[26 Ocak 2020] Çok kısa bir not, son Türkiye manzaraları karşısında.
Elazığ’da feci bir deprem oldu. Merkezin kırsal alana denk gelmesi ve köylerin de iç göç sonucu önemli ölçüde boşalmış olması, yüzler ve binlerle sayılacak bir can kaybına yol açmadı. Gene de son haberlere göre ölü sayısı 31’i bulmuş. 1000’den fazla da yaralı var. Gerçi gördüğüm kadarıyla iyi bir yardım seferberliği var. Ama felâketi hafifsemek mümkün değil. Kimsenin zil takıp oynayacak hali yok. Tersine, hayatta kalanların işi çok zor. Hava soğuk. Eksi 10. Evleri yıkılanlar çoluk çocuk çadırlarda.
Hal böyleyken, Sivrice’de bir CNN muhabiri, züccaciye dükkânına giren fil misali, olanca hamlığı ve sürekli bağıran sesiyle dalıyor depremzede çadırlarından birine. Bizde, daha çok spor müsabakalarında, kazanılan yarışların sonunda yapılan klişeleşmiş bir röportaj türü vardır. Gazeteci, önceden bilir atlete ne dedirtmek istediğini. Adam faraza Balkan kros şampiyonu olmuş. Misal, yıllar yıllar önce Mehmet Yurdadön, inişli çıkışlı İstinye parkurunda. Ter içinde ve nefes nefese, 10-12 kilometrenin sonunda. Henüz üzerine eşofmanını bile alamamış. Lâkin muhabir iman ve insaftan nasibini alamamış. Dayıyor mikrofonu burnuna: “Şu anda neler hissediyorsunuz, çok mutlusunuz değil mi, mutlu olmalısınız…” Buna benzer lâflar. Biraz olsun beklemek yok. Yarışın nasıl geçtiği, rakipleri, zorlandığı noktalar, derecesi vb hakkında, gerçekten sporla ilgili şeyler sormak da yok (muhtemelen bilmez ve anlamaz). Sadece (Shakespeare’in Venedik Taciri’ndeki tefeci Shylock misali) “yarım kilo et”inin (his pound of flesh) peşinde. Nitekim kesip alıyor da istediğini (mealen): “Tabii, milletim, bayrağım ve ay-yıldızlı formam adına şampiyon olduğum için çok mutluyum.” Bütün mesele bu çünkü. Hizaya sokmak. Her seferinde resmî çizgiyi bir kere daha tekrarlattırmak.
Elazığ’ın Sivrice’sinde olan, bunun bin beteri, on bin beteri, yüz bin beteri. Zira adını ağzıma almak istemediğim o CNN’ci, yerli ve millî nakaratımızı bu sefer bir yardım çadırında yatanlara söyletmeye çalışıyor. Ne bir kederi paylaşmak var, ne bir üzüntü, ne bir gönül alıcılık. Sanki miting meydanında, iktidara gönül vermiş kalabalıklara hitap ediyor. Yerde uyuyan çocukların üzerinden, uzatıyor mikrofonu yaşlı kadına; bir hal hatır dahi sormaksızın, başlıyor alabildiğine yüksek sesle: Oh ne güzel, rahat rahat uyuyorlar. Çok mutlu olmalısınız, değil mi? Çok mu korkmuştunuz o sırada? Nerede o korku, nerede bu mutluluk! Sayın dinleyiciler, bir o deprem korkusu, bir de şimdiki şu mutluluk. Korkmuşlar, ama şimdi mutlular işte. Bakın şu mutluluğa… Böyle böyle, iki dakikadan az bir süre içinde belki on kere geçirmeyi başarıyor “mutlu/luk” sözcüğünü. Sadece bir kere seyredebildim ve tiksindim, içim bulandı; birkaç defa daha dinlesem kelimesi kelimesine yazacağım ama o kadarına tahammülüm olmadığı için, hatırımda kaldığıyla aktarıyorum bu kadarını.
Efendim, pişmanmış. Kaç para eder? Sorulmaması gereken bir soru sormuşmuş. Vah vah. Ya o dakikalarca süren ısrar nedir? Duygusuzluk. Kütlük. Nâdanlık. Âdâb, vicdan, merhamet nedir bilmezlik. İnsanlığın kıyısından geçmemişlik…. Her şey siyasete indirgenirse, her şey mekanikleşir ve araçsallaşırsa, her şey tırmanıcılık oportünizmine dönüşürse, sonuç işte buna varıyor.