Türkiye’nin gündemi son haftalarda yine çoğu zaman gördüğümüz gibi dünya gündeminden koptu. Dış dünya Ukrayna ve Gazze savaşları ile Dubai’da yapılan İklim Değişikliği Konferansıyla meşgulken biz her gün yenisi çıkan dolandırıcılık olayları, futbol dünyasında meydana gelen skandallar, yaklaşan yerel seçimler ve parti içi kavgalarıyla ilgilendik ve ilgilenmeye devam ediyoruz. Gazze savaşı bile birkaç istisna dışında artık medyanın ilgisini çekmez oldu. Onun yerini doğal olarak son günlerde Kuzey Irak’tan gelen bitmeyen şehit haberleri aldı.
Aslında iklim değişikliği krizine karşı ilgisizlik yeni değil. Bu süreci başlatan ve bağlayıcı bir hükmü bulunmayan 1997 tarihli Kyoto Protokolüne ülkemiz ancak 2009 yılında yıllık konferanslara katılabilmek için taraf olmuştu. Ancak OECD üyesi olmasına rağmen, gelişme düzeyinin müsait olmaması iddiasıyla sera gazı salınımlarını sınırlandırma konusunda herhangi bir taahhüte girmemişti. Aslında bağlayıcı olmayan bu taahhütleri sadece gelişmiş ülkelerin kabul etmiş olması ülkemizin işini şüphesiz kolaylaştırıyordu. Bu taahhütlerin ülkemizin sanayi kalkınmasına zarar vereceği iddiası o sıralarda epeyce dile getirilmiş ve kabul edilmemeleri için gerekçe teşkil etmişti.
Kyoto Protokolünün kapsamının gelişmiş ülkelerden tüm dünyaya genişletilmesi gereği iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın uluslararası toplum için ciddi bir tehdit teşkil ettiği kanaatinin yaygınlaşmasının sonucudur. Uyum yükünün sadece gelişmiş ülkelere değil tüm dünya ülkelerine dağıtılması ihtiyacı da aynı zamanda duyulmaya başlamış zira Çin ve Hindistan gibi ülkeler gelişme yolunda sayılmakla beraber sera gazı salınımlarında gelişmiş geleneksel sanayileşmiş ülkelerden geri kalmaz olmuşlardı. Hiçbir şey yapılmaz ve mevcut trendler devam ederse dünyamızın çok uzak olmayan bir gelecekte yaşanmaz bir hal alacağı gerçeği karşısında yapılan zorlu müzakerelerin sonucunda küresel ısınmayı 1,5-2 derecede tutmayı hedefleyen ve ülkelerin bu hedefe ulaşmak için kendi ulusal programlarını belirleyip onu bir taahhüt şekline getirmesini öngören Paris Sözleşmesi 2015 yılında imzalanmıştı.
Ülkemiz Paris Sözleşmesine de uzun bir gecikmeyle, tam altı yıl sonra 2021’de taraf oldu. Obama yönetiminin son zamanlarında imzalanan Sözleşmeden ABD’nin imzası Trump tarafından geri çekildikten sonra belli ki iktidar bu süreçten bir şey çıkmayacağı, üzerinde bir baskı olmayacağı sonucuna varmış olacak ki dosyayı rafa kaldırmıştı. Ancak Biden Başkanlığı devraldığı ilk gün ABD’yi tekrar sürece dahil edince, iktidarın da yarım ağızla da olsa Paris Sözleşmesinin kurduğu yapıya girmekten başka şansı kalmamıştı.
Bunu yaparken iktidar 2053 yılına kadar sıfır net sera gazı salınım hedefini ilan etmişti. Bu uluslararası toplumun yıllık konferanslarda kabul ettiği 2050 yılındaki sıfır salınım hedefine çok uzak düşmüyordu. Ancak bu hedefe nasıl ulaşılacağı bugüne kadar belli olmadı. Tüm dünya yavaş da olsa fosil yakıtlardan uzaklaşmaya hazırlanırken ülkemiz bu konuda hiç adım atmıyor, tersine Akbelen’de görüldüğü şekilde ormanları yok edip yerine yeni kömür madeni işletmeye hazırlanıyor. Çin’in kendi toprakları dışında inşa edeceği son kömür santralinin Adana’da şu anda bir çok protestoya rağmen inşaatı devam eden ve tamamen ithal kömürle beslenecek olan santral olacağı anlaşılıyor. Oysa Avrupa ülkeleri kömür madenlerinin teker teker kapatmaktalar. Polonya bu konuda AB içinde ayak direyen bir ülkeydi ancak Donald Tusk’un Başbakanlığa yeniden seçilmesiyle AB politikalarına daha iyi uyum sağlaması beklenebilir.
Dışarıda meydana gelen gelişmelere ilgisizliği İklim Değişikliği Taraflar Konferanslarına (COP) ülkemizin katılım düzeyinin düşüklüğünde de belli oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Dubai’da yapılan COP 28’e istisnai olarak katıldı ama konuşmasının mihenk noktasını iklim değişikliği değil, Gazze savaşı teşkil etti. Türkiye’nin Dubai konferansında oldukça pasif davrandığı çeşitli ülkelerin oluşturduğu baskı gruplarının hiçbirine katılmamasından da anlaşılmaktadır. Ayrıca Dubai’da üstlenilen taahhütlerin birçoğuna katılmadı. Özellikle tüm ileri gelen katılımcıların kabul ettiği fosil yakıtlardan vazgeçme taahhütünü üstlenmedi.
Oysa neredeyse tüm dünya fosil yakıtlardan çıkış konusunda anlaştı. Tabii bunun için bir tarih hedefi konmasına Suudi Arabistan başta olmak üzere hidrokarbon üreticisi ülkeler karşı çıktılar. Ancak hedefin ilk defa açıkça ifade edilmesi bile çok büyük bir ilerleme teşkil etmekte, çünkü kamuoyunun baskısı hükümetleri bu istikamete yöneltecektir. Şimdiden ABD ve Birleşik Krallıkta bazı üniversiteler ve hayır kurumları yatırımlarından hidrokarbon şirketlerini, hatta onlarla yoğun iş yapan bankaları çıkarmaya başladılar.
İşin ilginç tarafı ülkemiz hidrokarbon üreticisi olmamasına, termik santrallerde kullandığı kömürü büyük ölçüde ithal etmesine, çok büyük yenilenebilir kaynak potansiyeline sahip olmasına rağmen, fosil yakıtlardan çıkışa soğuk bakmakta ve bu konuda bir taahhüte girmeyi kabul etmediği gibi, yenilenebilir enerji yatırımlarını üç katına çıkarma yolunda 130 ülkenin imzaladığı bildiriyi, ayrıca enerji verimliliğini de 2030 yılına kadar iki katına arttırma konusundaki açıklamayı da imzalamadı. Oysa Türkiye’deki yapı standartlarındaki iyileştirmeler Uluslararası Enerji Ajansının (IEA) övgüsüne layık görülmüş ve başkaları için örnek gösterilmişti.
Konunun az sayıda akademisyen, düşünce kuruluşu ve sivil toplum kuruluşu dışında kamuoyunun gündeminde olduğu, ayrıca değişen dünyaya ayak uydurmak için ciddi bir hazırlığa doğru gidildiğini söylemek mümkün değil. İklim değişikliğini frenlemek istikametinde atılacak adımları içeren ulusal katkı beyanlarında normal olarak oldukça somut yol haritaları bulunması gerekmektedir. Bu yol haritalarına tüm üyelerin uyduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin, Ukrayna savaşının neticesinde AB ülkelerinin Rusya’dan ithal ettikleri doğal gaz miktarında şiddetli bir azalma meydana geldiğinde termik santrallerini ve kömür madenlerini kapatma kararını almış olan Almanya bu kararın uygulanmasını ertelemek mecburiyetinde kaldı. Bu ve benzer sebeplerin neticesinde sera gazı salınımları geçtiğimiz iki yılda Avrupa’da yeniden artmaya başladı. Son günlerde yayınlanan bir araştırmaya göre, AB 2030 hedeflerinin çoğuna ulaşamaması, özellikle enerji tüketimi, yenilenebilir enerji, ve dönüştürülmüş malzeme kullanım hedeflerinin bunların başında gelmesi, buna karşılık sera gazı salınımlarını 1990 yılına nazaran %55 oranında azaltılabilmesi beklenmektedir. Ülkemizde yapılan bir araştırmaya göre ise sera gazı salınımların artmaya devam etmesi beklenmektedir.
Ülkemizin bir sıkıntısının da karbondan çıkışın gerektirdiği yatırımların nereden geleceği konusundaki belirsizlik olduğu anlaşılıyor. Gelişme yolundaki ülke statüsüne sahip olmadığı için başta Afrika ülkelerinin yararlandığı resmi fonlara ulaşmakta zorlandığı açık. Ayrıca ülkemizde karbon piyasasının bulunmaması, karbon ticaretinde rol almasını, özellikle salınımlarına karşılık başka ülkelerden karbon kredisi satın almasını engellemektedir. Ancak elindeki imkanları iyi değerlendirebilse özel yatırımcıları çekmesi mümkün olabilir. Özellikle rüzgâr ve güneş enerjisi açısından ülkemizin çok zengin olduğu malum. Ne yazık ki, belki bazı lobilerin etkisiyle bu alanlardaki yatırımlar oldukça düşük. Gerçi güneş enerjisinin gerektirdiği panellerin üretiminde Çin’in tekele varan çok büyük bir ağırlığı olması bu alandaki yatırımları frenlemekte. Ancak bu engelin aşılamaz boyutta olmadığı da bir gerçek. Diğer taraftan yatırımcılar ülkemizden dişe dokunur somut hedefler içeren bir katkı planı bekleyeceklerdir. 65000 katılımcı ile bir rekor kıran Dubai Konferansı bu açıdan da kaçırılmış bir fırsattır. Türkiye oraya sağlam bir programla gitmiş olsaydı şüphesiz bazı başarılar elde edebilirdi.
Belki de Ankara’da yapılan hesap iradi olan bu taahhütlerin hiçbir zaman yerine getirilmeyeceği, örneğin Trump gelecek yıl ABD seçimlerini kazanırsa Paris Sözleşmesine yine sırtını çevireceği, bu nedenle de bu konuda kafa yormaya ve büyük yatırım planlamalarına girmeye gerek olmadığı yönündedir. Konu hakkında medya ve kamuoyu önünde pek bir tartışma olmadığı için motivasyonun ne olduğunu kestirmek en azından benim için mümkün değil.
Ancak kesin olan bir şey varsa belli başlı pazarımız olan AB 2026 yılından itibaren karbon salınımlarını dizginlememiş ülkelerden yapacağı ithalata ek vergi koyacağıdır. Yine çok büyük bir pazarımız olan Birleşik Krallık da benzer bir yönteme 2027 yılında başvuracağını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Bu demek oluyor ki enerji ağırlıklı ve ülkemiz ihracatında büyük yeri olan demir-çelik, çimento, alüminyum gibi ürünleri bu ülkelere ihraç etmemiz mümkün olamayacaktır. Bunu engellemenin tek yolu Avrupa ve çoğu gelişmiş ülkelerde belki yirmi yıldır yürürlükte olan karbon piyasasının bir benzerini ülkemizde kurmaktır. Ancak bunun yapılacağına ilişkin işaretlere en azından ben rastlamadım.
Bir diğer alan da yine ekonomimiz için çok önemli bir yeri olan otomotiv sektörüdür. Avrupa ülkeleri 2030 ile 2035 arasında elektrikli olmayan otomobillerin satışını durdurmaya hazırlanıyorlar. Norveç bunun için 2025’i hedeflemektedir. Önemli bir hidrokarbon üreticisi ve ihracatçısı olup zenginliğini bunlara borçlu olan bu ülkenin elektrikli araçlara geçiş konusunda gösterdiği liderlik gerçekten ilginçtir.
AB hedefi belki biraz kayabilir ama bu olasılığa çok fazla güvenmemekte fayda var. Ülkemizde üretilen ve şu anda nerede ise tamamı fosil yakıtla çalışan otomobillerin yarısı Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor. Yeni otomobil satışlarında elektrikli araç oranının %7,9 olduğu açıklandı ama bu oranın kaçta kaçının yerli araç olduğuna ilişkin rakam görmedim. Önümüzdeki on yıl içinde çok süratli bir dönüşüme gidilmezse mevcut ihracat performansımızı sürdürmek imkânsız hale gelecek, yerli otomobil ihracatı duracak veya Avrupa dışındaki ülkelere yönlendirilmesi gerekecek. Ülkemizdeki otomotiv üretiminin nerede ise tamamının yabancı şirketler tarafından gerçekleştirildiği gerçeği karşısında bu şirketlerin şimdiden bazı hazırlıklara başladıklarını tahmin etmek mümkün. Basında da bu konuda bazı haberlere rastlanıyor. Tabii ihracat için elektrikli otomobil, yerli piyasa ve Avrupa dışı ülkelere fosil yakıtlı otomobil üretme yoluna gidip gitmeyeceklerini ve buna pratikte imkan olup olmadığını zaman gösterecektir.
Ancak ülkemizde 2035’te değilse de ondan sonra çok uzak bir tarihte elektrikli otomobillere geçiş zorunlu hale getirilirse çok büyük yatırımlara ihtiyaç olacağı aşikardır. Bu yatırımlar yavaş yavaş boy göstermeye başlayan şarj istasyonlarından ibaret değil. Karbondan dönüşüm ve elektrik üretimin arttırılması için çeşitli Avrupa ülkelerinde yapılan ve dudak uçuklatan masraflara yol açan yatırımların bahsi yabancı basında sık sık geçiyor. İş sadece elektrik üretimin arttırılmasından ibaret olmayıp, şebekelerin de güçlendirilmesi de zorunlu bir ihtiyaçtır. Bu konuda da ülkemizde ciddi bir hazırlık olup olmadığı pek belli değil. İlk aşamada yapılacak şey muhakkak ki kafamızı kumdan çıkarıp fosil yakıttan çıkış için mücadele veren akademisyen ve sivil toplum kuruluşlarını dinlemek ve onlara destek vermektir.