Yarım asrın üstüne on sene daha eklenen hayatımda, fertlerinden biri ağır bir rahatsızlığa duçar olup uzunca zamandır iyileşmeyen ailelerde iki farklı ruh hali, duygu durumu ve düşünce biçiminin geliştiğine şahit olmuşumdur. Belki durum aslında şudur: Böylesi bir ağır sınanmaya maruz kalan her aile ve aile içinde de her bir fert bu iki farklı, dahası zıt duygu durumunu aslında beraberce yaşıyordur da, açığa çıkan ruh hali hangisinin galip geldiğine göre oluşuyordur. Neticede gördüğüm o ki, aynı ağır sınanma, iki ayrı aileyi veya aynı aile içinden iki ayrı ferdi birbirinin zıddı iki ruh haline yöneltebiliyor.
Nitekim belki onbeş yıl boyu çok ağır, amansız ve iyileşmesi imkânsız olduğu söylenen bir hastalığa maruz kalan çocuğu için bütün hayatının akışını hiç yüksünmeden değiştiren insanlar da görmüşümdür; daha kısa bir zaman diliminde ‘ölse de kurtulsak’ moduna girenlere de rastlamışımdır. İlkine de, ikincisine de sanırım hepimiz hayatın akışı içinde en az bir kez şahit olmuşuzdur.
Şu sıralar, böylesi bir durumda hastasının yaşama umuduna tutunan, doktorlar umut yok dese de kendisini yaşatma azmiyle sorumlu bilen insanlardan ziyade, hastası henüz hayatta iken zihninde ölümünü yazıp defin süreci ve sonrasının planını çıkarır surette gözüme gözüken insanlara dair kareler geçiyor zihin arşivimden.
Hiç unutamadığım birkaç örnek var.
Bir hasta düşünün ki, kendi başına yaşayabilir durumda olmadığından ailesinin vaktinin, enerjisinin ve servetinin bir kısmını ona ayırmaya mecbur olmasına karşılık, ölüp de gitmediği için bu durum aileye günden güne daha da ağır gelmeye başlamış. Ama öte yandan bunu açıkça dile getiremiyorlar, çünkü ‘âlem ne der?’ korkusu önlerine çıkıyor. İkircikli bir ruh hali yakalarını bırakmıyor: Bir yandan hissettikleri vicdanî veya sosyal baskı onları hastayla ilgili olmaya veya ilgili gözükmeye zorluyor, ama ölüp de gitmesinin kendileri için bir kurtuluş olacağı düşüncesi ve beklentisi de içten içe onları kemiriyor. Öldüğünde kısa bir hüzün seremonisinden sonra hayat daha kolay ve daha mutlu gözüküyor kendilerine. Ama yaşadığı sürece, elleri kolları bağlı hissediyorlar, kahrediyorlar, ama bunu dile dahi getirmeye çekiniyorlar.
İki ayrı ölüm sonrası sahnesi, daha dün gibi hâfızamda taptaze duruyor. Uzun bir hastalık evresinden sonra beklenen ölüm gerçekleştiğinde, taziye evinde üstlerinden büyük bir yük kalkmış insanların rahatlaması vardı âdeta. Şen şakraktı ortalık; bazıları hüzünlü konuşmalarla olup biteni gizlemeye çalışsa da, içlerinden fıkralar anlatıp kahkahalar atanlar dahi vardı.
Diğerinde ise, yıllarca bakım gerektiren uzun bir hastalığın ardından vefat eden annelerinin defni esnasında, evlatların özellikle biri neredeyse ağzı kulaklarına varır haldeydi. Belki benim gözlerim kötücüldür, belki ben çok yargılayıcı gözlerle bakıyorumdur, bilemem; ama annesini defnederken bir evlatta gördüğüm o ‘kuş gibi rahat’ hali hiç içime sindirememiştim. İçimde kabaran öfke o düzeyde idi ki, kendimi ‘empati’ye zorlayarak bu duyguyu teskine çalışsam da başaramamıştım.
Hayattan böylesi sahneler neden şu günlerde özellikle aklıma geliyor, zihnimden geçiyor derseniz; sezgilerim, 7 Ekim’den sonra işgal altındaki bütün Filistin’i kuşatan, Gazze’de ise soykırım şiddetinde devam eden İsrail zulmü karşısında Müslüman devletlerin yönetici elitlerinin tutumunun tam da böyle bir ruh hali ve düşünce biçimine karşılık geldiğini söylüyor da, ondan.
7 Ekim’in ayrıca bir muhasebesi gerekiyor elbet. Ama 7 Ekim’e durduk yerde gelinmediğini de, sonrasında ABD desteğinde İsrail’in işlediği hiçbir zalimliğin 7 Ekim üzerinden kendisine meşruiyet üretemeyeceğini de açık biçimde biliyoruz. Filistinlilerin, toprakları işgal altında bir halk olarak işgalciye karşı mücadelesinin meşruiyeti var; ama işgalcinin işgal altında tuttuğu topraklarda ne ‘kendini savunma’ hakkı var, ne de ürettiği böyle bir iddianın meşruiyeti…
Buna karşılık bir kısmı kendi ülkesinde iktidar oluşunu ‘Filistin’ söylemine borçlu olan Müslüman ülke yönetimlerini, sözün eylemle sınandığı yerde bu sınavdan alnının akıyla çıkar halde göremedik. ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin silah ve finansman desteğiyle İsrail’in bombaları Filistinli çocukların, evlerinde oturan insanların üstlerine yağarken, Müslüman dünyanın sözümona ‘en güçlü’ ve en geniş ölçekli örgütü olarak İslam İşbirliği Teşkilatı devlet başkanları düzeyinde toplanmayı nihayet başardığında Gazze’de onbinin üzerinde masum insan el’an öldürülmüş durumdaydı. İsrail’in bir hastaneyi de açıkça hedef aldığı ilk saldırılarının üstünden ancak bir ay geçtikten sonra toplanabilen liderlerin sonuç olarak yaptığı ise, yarımağız şekilde İsrail’i kınamaktan ibaretti. İhtimal ki, bazıları tam da İsrail’le ‘normalleşme’nin ve bunun üzerinden erdemsizliği Gazze’de olup bitenlerle iyice açığa çıkmış dünya düzenine sorunsuz şekilde dahil olmanın eşiğinde iken ortaya çıkan bu ‘nâhoş’ duruma hayli içerlemiş olsalar gerekti. Onların büyük gelecek planlarının yanında, Filistinlilerin yaşadıklarının bir parantezden öte ne kıymeti olabilirdi ki?
Her hâlükârda 7 Ekim’in üstünden geçen koskoca beş ayda Müslüman dünya yönetimlerinin yaptıkları ve yapmadıkları, Filistin’i aslında artık onların da bir ‘mesele’ olarak gördüklerini ve bu ‘mesele’yi geride bırakmaya kendilerini hazırlamış olduklarını, gelecek planlarını da buna göre yaptıklarını gösteriyor. (Belki de Hamas’ı 7 Ekim’deki harekâtına sevkeden, tam da bu durumu sezmek yahut görmek, devletlerce zaten kararlaştırılan bu durumun—bedeli ne olursa olsun—‘insanlarca’ görülmesini sağlamaktı.)
Beş ayın sonunda Filistin’de kaydedilmiş sivil ölümleri bugün otuz bini aşmış durumda ve enkaz altından çıkarılamayanlar ile bu sayının aslında daha da yüksek olduğu biliniyor. Gazze, bütün altyapısı ve sağlık sistemi çökertilmiş halde; ve engellenen yardımlar sebebiyle açlıktan ölümlerin başladığına dair haberlere her gün yenileri ekleniyor.
Durum buyken, Türkiye’den Mısır’a, Suudi Arabistan’dan Pakistan’a, Endonezya’dan İran’a, Müslüman dünyanın hükûmetleri, birkaç cılız istisna dışında, ne yaptı, nasıl bir inisiyatif geliştirdi, hangi zulmü engelledi veya hangi yaraya merhem oldu?
Bilakis, “Biz gidersek Gazze gider” diyerek en maksimalist söylemlerle insanların oyuna talip olan birileri, bugün Filistinlilerin üstüne bomba yağdırır ve onları açlıkla ölüme mahkum ederken bile İsrail’le devam eden ve hatta artan ticaretlerini inandırıcı olmayan samimiyetsiz, yanıltıcı, manipülatif ‘reelpolitik’ söylemleriyle meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Neden?
Çünkü kabullenilmiş bir durum var; içe dönük güya cesur söylemlerin aksine entegrasyonuna talip olunmuş zalim ve erdemsiz bir dünya düzeni var. Filistin bu düzene râm olan yönetici elitler için artık bir yük ve Filistin ölse aslında hepsi rahatlayacak. Vefat haberini aldıklarında durumu gizlemek için belki herkesten fazla ağlayıp ah vah edecekler, defin merasiminin en görkemli şekilde gerçekleşmesini temin ederek son vazifelerini lâyıkıyla eda ettiklerini düşünecekler ve sonra, “Hayat devam ediyor” duygusuzluğuyla ikbal meyhanesindeki yaşantılarını devam edecekler…
Benim gözlerim, olup biten karşısındaki bu kayıtsızlık, vurdumduymazlık, inisiyatifsizlik üzerinden, başta sözünü ettiğim ‘ölse de kurtulsak’ evlerindeki ikircikli duygu durumunu hatırlıyor. Bana öyle geliyor ki, Müslüman dünyanın mevcut yönetimleri gözünde Filistin, artık bir ayak bağından öte birşey olarak algılanmıyor. Halkların öfkesinden korkuyorlar sadece. Bundan kaçınmak için dilleri Filistin’in uğradığı mezâlime ah vah eder gözükse de, bu yönetimlerin büyük kısmı Filistin meselesiyle ilgili gelecek yatırımını ‘Filistin’ diye bağımsız bir entitenin geri dönüşsüz şekilde gayrimümkün hale gelmesine yapmış durumdalar; ve bu sayede dünyanın muktedirleriyle ilişkilerini ‘normalleştirdikleri’ mutlu mesut bir ikbal ve istikbalin hayalini kuruyorlar.
Deniz kurudu açıkçası… Halkların öfkesi olmasa, Filistin’in tamamının işgale uğradığı ve tek bir Filistinlinin orada nefes alamadığı bir istikbali dahi birileri “Olmasa iyi olurdu, ama yapacak birşey yok” soğukluğunda karşılayıp geçmeye dünden hazır vaziyette.
Ama onlara kötü bir haberim var. Şahidi olduğum aile öykülerinden birinde şöyle olmuştu: Ölüp gitse rahata erecekleri bir ‘yük’ olarak algıladıkları kişinin vefatının kısa zaman sonra, geride kalanlardan biri de çabucak alıp satan bir hastalıkla terk-i diyar ediverdi. Bir diğerinde ise, belki on sene bakımıyla meşgul oldukları kişinin ölümünden sonra, herkes kendi gelecek hesabı ve miras kavgasıyla darmadağın, birbirine küs ve düşman hale geldi.
Her iki öyküde de, bekleyenlerin vukua gelmesini hasretle bekledikleri olay gerçekleşti, lâkin beklentileri asla gerçekleşmedi…