Ana SayfaYazarlarBir süreklilik ve bir kopuş: Cumhuriyet Dönemi

Bir süreklilik ve bir kopuş: Cumhuriyet Dönemi

 

Metin Heper “aşkın devlet” geleneği tarihsel bir perspektifken hareketle bunu ayrıca kategorilendirir: “Birincisi padişahta yapılanan ılımlı  aşkıncı  devlet geleneğidir ki buna özellikle Osmanlı’nın Yükselme Devrinde ve II. Mahmut’un saltanat yıllarında rastlanır. İkincisi ise, bürokraside yapılanan aşkıncı devlettir ki, bunun da örneği Tanzimat Dönemi’nde görülür.”

 

Böyle bir strüktür ve kültür içinde toplumsal hoşgörü, siyasal etkinlik duygusu, başkalarına güven, siyasal ve toplumsal kurumlara güven gibi demokratik ve sivil toplumcu siyasal & toplumsal kültürün çekirdeklerini görmek bir hayli zordur. Zira vülgarize ederek ifade ettiğimiz, yöneten-yönetilen ilişkisinin toplumsal muhayyilemizde yatan izdüşümü; yöneten-itaat eden ilişkisidir.

 

Toplumsal-kolektif hafızamızda yer eden soyut ve kutsal devlet kavramı, bu itaat kültürünü meşrulaştırıcı  ve besleyici bir işlev sağlar. Devletin siyasal alanı bu derece genişletmesi karşısında sivil toplumun alanının daralması şaşırtıcı bir gelişme değildir. Toplumun devlete karşı bir “fesad” yuvası  olarak düşünüldüğü ̈ anlayışı, Cumhuriyetle geçişle merkez-kaç hale gelmemiş; tek parti dönemi, söz konusu anlayışın ‘modern’ kurum, kavram ve kurallarıyla sürdürülmesi şeklinde tezahür etmiştir.

 

Çok-partili dönem ise, devlet iktidarının sembolize ettiği Merkezde siyasal bir parçalanma (özellikle Demokrat Parti iktidarıyla) olarak, toplumu ön plana getiren bir hareket olmuştur; ama bunu yaparken bu kez devlet “topluma karşı fesad”ın kaynağıdır anlayışının tohumlarını ekmiştir.

 

Neredeyse periyodik olarak yapılan askeri müdahaleler örneğin, 27 Mayıs 1960 müdahalesinin, artık değişmez bir düzenin korunmasıyla özdeşleştirilen merkez ile çevre arasındaki kopukluğu vurguladığını imler bu anlayışı daha da koyulaştırmış ve nihayet varılan ve yaygınlaşan; bugün de hâkim olan anlayış; “demokrasinin konsolidasyonunun”, devleti dışlayan bir toplum örgütlenmesine bağlanması olmuştur.

 

Dolayısıyla, devlet-toplum arasında kadim olan gerilim ve gerilim potansiyeli etkisini devam ettirmiş; Türkiye’de demokrasiyi geliştirme mücadelesi de, bu bakımdan, basit olarak “toplumdan yana olanlar” ile “devletten yana olanlar” arasındaki çatışma/karşı karşıya gelme’ye(a) indirgenmiştir.

 

Osmanlı’nın çöküş döneminin ardından, 1923 ile kurulan Cumhuriyet ve onun kurucu ideolojisi Kemalizm, toplumsal değişim kuramları içerisinde hatırı sayılır bir yere sahiptir. Bir anlamda Türk modernleşme tarihi için mihenk taşı  sayılabilecek bu yeni ve kendisinden önceki düzenden kalın çizgilerle ayrılan – bir o kadar da benzeşen-atılım toplumsal ve kültürel alanda Batılılaşma tarihinin de bir tezahürüdür. Ancak Şerif Mardin’in vurguladığı gibi bu toplumsal değişim kavramsallaştırılıp devletin rolü ve toplumun konumunun tanımlandığı bir topluma bakış yöntemi çevresinde gerçekleştirilmek istenmiştir.

 

Bu sebeptendir ki, Kemalizm bir nevi topluma bakış ve toplumu çözümleme yöntemidir. Bu bağlamda Kemalizm’de, topluma genel bir bakışı öncülleştiren ve makro değerlendirmelerle günlük yaşamın dinamiklerine yönelmeyi amaç edinen bir projenin izlerini sürmek mümkündür. Ancak, bu yapı Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devletin topluma bakış  anlayışından ayrılmakla birlikte – sultanın tek güç ve Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak alınması  – benzer olarak devletin toplum nezdinde öncül ve karar verip uygulayan yegâne mekanizma olması  neticesinde toplum devlet erki tarafından tanımlanan bir topluluktan öteye geçememiştir.

 

Buradaki öteye geçme fikrinden kasıt, elbette bir Batılılaşma projesi olarak Batı dünyasının sivil haklar ve sivil toplum fikrine yapmış olduğu vurgudur. Bunun yanı sıra devlet toplum ilişkisinin temel bir yansıması devletin öncüllüğü ve toplumun ikincil planda ulus-devlet olarak tanımlanması gibi bir değer kazanır.

 

Bu noktada devlet Şerif Mardin’in de ifade ettiği üzere “devletin öncüllüğü ilkesi” çerçevesinde bir kurum olmasının yanı sıra aynı  zamanda toplumu tanımlayan bir siyasal ilke, yeni yeni filizlenmeye başlayan bir felsefi konum olarak da anlam bulur. Keza, hâkim ve aktif bir devlet karakterinin ulus ile birleşme idealinden bahsetmek yanlış olmaz.

 

Buradan hareketle denilebilir ki: “Devlet, toplumsal değişimin aktif öznesi, toplumsal yaşamın planlayıcısı, güvencesi ve dönüştürücüsüdür.” Bu noktada, Batılılaşma denilen hadise salt Osmanlı dönemi “geleneksel” toplum anlayışının Batı’nın normları  çerçevesinde “modern” topluma geçişinden ziyade, devletin mutlak egemenliği ölçüsünde ulus-devlet merkezli olarak dönüştürmeye tekabül etmektedir.

- Advertisment -