.
“Ta eski çağlardan bu yana ‘seyahat’ denince insanların aklına bir an için macera ve tehlike gelirdi. Seyahat kelimesinin içinde hep birçok rastlantının yanı sıra çekici bir güvensizlik de vardı. Bir başka ülkeye, tanımadığımız yörelere giderken bunu sadece oraları merak ettiğimiz için yapmıyoruz. Günlük, alışılmış ve düzenli yaşamımızdan uzaklaşmak, evimizi terk etmek, daha doğrusu bir an için bir başkası olmak istiyoruz. Hep aynı şeyleri yaparak yaşamaya, değişik şeyler yaparak bir süre ara vermeyi amaçlıyoruz. Kütle içinde kendilerine yolculuk yaptırılanlar ise götürüldükleri yerde birçok şeyin yanından geçiyor, içine girmiyor ve oraların değişik özeliklerini tanıyamıyorlar.” (s. 209)
Zweig, bu nedenle, “yolculuk yapmak değil yolculuk yaptırılmak” olarak nitelediği bu modern tarzla arasına mesafe koyar. Onun yeğlediği, “klasik” olandır; yani bazı problemler doğuran ve insanı yoran yolculuklardır. Çünkü eğer yeni bir yere gidip bir şeyler yaşamak ve oraları tanımak istiyorsanız, böyle riskleri göze almanız gerekir. Kendinizi toplu olarak otobüslere taşıtmak yerine tek başına maceralara dalmak, yolculuğa olan bağlılığı artırır, deneyimi kalıcılaştırır.
“İlginçtir, sadece zorluklarla, heyecanlarla, kimi sorunlarla elde ettiklerimiz, o yaşadıklarımız, canlı ve güçlü anılarımızda sonsuza dek yer eder. Kişi küçük sorunlar, yanılmalar ve kargaşalar içinde yaptığı bir seyahati ötekilerden daha iyi anımsar.” (s. 210)
“Dedelerimiz gibi kendi kafamıza uygun yolculuklar yapalım”
Tekniğin hızla ilerlediği bir çağda hayatın her geçen gün daha da mekanikleştiğinin ve her yanımızı saran modernleşmenin yaşamımızı kolaylaştırmakla birlikte bizi belli kalıplara zorladığının farkındadır Zweig. Buna karşı koymanın zor olduğunu da teslim eder. Ancak mevzu seyahat olunca, şahsiliğimizi muhafaza adına daha direngen olmamızı öğütler. Zira seyahatlerde gaye, alışılmışı değil kural dışı olanı yaşamak ve kendimize özgü eğimlerimizi gerçekleştirmekse, o vakit kişisel yolculukları toplu yolculuklara kurban etmememiz icap eder.
“Haydi, gelin, çok düzenli yaşam dünyamızda böyle küçük maceraları elimizden kaçırmayalım, seyahat acentelerinin bizleri kargo örneği bir yerden bir yere götürmesine de izin vermeyelim. Bırakın, dedelerimiz gibi kendi seçtiğimiz yerlere, kendi kafalarımıza uygun yolculuklar yapalım. Ancak o zaman sadece çevremizdeki dünyayı değil, içimizdeki dünyayı da daha yakından tanıyıp keşfedebiliriz.” (s. 211)
Hâsılı, mesele seyahate çıkıp çıkmamaktan, seyahate karşı olup olmamaktan ziyade, nasıl bir seyahat yaptığımızda ve seyahatin hayatımıza bir mana katıp katmamasında düğümleniyor gibi!
* Stefan Zweig, Yolculuklar Üzerine, Çeviri: Ahmed Arpad, Everest Yayınları, İstanbul, 2011.