- Macaristan’da Viktor Orban, Fransa’da kazanamasa bile Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders, ABD’de yeniden güçlenen Trump… Tüm bunlar dünya siyaseti için bize ne söylüyor?
Dünyada yükselen bir otoriter dalga var. Tıpkı iki dünya savaşı arasında yaşandığı gibi. Liberal demokrasinin, liberal değerlerin, liberal kurumların ve hatta liberal toplumun krizi olarak karşımıza çıkan ve bu krizin sonunda reaktif bir otoriter sistemin ortaya çıktığı bir evreye benzer bir evre bu. Bunu dünya tekrar yaşıyor.
Liberal demokrasilerin geri gidişlerine tepkiler, dirençler oluşmadı değil, Fransa’da Sarı Yelekliler hareketinde ya da başka yerlerde başka direnişler olduğu gibi ya da bugün Filistin’e kamuoyunda verilen desteğin artması gibi… Ama buna rağmen -seçimler bir veriyse, en önemli kamuoyu araştırmalarıysa eğer- ana trendin bu olmadığını görüyoruz. Ana trendin hem siyasal bakış açısından hem de buna yönelik toplumsal destek açısından bir otoriterleşme olduğunu söylemek mümkün.
Burada toplumsal desteğin özellikle üzerinde durmak lazım. Örneğin Arjantin’de olduğu gibi herkesin kulağına irrasyonel gelen, şahsi bir siyaseti ifade eden, hem popülizmi hem de otoriter dalgayı akla getiren birinin seçilmesi, bir toplumsal desteğin sonucu. Benzer şekilde Hollanda’daki ırkçı, sağcı partinin seçimlerden birinci çıkması biraz neo-Nazi, İslam karşıtı, içe kapanmacı rejimlerin orada güçlenmeye devam ettiğini gösteriyor.
Bütün bunları dikkate aldığımız zaman herhalde dünya siyasi öyküsü açısından ve toplum-siyaset ilişkileri açısından çok iyi bir dönemde değil. Özellikle toplum-siyaset ilişkileri seçimli bir tür otoriterliğe ya da bunun kimi göstergelerini içeren hallere endeksli.
Nitekim Türkiye’nin hem kuzeyinde hem de güneyinde ne denli büyük çatışmaların yaşandığını da görüyoruz. Bunlara ilave olarak güç unsurunun, lider unsurunun, hakim olma unsurunun, millilik unsurunun ön plana çıktığı bir dünya görüyoruz. Özellikle Batı’da ortaya çıkan bu popülist rejimlerin özünde de bir yabancı istemezlik, bir tek kültürlülüğe geri dönüş güdüsü de var. Bu güdüler de milliyetçi-otoriter rejimlerle çok kolay ortaklık yapabiliyorlar.
Tablo bu. Bu tablonun ortasında yaşıyoruz ve bu tabloya bakarak umut üretmeye çalışıyoruz ama her seçim sonucu daha otoriter, daha milliyetçi, daha içe kapanmacı bir iklimin dünyayı kapladığını ve bunlar arasındaki çatışmaların da güç merkezli olduğunu görüyoruz. Tabii bu güç merkezli olma, hem karar mekanizmalarındaki bir şahsiliği hem de bu şahsilik oranındaki bir otoriterliği içeriyor. Otoriterlikle milliyetçilik yan yana geldiğinde de işte bir çatışmalar dünyası karşımıza çıkıyor.
Çok şaşırtıcı değil Arjantin’de olan da, Hollanda’da olan da, diğer ülkelerde olanlar da. Karşımızdaki tablonun pek umut vermeyen, negatif bir tablo olduğunu düşünüyorum ben.
- Bu tablonun Türkiye’ye yansımaları, Türkiye’deki mevcut durumun bu tablodan etkilenme oranı nedir sizin gördüğünüz?
Türkiye’deki Erdoğan rejimini dünyada olanlardan bağımsız görmemek lazım. Dünya kamuoyu diye bir şey var. Dünyadaki gelişmelerin çoğu global etkilere sahip. Türkiye’de hakim siyasi dalgalar, sadece Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda dünyada olup bitenden etkilenen, değişen değer hiyerarşilerine endeksli bu dalgalar. Örneğin güce verilen, varoluşa verilen anlam belki her zaman önemliydi bu ülkede ama bugün global doğrulayıcı, besleyici bir zeminde başgösteriyor. Bölge siyaseti, dünya siyaseti, burada öne çıkan ve değer kazanan unsurlar.
Mesela 1980 öncesi çok kültürlülük ya da daha liberal demokratik değerler ne denli belirleyiciyse, bugün bunların tam tersine gözden düştüğünü görüyoruz. Ne demek oluyor bu? Karşımıza başka bir değer skalası çıkıyor. Bu değer skalası kolektif olan yerine şahsi, demokratik olan yerine otoriter olanın daha değerli olduğu bir durum var. Bu Türkiye’yi de etkiliyor. Bu sadece Türkiye’nin iç dinamikleri ile yürüyen bir süreç değil. Dünyadaki gelişmelerin Türkiye’ye yansımaları ile de ilgili bir durum.
O zaman Türkiye’de karşımızda çift katmanlı bir otoriter dalga var. Hem dünyadan beslenen hem de kendi iç dinamikleri ile beslenen bir yapı. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan, onun kurduğu ittifak, yeni Türkiye iddiaları ile bu dünya siyaseti arasında paralellikler var. Bu paralellik temel olarak milliyetçilik, devletçilik, büyüme yani milli sınırların büyümesi üzerine dayanıyor. Bu oranda milli olan, milliyetçi olan, güce dayanan her zaman demokratik olanın üzerine çıkıyor.
Açıkçası Erdoğan’ın 1980’lerde bu siyaseti yürütebileceğini, bu siyasetle dünyada var olabileceğini düşünenlerden değilim. Erdoğan’ın bugünkü siyaseti ile dünyadaki bugünkü siyaset arasında olan paralellik Erdoğan’a yeni bir meşruiyet imkanı kazandırıyor.
Topluma bakmak lazım. Dünyanın farklı katmanlarında milliyetçilik ortaya çıkıyor ve güçleniyor Batı’da da, Batı dışı ülkelerde de. Ama Batı dışındaki ülkelerde bu milliyetçilik biraz Batı karşıtı sistem inşasını da ifade ediyor. Bu, Batı karşıtı sistemin inşasında en temel olan şey özgürlükçü liberal değerlerin bir tehdit, tehlike olarak devre dışı bırakılması. İki dünya savaşı arasında Türk entelektüellerine baktığımız zaman hepsi liberalizm düşmanıydı. Bugün de geldiğimiz noktada anti-liberal ve anti-entelektüel dalga bunu ifade ediyor diye düşünüyorum.