Ümit Özdağ ve Kılıçdaroğlu arasında 28 Mayıs’a giden süreçte Özdağ’ın ifşa ettiği gizli protokolü ilk duyduğunuzda ne düşündünüz?
Doğrusunu söylemek gerekirse yani her HDP’li her Yeşil Sol Parti’li gibi bizi de üzen bir bilgi oldu. Ümit Özdağ gibi gizli, üssü örtülü falan değil açıkça yabancı düşmanlığı yapan biriyle Cumhurbaşkanlığı seçiminde desteklediğimiz adayın bu biçimde bir mutabakat, akit imzalamış olması herkes gibi bizi de üzdü. Ama şöyle bir tarafı var: Sonuçta biz Cumhuriyet Halk Partisi’yle veya Kemal Kılıçdaroğlu’yla bir açık ittifak yapmış değiliz. Hani biz bir ittifak bileşeni değildik. Millet İttifakı’nın bir parçası değildik. Zaten bu Millet İttifakı’nın içerisinde değil, tamamen bağımsız bir şekilde, başka bir ittifakla seçime girdik. Seçime bu biçimde hazırlandık. Sadece Türkiye’de bazı şeylerin değişmesi için güçlü gördüğümüz ve en azından demokrasi için bir kapı aralama umudu taşıdığı için muhalefetin önemli bir bölümünün desteklediği Sayın Kılıçdaroğlu’nu tek taraflı olarak destekleme kararı almıştık. Ama sonuç itibariyle Ümit Özdağ’la Milli İstihbarat Teşkilatı gibi, İçişleri Bakanlığı gibi gerçekten kritik görevler için bir pazarlık yapılması, bir protokol imzalanması doğal olarak hepimizi şaşırttı. Şaşırttığı kadar da üzdü.
Peki Ümit Özdağ’ın geçmişi ve sahip olduğu politik vizyon ile Akşener’in sahip olduğu geçmiş ve politik vizyon arasında zerre-i miskal bir fark yok. Akşener’in Cumhurbaşkanı Yardımcısı olabileceği bir protokole HDP evet diyor ve “üzülmüyorsa” İçişleri Bakanı’nın Özdağ olabileceği bir protokolden mi bu kadar üzüntü duyuyor?
Şimdi şöyle, bizi çok büyük elemlere dûçar etmiş bir mesele değil bu. Yani, bizim birinci gündem maddemiz falan da değil. O kısmıyla ilgilenmiyoruz zaten. Hani Millet İttifakı, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı pazarlıklarını ne biçimde yürüttüğü, hangi siyasi partiye hangi bakanlıkları verdiği, hangi siyasi partilerinCumhuriyet Halk Partisi listesinden seçime girdiği… Bu, bizi ilgilendirmiyordu. Bizim başka bir ittifakımız var. Başka bir hikâye anlatıyorlar. Bu ülkeye bir vaatte bulunuyorlar. Ve bunun için de halktan destek istiyorlar. Burada bizi rahatsız eden şey şu: Birincisi, Sayın Kılıçdaroğlu bunu kamuoyu nezdinde açık biçimde savunamayacak olmalı kiböyle bir protokol imzalanmış olsun. Bunun önemini bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum.
İkincisi de siyaset ilkelerle yapılabilir. Şimdi Cumhuriyet Halk Parti’si için milliyetçilik altı oktan birisi. Yani Cumhuriyet Halk Partisi, sonuçta, enternasyonalist düşüncelere sahip veya temel olarak bunu savunan bütün halklarısavunan bir siyasi parti falan değil. Veya Cumhuriyet’in kuruluş kodlarının mimarlarından birisi olan ve Kürtler başta olmak üzere pek çok milletin, bu ülkeyi oluşturan, bu toprakların aslî sahipleri arasında yer alan unsurlarından pek çoğunun tanınmamasının mimarlarından birisi. Bu bildiğimiz bir şey. Dolayısıyla aşırı milliyetçi, aşırı sağcı görüşlere sahip bir siyasi partinin genel başkanıyla protokol imzalaması, bu açıdan bakıldığında, belki normal görünebilir. Ama gerçekten Sayın Kılıçdaroğlu’nun vaadi başka bir vaat idi. Topluma vaadi, bu değildi. Milliyetçilik üzerine kurulmuş bir vaat değildi. Farklılıkları zenginlik olarak algılandığı bir bakış vardı. Toplumun farklı kesimleriyle, farklı inanç gruplarıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle, dindarıyla, Kürdüyle barışacak bir siyaset, bir gelecek vaadinde bulunduğu içinçok farklı görüşlere sahip siyasi partilerin desteğini alabilmişti Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Bahsettiğimiz şey bu değil. Yani tartıştığımız şey bu değil. Başka bir şeyi tartışıyoruz. Yani, dediğim gibi, ittifakı oluşturan siyasi partilere Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı makamının nasıl dağıtılacağı da bizi ilgilendirmiyor.
Ama bunun dışında, Ümit Özdağ gibi bir kişiliğe bu ülkenin belki de demokrasi eşiğini belirleyecek en önemli kurumlar arasında yer alan İçişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın veriliyor olmasının kendisi rahatsızlık yaratıyor bizde. Sonuçta bu ülkede, biliyorsunuz, önceki hükümet döneminde belki de en tartışmalı bakanlıktı İçişleri Bakanlığı idi. En tartışmalı kişilikti Süleyman Soylu. En tartışmalı kişilerden birisiydi Hakan Fidan, en tartışmalı kurumlardan birisiydi Milli İstihbarat Teşkilatı. Bu nedenle, bu açıdan bakıldığında, bu kritik kurumların başına aşırı sağcı, ırkçı, yabancı düşmanı, Kürt düşmanı bir kişinin getiriliyor olmasının doğal olarak kitlelerde rahatsızlık yaratması beklenir ve rahatsızlık yarattı. Bizim kitlemizde de yarattı, elbette bu kitlenin siyasi temsilcileri olarak bizlerde de rahatsızlık yarattı diyebilirim.
Evet. İkinci konu: Lozan Anlaşması’nın 100. seneyi devriyesi. Malumunuz Türkiye artık bir kutlamalar karnavalına dönüştü, siyaset alanı neredeyse her gün geçmişten bir günü alıp onun yıl dönümünü kutluyor. Lozan Anlaşması hem kamuoyunda bir tartışma yarattı hem de bütün politik partiler yüzüncü yılı hasebiyle Lozan’a övgüler dizdi. 23 Ağustos Lozan’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün yıl dönümüydü. Meclis kapalı olduğu için bir kutlama yapılmadı herhalde. Meclisteki partiler içerisinde bir tek HDP, Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yılında aykırı ses çıkardı. Lozan Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda egemenliğinin tasdiklendiği bir belgedir. Siz HDP olarak bu anlaşmayı tanımadığınızı beyan ettiniz, hatta “Biz Kürtler Lozan’ı tanımıyoruz” levhasıyla çıktınız. Sizin Lozan’a olan kızgınlığınızın gerekçesini ya da “tanımama” sebebini öğrenebilir miyiz?
Lozan’ın Türkiye halklarının tamamı için aynı şeyi ifade etmediğini söylemek isterim. Yani Türkiye’nin uluslararası alanda tanındığına dair bir belge olması açısından Lozan’a bir değer atfedilmesini anlayabiliyoruz. Fakat sorun şu: İki açıdan eleştiriyoruz. Birincisi Lozan Anlaşması’nı imzalayan İsmet İnönü başkanlığındaki heyet, aslında, o anlaşmayı Türkiye’deki bütün halklar adına ve özellikle Kürtler ve Türkler adına imzaladığını ve her iki halkı temsil ettiğini söylemişti. Nitekim bu sözleşmenin tarafı olan diğer devletler bu konuda kuşku duymuş olmalılar ki, o dönemki Kürt mebusları Lozan’a telgraflar göndermiş, Lozan Heyeti’nin Kürtleri de temsil ettiğini söylemişlerdir. Dolayısıyla imzalandığı ana kadar Lozan Heyeti bu ülkedeki halkların tamamını olmasa da önemli bir bölümü temsil ediyordu.
Fakat Lozan’ın kendisi Kürtler dışındaki azınlıkların (Kürtler bir azınlık olarak elbette tanımlanmıyor ve biz de Kürtleri bir azınlık olarak tanımlamıyoruz), Türkiye genelinde azınlıkların sadece haklarının bir kısmını, yani bazı bölgelerde yaşayan azınlıkların bir kısmını güvence altına alan bir sözleşmedir. Türkiye’de yaşayan bütün inançları, milletleri temsil eden bir anlaşma olduğu konusunda kuşkularımız var.
Asıl sorun sonrasında. Evet, Kürtleri ve Türkleri ve bu ülkede yaşayan bütün halkları temsilen Lozan görüşmelerini yürütüyordu İsmet İnönü ve heyeti. Fakat hikâyenin dramatik tarafı anlaşmanın imzalanmasıyla değil, imzalanmasından sonra başladı. Yani anlaşmanın imzalanmasının kendisi Kürtleri Ortadoğu’da statüsüz hale getirdi. Kürtlerin yaşadığı coğrafya, bir biçimde, uluslararası bir belgeyle dört parçaya bölünmüş oldu. Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın bir kısmı Irak sınırları içerisinde bir kısmı Suriye içerisinde bir kısmı İran içerisinde bir kısmı da Türkiye içerisinde kaldı. Yani Kürtlerin coğrafyaları bu anlaşmayla dörde bölünmüş oldu.
Lozan sözleşmesinin hem Kürtleri hem Türkleri ve bu ülkedeki bütün hakları temsil ettiği söylenmesine rağmen Kürtlerin, kimlikleri dâhil, varlıkları, dilleri, tarihleri vs bir bütün olarak sahip oldukları her şey Lozan Anlaşması’ndan sonra inkâr edildi. Yani sözleşmeyi imzalayanlar Kürtler adına, Türkler adına, bu topraklarda yaşayan herkes adına imzaladıklarını söyleseler de bu uluslararası sözleşmeden sonra uygulama Kürt inkârı üzerine kurulmuş oldu. Dilleri inkâr edildi, varlıkları inkâr edildi, kültürleri inkâr edildi, tarihleri, edebiyatları, her şeyleri inkâr edildi. Bu açıdan Kürtlerin Lozan Anlaşması’nı varlıklarını inkâr eden bir anlaşma olarak görmesini, bence, anlayışla karşılamak gerekir. Türk halkının yaşadığı toprakların uluslararası tanınmasına karşı çıkmak gibi algılanmaması gerekir diye düşünüyorum.
“Devrim” olarak nitelendirilen herhangi bir olay veya “reform” olarak nitelendirilen herhangi bir olay toplumun her kesimi için aynı sonuçlar doğurmayacağı gibi gibi uluslararası bir sözleşme de, hele hele bir ülke için “tapu senedi” olarak görülen bir uluslararası sözleşme, o ülkede yaşayan her halk için aynı sonuçları doğurmayabilir. Nitekim Lozan Anlaşması Kürtler için bu ülkede yaşayan, bu topraklarda yaşayan Türkler için doğurduğu sonuçla aynı sonuçları doğurmadı diyebilirim. Karşı çıkmamızın temel nedeni bu.
Ama burada sizce de metodolojik bir hata yok mu? Yani tarihsel bir örtüşmeyi nedensel bir bağlantı içerisine almak gibi bir durum seziyorum. Anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla Lozan Anlaşması’na uyulmadığından ötürü azınlıkların ve azınlık olmayan Kürtlerin birtakım haklarının inkârına gidildiği yönünde. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti kendi uluslararası egemenliğinin belgesi olan Lozan’a peşinen aykırı davranmıştır. Uluslararası anlaşmanın gerekliliklerini hiçbir şekilde yapmayan hatta o uluslararası anlaşmanın lağvına hizmet edebilecek bir sürü siyasal pratikte bulunan yapının eleştirisinin verilmesindense, sanki doğrudan uluslararası anlaşmanın tanınmaması gibi bir tavır alındı. Beni soruyu sorma gerekçem de buydu aslında…
Siz sonuçları itibariyle bazı hükümlerin uygulanmaması, azınlıkların bazı haklarının tanınmaması ve Kürtler dâhil azınlıkların bazı haklarının tanınmamasının, aslında, Lozan Antlaşması’nın kendisine aykırı olduğu tezinden hareketle böyle bir değerlendirme yapıyorsunuz. Ben, bunun bir bütün olarak yanlış olduğunu söylemiyorum. Baskın Oran Hoca da benzer bir teze sahip. Fakat sorunun bir parçası bu. Asıl sorun şu: Anlaşmanın kendisi aynı zamanda Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı parçalara ayıran bir sözleşme. Yani sadece Lozan Anlaşması uygulanmadığı için Kürtler rahatsız değil. Aynı zamanda anlaşmanın kendisi Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı dört parçaya böldüğü için de Kürtler rahatsız. Kürtlerin yaşadığı coğrafya tek bir parça halinde kalmış olsaydı belki bu kısmını tartışmıyor olabilirdik.
Yani Musul Türkiye’nin sınırlarına dâhil olsaydı…
Olabilirdi. Olabilirdi. Eğer Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın tamamı bir ülke sınırları içerisinde yer alsa ve statüleri bir biçimde, özerklik, federasyon, konfederasyon veya herhangi biçimde tanınmış olsaydı. Yani şöyle olsa iyi olurdu demiyorum. Eğer Kürtlerin coğrafyası parçalara ayrılmamış olsa idi ve statüleri, kolektif hakları (bireysel haklarından bahsetmiyorum sadece), bir millet olarak hakları da tanınmış olsaydı, belki, Lozan Anlaşması’nın kendisine Kürtler bu denli ilkesel bir şekilde karşı çıkmazlardı. Sadece Türkiye’de yaşayan Kürtler değil, Kürdistan coğrafyasının her parçasında yaşayan Kürtler Lozan’ı bu nedenle eleştirmektedir. Kürtlerin bir kısmı, anlaşmayı, Kürt inkârının uluslararası bir belgeyle tescillenmesi olarak görmektedir.
Evet. Biliyorsunuz, Türkiye’de 1923 Cumhuriyetin ilanı ama bir taraftan da hilafetin ilgası olarak tartışılıyordu. Bu da mesela birtakım İslamcıları ikilemde bırakan bir şeydi. Yani 1923 yılı onlar için bir iç savaş ya da bir kayıp olarak, bir zafer değil de bir hezimet olarak algılanıyordu. Bu tarih meselesi büyük bir ihtimalle sizin de bizim de, entelektüeller olarak, politikacılar olarak hepimizin gündemini yeniden işgal edecek. Çünkü tarihe aynı şekilde bakmamız, yaşadığımız tecrübelerden ötürü mümkün olmadığı için birinin mutlu ve zafer çığlıkları attığı bir arenada yekdiğeri ya hüzünlü ya da kaybeden hâlet-i ruhiyeye bürünüyor.
Tam olarak kastettiğim şey bu aslında. Tam olarak kastettiğim şey bu.
O zaman günümüze gelelim, bilhassa yarınki kongreye. Seçimlere YSP olarak girdiniz ama bir yandan da HDP duruyor. Zaten eş başkanlık sistemini uygulayan tek parti olduğumuz için bir çift-başlılık vardı. İki başkan, iki eş başkan vardı. Belediyelerde de durum böyleydi. Şimdi bir de iki partili bir yapıya büründünüz. 7 Ağustos’ta Parti Meclisi’nin toplantısında şöyle bir ifade dikkatimi çekmişti: “Geleneğimizin birikimlerini Yeşil Sol Parti’ye aktaracağız.” Bu sözden anlıyoruz ki HDP miadını doldurmuştur. Herhalde ya HDP’yi tamamen hükümsüz kılacaksınız ya da HDP’yi onursal parti konumuna getireceksiniz. HDP’ye ne olacak?
Şöyle bir girizgâh yapmak isterim. Şimdi herkes seçimlerde oy çalındığından söz ediyor ya… İşte hileli seçim derken, çoğunlukla akla gelen şey bir oyun çalınması. Bu nedenle seçimin kaybedildiği, kazanıldığı tartışması yürütülüyor. Biz başka bir hırsızlıktan bahsediyoruz: Bizim adımızı çaldılar.
Biz hakkımızda açılan kapatma davası ve bu kapatma tehdidi nedeniyle HDP adıyla seçime giremedik. Adımızı çaldılar. Bizim eş genel başkanlarımızı çaldılar; eş genel başkanlarımız cezaevindeydi ve siyaset yürütemediler. Onursal genel başkanımız (Ertuğrul Kürkçü) hâlâ yurt dışında yaşıyor, sürgünde yaşamak zorunda bırakıldı. Çok sayıda milletvekilimiz, belediye başkanımız içeride…
Demirtaş içeride, Kürtlerin lider olarak kabul ettiği…
Zaten ondan bahsediyorum: Eş Genel Başkanlarımız derken onlardan bahsediyorum, Sayın Demirtaş ve Sayın Figen Yüksekdağ’dan… Siyasî çalışma yürütemediler, cezaevindeydiler. 2 kez cumhurbaşkanı adayı gösterdiğimiz Selahattin Demirtaş’tan söz ediyorum. Yine milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız ve partinin değişik kademelerinde görev yapmış binlerce arkadaşımız cezaevindeydi. Yani adımızı çaldılar, Genel Başkanlarımızı çaldılar, kadrolarımızı çaldılar ve belki de adaylarımızı çaldılar. Yani bizim açımızdan, bu böyle bir seçimdi.
Bu, oydan daha büyük bir maliyet.
Evet, kesinlikle Sabri Bey. Tam olarak oydan daha büyük bir hırsızlıktan bahsediyoruz. Biz, bu nedenle başka bir parti olarak seçime girmek zorunda kaldık: Yeşil Sol Parti’yle seçime girme maceramız tam olarak böyleydi. Ama sizin de söylediğiniz gibi bu parçalı duruşun ilânihâye sürdürülmesi mümkün değil. Ve bu parçalı duruşun bir an önce sona erdirilmesi gerekiyor.
Biz HDP’yi sonuna kadar koruyacağımızı söyledik. Yani hakkındaki kapatma davası tehdidi nedeniyle HDP’yi kapatmayacağımızı, sonuna kadar savunacağımızı söyledik. Ve kapatmadık. Şimdi de savunmaya devam ediyoruz. Fakat “HDP” çatısı altında aktif siyaset yürütmeyeceğiz. Bir nevi soğumaya aldık diyebilirim. Yarın gerçekleştireceğimiz kongrede eş genel başkanlarımız sevgili Mithat Sancar ve sevgili Pervin Buldan’ın seçim sonuçlarından sonra yaptıkları açıklama doğrultusunda aday olmayacaklar ve partinin eş genel başkanları değişecek. Parti, küçülmeye gidecek. Muhtemelen tüzük değişikliği de olacak. Parti Meclisi, üye sayısı, MYK üye sayısı azalacak ve muhtemelen il örgütü sayısında da küçülmeye gidilecek. Varlığını sürdürecek ama aktif siyaset yapmayacak HDP.
Ve biz HDP’den önceki siyasi partilerde ve HDP’de biriktirdiğimiz siyaseti, Yeşil Sol Parti’de yürüteceğiz. Yani asıl partimiz, siyasal mücadeleyi yürüteceğimiz parti Yeşil Sol Parti olacak. Yeşil Sol Parti’nin kongresini de Eylül ayının ikinci haftasından sonra gerçekleştirmeyi planlıyoruz: 17 veya 24 Eylül gibi bir tarihte Yeşil Sol Parti’nin kongresi gerçekleşecek. Ve siyasi mücadelemize, yürüyüşümüze, Yeşil Sol Parti’de devam edeceğiz. Elbette bu Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karara kadar sürecek. Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karardan sonra, HDP ve Yeşil Sol Parti olarak, yeni bir strateji belirleyeceğiz diyebilirim.
Bir an, acaba, kurduğunuz analojinin kavramını kullanarak 27 Ağustos’ta “hırsıza istediğini verecek misiniz?” diyecektim ki siz HDP’nin küçülmeye gideceğini ve belki ileride daha güçlenerek, bilhassa şu başında Demokles’in kılıcı misali sallanan kapatma davasından salimen kurtulduğunda, geri dönüşü söz konusu dediniz. (Ben, o zaman, müsaadenizle HDP demeye devam edeyim. En azından siz partiyi küçültene kadar HDP demeye devam edeyim. Alandaki birçok Kürt de böyle diyor.) HDP, seçim muhasebesi yaptıktan sonra kamuoyuna sunduğu bildiride, hatta yaptığı açıklamalarda iki kavramı çokça vurguladı: Biri özeleştiri, diğeri ise yeniden yapılanma. Geçenlerde şöyle bir haber yansıdı: “DTK öncülüğünde yeni bir hamle geliştireceğiz.” Bu hamle ne olacak?
Şöyle, “DTK öncülüğünde bir hamle” demek doğru olmaz. Yani sadece DTK öncülüğünde bir hamle demek doğru olmaz.Şimdi, özeleştiri ve yeniden yapılanma ile ilgili şunları söylemek isterim. Bir seçim başarısızlığımız var ve biz bunu kabul ediyoruz. On binlerce partiliyi, seçmeni, halkımızı dinledik. Onların eleştirilerini dinledik. Çok açık söylemek gerekirse, gerçekten olayları tartışan bir yerden bakıyor halkımız. Hani kişi tartışmasından ve aday tartışmasından çok ileride. Yani biz partinin kadroları, isimleri üzerinden bir tartışma yürütüyor iken halk daha çok aday belirleme yönteminin kendisini tartışıyor veya Cumhuriyet Halk Partisi’yle adayının desteklenmesiyle ilgili tartışma yürütüyordu. Ya da ittifak politikamızın kendisine yönelik eleştirileri vardı. Veya işte AKP’nin “siyasal İslâm” politikasına karşı demokratik bir İslam’ı, halkın savunduğu İslam’ı savunmadığımız için bizi eleştiriyor. Gerçekten halkımızın eleştirileri bir yıldız gibi gece karanlığında bizi aydınlattı desem yeridir. Yani bizim eleştiri ve yeniden yapılanmadan kastettiğimiz şeyler de şunlar: Halkımızın eleştirilerini aldık, onlara bir özeleştiri verdik. Yaptığımız hataları kabul ettik ve bu eleştiriler doğrultusunda partiyi yeniden yapılandıracağız. Yani yeniden yapılandırmaya dair üyelerimizin çalışma yöntemi, meclis üyelerinin çalışma yöntemi, belki partinin ismi, belki partinin tutum belgesi ve temel sorun alanlarıyla ilgili belirlediğimiz bazı başlıklar var.
Şimdi bunlara ilişkin konferanslar gerçekleştiriyoruz. Ve bu konferanslardan çıkacak sonuçlarla bir merkezî konferans yapacağız 9-12 Eylül tarihlerinde. Partinin yeniden yapılandırılması sürecini tamamlayacağız. Elbette yeniden yapılandırmanın bir parçası da kongrelere gitmek olacak. Kongrede muhtemelen organlarda görev alacak kişilerin de önemli bir bölümünün değişeceğini şimdiden söylemem eksik ve yanlış olmayacaktır.
DTK bahsine gelince… HDP, bir bileşenler partisiydi. Farklı politik geleneklerden gelen, içinde inanç grupları da var, Aleviler kendi kimlikleriyle, Ezidiler kendi kimlikleriyle ve Ermeniler kendi kimlikleriyle kurumsal-örgütsel olarak temsil edildiler. Aynı zamanda HDP’nin kuruluşuna yol açan fikriyat, temsil fikriyatıydı. Kongreler bunun bir adım daha ötesi aslında. Bunlardan birisi Halkların Demokratik Kongresi, birisi de Demokratik Toplum Kongresi’ydi. AKP milletvekillerinin toplantılarına katıldığı, görüşlerini beyan ettiği konumdaydı. Bölgede onlarca kurumun temsil edildiği ve bize politik olarak çok uzak yapıların da içerisinde yer aldığı kurumlardı. Ama maalesef bir sabah Adalet ve Kalkınma Partisi’nin güdümündeki yargı “Demokratik Toplum Kongresi mi var ne?” dedi. Dolayısıyla bunu söylememin nedeni şu, yani bütün bu kongrelerle, bütün bu bileşenlerle yeniden yapılanma sürecini, özeleştiri sürecini sürdürecek HDP ve Yeşil Sol Parti. Kastettiğimiz şey bu. Biz bunun önemli bir bölümünü gerçekleştirdik diyebilirim. Merkezi toplantılarından sonra yönetimlerle toplantı, ardından halk toplantıları, ardından temel başlıklarla ilgili çalıştaylar, şimdi il konferanslarını gerçekleştiriyoruz. Örneğin ben bu programa Adana ve Mersin’deki il konferanslarını gerçekleştirdikten sonra katılıyorum. Eylül ayının ikinci haftasında da Ankara’da merkezî kadın konferansımızı ve merkezî konferansımızı gerçekleştireceğiz. Alacağımız kararlarla mücadelemize kaldığımız yerden devam edeceğiz
Halk toplantılarında isme kadar birçok eleştiri ve itiraz geldiğini söylediniz. Yeşil Sol Parti’nin ismine de itiraz geldi mi? Çünkü partinin ismini yadırgamaktan ziyade partiyi bir siyasal marka olarak içselleştiremeyen bir kitleniz var. Buna benzer itirazlar almış mıydınız?
Evet, yani şimdi HDP geleneksel bir şekilde işte bir sosyal demokrat parti değil; bir komünist parti, bir milliyetçi parti, bir muhafazakâr parti, bir milliyetçi parti olarak nitelendirilemeyecek bir parti. Pek çok siyasal görüşü içerisinde barındıran, sadece dünyaya soldan bakan insanların içerisinde yer aldığı bir parti değil. Dolayısıyla bu kısmıyla ilgili eleştiriler vardı. Ama HDP, parti olarak kendisini solda tanımlıyor. Bunda herhangi bir tereddüt yoktu. Biliyorsunuz HDP aynı zamanda sosyalist enternasyonal üyesiydi. Yeşil Sol Parti açısından da partinin politik çizgisi açısından bir sorun yok. Ama sol, tek başına, bir bütün olarak HDP ve Yeşil Sol Parti seçmenini, HDP ve Yeşil Sol Parti’ye gönül verenleri temsil etmediği için adının değiştirilmesi gerektiği yönünde de eleştiriler vardı. Bu, bir ideolojik değişiklik olarak okunmamalı. Bir isim değişikliği olarak okunmalı diyebilirim.
Birçok partide başkan değişikliği sırasında birden fazla aday çıkar. Ya da onlar hakkında birtakım spekülasyonlar döner kamuoyunda. O kişiler başkanlık yarışına katılmaktan gurur duyarlar. Onur duyarlar ve bunu çok doğal bir şekilde yaparlar, partinin başkanı olmaya layık olduklarını düşünürler. Bu liyakatini gerek parti meclisine, gerekse de halk kitlelerine onaylatmak için birtakım çabalarda bulunurlar ve birtakım programlar uygularlar. Fakat HDP’de bunların hiçbirini göremedik. Basına mı yansımadı yoksa zaten yok muydu? HDP’de neden hâlâ bir eş başkan adayını duymadık? En son dün basına iki isim sızdırıldı. O iki isimle ilgili de soru soracağım ama öncelikle bu olguyu tartışmak istiyorum. HDP’nin başkan adaylarını kamu önünde kendilerini ifade edebilme imkânına ve yarışına dâhil olarak göremiyoruz. Neden acaba? Diğer partilerde olağan olan şey, neden HDP’de yok?
Bizim partimizde genel başkanlık yarışına herhangi bir partilinin katılmasının önünde hiçbir engel yok. Yani ne hukuksal, ne siyasal bir engel yok. Bunun özellikle altını çizmek isterim. Fakat bizde genel başkanlığı bir şahsın adaylığından çok bir mutabakatla yürüyen bir süreçtir demek daha doğru olur. Yani bizde kongrelerden önce mutabakat komisyonları kurulur ve bu mutabakat komisyonlarının içerisinde bileşen partiler temsil edilir, bireyler temsil edilir ve uzun tartışmalardan, çalışmalardan sonra uzlaşılan, yani herkesin genel başkan olarak görmek istediği kişilerde uzlaşıldıktan sonra Merkez Yürütme Kurulu’nun ortak önerisiyle genel başkan adayları belirlenir. Tek farkımız bu. Ama bu, herhangi bir kimsenin aday olamayacağı anlamına gelmez. Elbette bizim kongrelerimizde de herkes genel başkanlık için aday olabilir. Ha, bundan sonuç alınabilir mi? Bu açıdan bakıldığında, elbette tartışılabilir ama adaylığın önünde herhangi bir engel yok. Sadece biz yöntem olarak, kongreden çok önce mutabakat arıyoruz. Yani gerçekten herkesin mutabakatıyla bütün grupların, bütün temsiliyetlerin mutabakatlarıyla eş genel başkanlarımızı belirlemek istiyoruz. Bugüne kadar böyle yürüttük. Ve partide bu açıdan herhangi bir sorun yaşamadık. Hiçbir kongrede eş başkanlık tartışması yaşamadık ve oy birliğiyle yani bütün delegelerin oy birliğiyle eş genel başkanlarımızı seçtik. Eş genel başkanlarımızın bu biçimde seçilmesine dair bugüne kadar parti herhangi bir tartışma yaşanmadı. Bu da bir mutabakat, bir uzlaşı olduğunu gösteriyor aslında.
Bu bir taraftan bakıldığında “bir mutabakat ve uzlaşı kültürü” ama bu aynı zamanda çok totaliter bir şey. İki kişi eş başkanlıktan ayrılacağını beyan etti ve aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen hiç kimse başkanlığa ya da eş başkanlığa aday olduğunu söylemedi. Yani “parti mutabakatı” adını verdiğiniz şey acaba siyasal öznelerin bastırılmasını da içermiyor mu? Sizce böyle şüpheci bir tavrın özeleştiriye dâhil edilmesi mümkün değil mi?
Siyasal partilerde genel başkanlık yarışı olması olağan; bunda herhangi bir sorun yok. Yani emin olun şu anda kamuoyunda hani genel başkanlar kimler olmalı diye tartışma yürüyor ya, bizim partinin içerisinde de bu tartışma giriyor. Bundan emin olabilirsiniz.
Bu ya çok kapalı bir kutu içerisinde kotarılıyor ya da basına yansıma anlamında sıfır…
İsim önerileri… Diyelim ki konferanslarda isim önerileri oluyor. Halk toplantılarında isim önerileri oluyor. Partinin bütün kurullarında isim tartışmaları oluyor. Bunda herhangi bir sorun yok. Yani kimsenin isminin geçmesi, kimsenin adaylık eğilimi içerisinde olması bugüne kadar parti içerisinde bir tartışma konusu olmuş değil.Ve emin olun “ben niye aday olmadım?”, “niye benim adaylığımı engellediniz?” diye bir tartışma, kurulduğu günden bu yana, yani 2012’den bugüne kadar herhangi bir tartışma yaşanmış değil.
Bunu bir sorun olarak addediyorum. Çünkü politikanın bizatihi kendisi tecessüm edilen bir şey. Yani birinde bedenlenen bir şeydir. Bu, bir lider olabilir. Ama bu, kolektif bir beden olan parti olduğunda kitlelerde bir kafa karışıklığına sebebiyet veriyor. Ve işin ilginç tarafı partide, HDP’de ya da HDP’nin selefi partilerde, öne çıkan marka isimler ya siyaseten yasaklandı devlet tarafından ya da doğrudan cezaevine alınıp pasifize edildi. Yani bir anlamda, devletin partinize uyguladığı siyasal özneleri bastırma ve partiyi bedensiz bırakma hareketini, çok farklı bir şekilde, sanki parti kendi içinde bu mekaniği işletiyormuş gibi ve bir mengeneye çevirmiş gibime geliyor.
Ya kanımca doğru bir değerlendirme değil… Yani şöyle: Bu fikriniz paralelinde parti içerisinde bir tartışma olsa, bir talep olsa, size bütün içtenliğimle hak verirdim. Ama emin olun, parti içerisinde bu yönteme dair bir tartışma yok. Bakın bir kez daha söylüyorum. Herhangi bir kişinin, partinin herhangi bir kademesinde görev almış veya almamış herhangi bir kişinin, herhangi bir kongrede tek başına veya bir ekiple aday olmasının önünde hiçbir engel yok. Yasal engel anlamında söylemiyorum. Yani kültürel olarak da bir engel yok. Yani kimsenin bastırıldığı, engellendiği, işte aday olursanız böyle olur dendiği bir durum yok. Parti içerisinde böyle bir yapılanma yok. Bugüne kadar olmuş değil. Listelerin yarışından çok, dediğim gibi, seçim günü yürütülen bir yarışmadan çok, biz çok uzun hazırlıklarla eş genel başkanlarımızı ve MYK üyelerimizi belirliyoruz dersek sanırım bu sorunuza yanıt vermiş olurum. Birkaç kişi, “sen, sen genel başkan olacaksınız” deyip bugün halkın karşısına eş başkan adayları çıkarmıyoruz. Emin olun bütün il, ilçe örgütlerinden isimler süzülüyor. Merkez Yürütme Kurulunda süzülüyor ve bir mutabakat komisyonumuz var.
Dediğim gibi bu parti, bileşenler partisi. HDP’yi oluşturan, Yeşil Sol Parti’yi oluşturan siyasi partiler dışında bağımsız bireylerden de oluşan bir parti ve bir bütün olarak hepsinin mutabakatı alındıktan sonra, hepsinin önerileri alındıktan sonra, öneri ve görüşleri uzun uzun tartışıldıktan sonra eş genel başkan adaylarımız belirleniyor diyebilirim.
Evet. Peki, buradan devam edersek eş genel başkan adayları basına da yansıdı: Sultan Özcan Hanım ve Cahit Kırkazak Bey. Fakat partiden resmi bir açıklama gelmedi. Bu iki ismin eş başkan olacağı hatta olduğuna dair haberler var.
Her iki arkadaşımız da yani Sultan Özcan uzunca bir süredir parti Merkez Yönetim Kurulu üyeliği yapmış, milletvekili adaylığı yapmış, partinin pek çok komisyonunda yer almış, ittifak görüşmelerini, demokratik ve siyasi partilerle yürütülen bütün görüşmeleri yürüten ekipten arkadaşlarımızdan birisi. Partinin kurulduğu günden beri içerisinde yer alan bir arkadaşımız.
Cahit Kırkazak daha önce HDP’de parti meclisi üyeliği yapmış, şimdi de Yeşil Sol Parti’nin MYK üyesi. Aynı zamanda genel saymanı ve milletvekili adayımızdı son seçimlerde.
Her ikisi de uzunca bir süredir parti içerisinde farklı kurullarda görev almış arkadaşlarımız. Hani yüzde yüz o iki kişi aday olacak demeyeyim ama isimleri konusunda ciddi bir mutabakat, bir eğilim var. Ve yarın, muhtemelen, HDP’nin eş genel başkan adayları olacaklar.
Hayırlı olsun şimdiden.