‘Otoriter kişilik’ üzerine Adorno ve arkadaşlarının 1950’lerde yaptığı –ve artık genel kültürün parçası haline gelmiş- bir çalışma bilinir. Burada, otoriter kişiliğin temel eğilimleri ve dünyayı görme biçimleri çok iyi anlatılır.
Polisleri çalışırken onların gerçekten böylesi bir otoriter kişilikle mi mesleğe başladıkları yoksa sonradan içine girdikleri mesleki kültürel dünyanın mı bu tür eğilimleri ortaya çıkardığını anlamak için bu konuyla epeyce ilgilenmiştim.
Konuyu, hem psiklojik hem de sosyolojik açıdan ele alan çalışmalara atıflar yaparak ele almış, sonradan bütün bu sorgulamaları içeren bir kitapta (Polisliğin Kitabını Yazmak: Antropolojik Açıdan Polis Bürokrasisi ve Görünümleri) ‘Güç, Güçsüzlük ve Polislik’ başlıklı bir bölümle düşündüklerimi ortaya koymaya çalışmıştım.
Başlığı böyle seçmiştim çünkü Adorno, her şeyden önce gücü mutlaka güçsüzlükle bir arada düşünmeyi öneriyordu. Bölümün başına da Edgar Z. Friedenberg’in Lord Acton’un meşhur sözünü tersine çeviren ‘Güçsüzlük Yozlaştırır; mutlak güçsüzlük mutlaka yozlaştırır’ cümlesini koymuş ve polislerin dünyasından hareketle, asıl yozlaştırıcı ve orotirterleştirici olanın sanılanın aksine güç değil güçsüzlük olabileceğini anlatmaya çalışmıştım.
Çünkü o sıralar bana göre insanları bozan ya da yozlaştıran asıl şey, güç veya iktidar değil bunun kendinde olmayıp dışarıdan elde edilebilir bir meta olarak algılanmasıydı. Diğer deyişle, polislere genellike üzerlerine üniforma çekip silah kuşandıklarında ve yasaların verdiği yetkilerle donatıldıklarında olduklarının çok üzerinde bir güce kavuştuklarını hissettiren şey, zayıf bir benliğe sahip olmalarıydı.
Sonradan içine girdikleri meslek kültürü ve toplumsal koşullar bu zayıf benliğin gerçek anlamda güçlenebilmesinin önünü tıkıyor ve güce ulaşmak dayanılmaz bir arzu halini alıyordu.
Polislik için güce ve iktidara ulaşmak yapılan işin bir aracı ve ön koşulu değil tam anlamıyla amacını teşkil ediyordu. Yani, üniforma, silah ve yetkiler, işin araçları değil amaçlarını oluşturuyordu (tıpkı siyasetimiz gibi). Böyle olunca da bu amaca giden yolda engelleyici olan ne varsa kolaylıkla araçsallaşabiliyor, kötü bir politik realizm başat ideoloji haline gelebiliyordu.
Güce ulaşmanın nihai arzu olduğu ve hayatın bir tür buna ulaşma aracına indirgendiği yerlerde yasalar da polisleşiyordu. Diğer bir ifadeyle, yasalar burada uyulmadığında karşılaşılan yaptırımlar olmaktan çıkarak uyulduğunda dahi rahat ettirmeyen bir tarassut halini alıyordu. Polislik ise yasalar eliyle insanın insan üzerinde güç uyguladığı ve iktidar kurduğu hastalıklı bir işleyişe dönüşüyordu.
Bana öyle geliyordu ki birey-toplum ilişkisinin sağlıklı olmadığı yerlerde zaptetme ve dolayısıyla polis olma ihtiyacı ve arayışı artıyordu. Böyle yerlerde toplumsal düzen uzlaşı veya sözleşme değil çatışma üzerine kurulu oluyor, güven üretmek yerine tedirginlik yayıyordu.
Toplum bireye güç aktarımında bulunmayarak cemaatçiliği şart koşuyor, böylelikle bireyle-toplum arasındaki ilişkinin bozulduğu yerlerde polislik de güç kazanıyordu. Böylesi bir polis teşkilatının militer özellikler sergileyen cemaatçi bir yapıya sürüklenmesi elbette kaçınılmazdı.
Mutlak bir otorite ve güç arayışı kaçınılmaz olarak metafizik tanrısallığın bu dünyadaki karşılığı olan devlette son buluyor, zayıf benlik bütünüyle kendinden vazgeçip her şeye kadir bir iktidar kaynağı olarak devlette eriyordu.
Sokaklarda sarsılmaz bir otoriteyle ve kendinden oldukça emin şekilde dolaşan memurların kurumlarına döndüklerinde kendilerini ne denli değersiz ve önemsenmez, otoritesiz ve güçsüz hissettiklerine şahit oluyordum.
Zaman içerisinde militer kodlara göre şekillenen teşkilat öncelikle benliği zayıflatıyor ve değersizleştiriyor, sonrasında bunun üzerine inşa edilen katı bir hiyerarşiyle her şeyi zaptetmeye çalışıyordu. Ve sonrasında otoriterlik, bir tür zaptedememe korkusunun dışavurumu olarak sokaklara taşıyordu.
Polisin sokaklardaki bu katı otoriter tavrı karşısında toplum da bir tür kendini koruma refleksi olarak onun otoritesini kırmak için ‘değersizleştirici’ bir tavır takınıyordu. Zor kullanma sanıldığı gibi yalnızca polisten halka doğru işlemiyor tersine bir biçimde halktan da polise dönük örtük bir baskı şeklinde olabiliyordu.
Polisler bu iki değersizleştirici baskı arasında ya cinnet geçiriyor veya devlet gibi bütünüyle mutlak bir otorite simgesinin parçası haline gelmek zorunda hissediyorlardı kendilerini. ‘Halkın değil devletin polisiyiz’ lafı hem kurum içinde hem de kurum dışında cinnet geçirmekten kurtarıcı bir psikolojik savunma mekanizması sağlıyordu. Polis kültürü denilen şey de aslında cinnet geçirmemek için oluşmuş stratejiler etrafında kurulu bir mesleki dünyaydı.
Yeri gelmişken, asker için total bir hiyerarşik işleyiş ve tam bir otoriterlik savaş koşulları için gereklidir belki ve toplum tam da böylesi bir askere destek vermek istemektedir ama poliste bunu böyle düşünmek her zaman bir sorun işaretidir. Asker gibi polisiniz varsa, yasalarınız demokratik işleyişi zapteden birer kısıtlayıcı haline gelmiş demektir.
Kaldığım yerden devam edersem, sahadayken, otoriteye düşkünlükle keyfilik arasında da çok acayip bir yakınlık olduğu gözüküyordu çünkü dışarıdan edinilen gücün hissedilebilmesi için herhangi bir kısıtlanmışlık duygusuna kapılmadan kuralların dışına çıkmak gerekiyordu. Aksi takdirde bu sahip olunan şeyin, kendisine ait olmayan bir güç olduğu hissi acı verici oluyordu.
Sırf bu önemsizleşmeden ‘yırtmak’ için sadece geceleri çalışmaya çok düşkün memurlar tanımıştım. Çünkü gece çalıştıklarında kurumsal –değersizleştirici- etki azalıyor, toplumla olan sorunlu karşıtlık ilişkisi büyük ölçüde ortadan kalkıyor ve polisler daha kendileri gibi olabiliyor, kendilerini daha güçlü hissediyorlardı. Normalde çok zor olan gece çalışmalarının garip bir keyfe dönüşmesine tanık oluyordum.
Bu türden katı hiyerarşik kurumlarda alttan alta hep birşeylerin kontrolden çıkma ve zaptedilememe korkusu yaşatılıyordu ve otoriter hiyerarşi tam olarak bunu ortadan kaldıran yalancı bir etki yapıyordu. Çünkü siz bu dünyanın içinden topluma baktığınızda beklenmeyen ve öngörülebilir olmayan her şeyi kendi kodlarınıza uydurarak kontrol edilebilir kılabileceğinizi zannettiren bir özgüvene ulaşıyordunuz. Buradan bakınca siyasal olan doğası gereği hiyerarşik olanı zayıflatıcıydı ve zaptedememe korkusunun kitlelerce desteklenir bir biçimine işaret ediyordu.
Bunları anlatmamın nedeni şimdilerde, Adorno’nun çalışmasında polis ve asker gibi katı hiyerarşik kurumlarda çalışanlara epeyce uyan otoriter kişilik özelliklerinin toplumda aslında ne kadar yaygın bir karşılığının olduğunu düşünmeye başlamış olmam.
O nedenle, Adorno’nun çalışmasından hareketle yazdığım, yukarıda bahsettiğim kitaptaki bölümü biraz kısaltarak buraya almayı istedim.
Adorno ve arkadaşlarının teorisine göre, otoriteryen kişilik bir tür zihniyet veya tutumdur. Bu zihniyetteki kişiler, yukarıdaki otoriteye mutlak itaati ve tabi olmayı, aşağıdakiler üzerinde ise tahakkümü ve tam bir hakimiyet kurmayı isterler.
Kişi burada kendi kişiliğinden kaynaklanan güvensizliklerle baş etmek için otorite, gelenek veya doğaüstü, gizemli güçler gibi dış güçlere tabi olmayı seçmektedir. Buna göre bu kişiler;
- Gelenekselcidirler, geleneksel değerlere sıkı bir bağlılık gösterirler.
- Otoriteryen bir teslimiyet söz konusudur. Grubun ahlaki açıdan idealize ettiği otoriteye sorgusuz sualsiz itaat ederler.
- Otoriteryen bir saldırganlık gösterirler; geleneksel değerleri ihlal etmeye çalışan insanları ortaya çıkarmaya çalışan, onlara karşı çıkan, kınayan, cezalandıran bir eğilimdedirler.
- Anti-öznelcidirler; sıbjektif olana ve tahayyüle genel bir karşıtlık söz konusudur.
- Doğaüstücü ve steryotipçidirler: bireylerin kaderi üzerinde mistik güçlerin belirleyici olduğu inancı vardır ve oldukça katı kategorilerle düşünürler.
- Güç ve dayanıklılık; güçlülük/zayıflık, üstlük/astlık, baskın/çekinik takıntısına sahiptirler.
- İktidar figürleriyle özdeşleşme eğilimi gösterirler; güçlü, kuvvetli ve dayanıklı olma gibi özellikleri aşırı bir vurguyla ifade ederler.
- Yıkıcılık ve sinizme yatkındırlar; genel olarak hayata karşı hasmane, insanlara karşıysa onları değersizleştiren ve küçülten bir tutum sergilerler.
- Yansıtmacıdırlar; olan bitenden kendileri dışında birilerini veya esrarengiz güçleri sorumlu gören bir yansıtma eğilimi gösterirler, zaman zaman bilinçaltından gelen duygusal patlamalar yaşarlar.
- Cinsellikle ilgili konuları abartılı şekilde karşılarlar.
Bu özellikler o yıllarda (2008-2010) polislerin (ve sinizm ilkesi hariç olmak üzere –çünkü daha çok bir polis hastalığıdır- askerlerin) pek çok tutum ve davranışını açıklayıcıydı benim açımdan ama bugüne geldiğimizde genel olarak toplumdaki baskın eğilimi de aynı güçle açıkladığını düşünmek gibi bir korkuya kapılıyorum. Güç arzusu ve devletin aşırı yüceltilmesiyle örtülen bir sinizmin her yanda kol gezdiğini görmekten ürküyorum (birşey her yanda kol gezmeye başlamışsa zamanla kolluklaşır).
Darbe kalkışmasının belki de en kötü etkisi tam olarak kendini bulamamış zayıf benliklere, nihai bir otorite sembolü olarak devletin ne denli zayıf ve kırılgan olabileceği hissi vermiş olması. Bu aynı zamanda içsel bir yıkımdır. Çünkü buradan doğan büyük panik hali, çıkış yolunun eskisinden çok daha sert bir otoriterleşmeyle ancak mümkün olabileceğine dair aksi savunulamaz bir inanç doğuruyor. Ve ne yazık ki buradan çıksa çıksa bir polis devleti çıkabilir. Çünkü polis devleti denilen şey aslında çıplak gücün çeşitli kılıflarla keyfi bir otoriteye dönüşmesiyle ilgilidir ve ortaya çıkmasından önce sıradan insanların içindeki polisin ortaya çıkması gerekir.
Bilindiği gibi polis devleti yasaların ve görünürdeki hukuk kurumlarının olmadığı yer demek değildir. Bütün bunlar vardır ve kağıt üzerinde de gayet gelişmiş bir görüntü verebilmektedir. Ne var ki işin uygulaması görünür bir uygunluk içerisinde istenilen keyfiliğe göre ayarlanabilir demektir. Bunu yapabilmeniz için ise bireyselliğini yitirmiş, tek elden istediğiniz gibi yönetebilmenize imkan verecek denli katı bir hiyerarşik bir polise ve daha önemlisi toplumda bunun karşılığı olacak denli bir otoriteleşmeye ihtiyacınız vardır.
Polis çalışanların sorduğu temel sorulardan biri, nasıl olacak da böylesine hiyerarşik ve anti-demokratik otoriterlik üreten bir kurum topluma demokratik –yani, herkesi eşit, özgür ve toplumun değiştirici siyasal öznesi kabul eden- bir anlayışla hizmet verecek meselesidir. Şimdi aynı şeyi genişletip, nasıl olacak da demokratik kazanımları ortadan kaldıran darbelere anti-demokratik bir otoriteleşmeyle karşı konulabilecek diye sorabiliriz.