Ana SayfaYazarlarDünkü ve bugünkü Batı’yı anlamak için üç kavram: Regnum, Ecclesia, Studium-3

Dünkü ve bugünkü Batı’yı anlamak için üç kavram: Regnum, Ecclesia, Studium-3

 

Ecclesia

 

Batı’yı anlamadan yola devam etmek her şeyden önce ilmin şekil şartlarına mukabil değildir. Bu yüzden öncelikle Batı’yı Batı yapan kurumların ve kurumlara formellik atfeden aklın anlaşılması gerekir. Batı’nın anlaşılmasında eleştiri yöntemi kullanılabilir; ancak farklı bir davranış biçimi olan tahkir ile zemmetmek eleştirel bir yaklaşım metodu olarak kabul edilmemelidir Tüm kötülüklerin banii ve olumsuzlukların kaynağı şeklinde bir ön kabulle işe girişmek ise baştan hüküm verilmesine yol açar. Oysa süreci kadük bırakacak bir yargılamadan uzakta durmanın anlamak bakımından paha biçilmez yararlı olacaktır. Batı’yı anlamak, tüm kabullerden uzakta, onu neyin inşa ettiğinin anlaşılmasına bağlıdır. Hep yapıldığı üzere bina, araç ve gereçler sadece sonuç olduklarından dikkat kesilmek gereken yerler değildir. Mesele nasıl düşünüldüğünün keşfidir. Keşif, düşünsel kodların aranıp bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Mümkünün cevabı ise bir kurum nasıl ve hangi nedenlerle kurulup yaşatılıyor, nasıl tahkim ediliyor, sorunlar neden ve ne için çözülüyor, sorularında gizlidir.

 

Batı aklının düşünme ve metafizikle birlikte fizik dünyayı şekillendirmede, önce kurduğu sonra da sürekli müracaat ettiği kamusal aklın görünmez muhkem ayaklarından birini regnum diğerini de ecclesia kavramı oluşturur. Batı dışındakiler için ruhbanlıkla tanımlama kolaylığına kaçılan ecclesia genel olarak kabul edildiği şekliyle Kilise de değildir. Ecclesia bambaşka bir kavram, tefekkür yöntemi ve uygulama alanıdır. Uzun yüzyıllar boyunca işlenerek geliştirilen ortak bir akıl, teslis ile şekillenmiş girift anlama ve biçimlendirme mekanizmasıdır. Oysa kelime Batı dışı kültürler tarafından anlaşılmasının zorluğundan kaynaklı bir nedenle sadece din ile bağlantısı kurulup ruhbanlıkla ilişkilendirilerek öylece bırakılmıştır.

 

Kelime, İncil’in yazım dili Yunanca olması yüzünden bu lisandan gelmektedir. Çevirilerden kaynaklı kimi problemleri yüzyıllardır tartışılıyorsa da Yunanca’daki tam ve eksiksiz anlamı çağırmak, davet etmek demektir. Açıkçası, aşağıda dile getirileceği üzere şehre yönelik bir yönetim mekanizması olması bakımından ecclesianın toplanma ile ilişkisinde şaşılacak bir yan da yoktur. Çünkü Antik Yunan şehir devletlerinde insanlar şehrin işlerini görmek üzere karar almaya çağırılır, davet edilirlerdi. Diğer bir deyişle ecclesia sivil bir yönetimin karar almak için vatandaşların meclis halinde toplanmaları anlamında kullanılırdı. Sivil niteliği kelimenin ilk ve temel anlamı bakımından mühim addedilmeli ve bir kenarda tutulmalıdır. Ayrıca ileride Hıristiyanların herhangi bir politik gücün sınırları içinde olmaması, hatta, otonom bir nitelik taşıması da bahsi edilen sivilliğin güçlü köklerini oluşturur. İmanlıların Hz. İsa’nın öğretileri altında toplanmaları merkezi bir güce itaat etmeleri şeklinde algılanamaz. Ecclesianın klasik anlamı bu da değildir. Aksine ecclesianın insanların sivil bir alan oluşturmaları ve toplanmaları şeklinde anlaşılması daha uygundur. Ayrıca ecclesia kelimesi bu sözlük anlamının dışında semantik olarak temel iki manaya daha sahiptir. Bunların ilki bugünkü fiziksel anlamda bilinen kilise yapısına, ikincisi ise Hıristiyanların oluşturduğu ve ümmetten çok onların yaşadıkları manevi dünyaya delalet eder. Her iki kelimenin kendi içinde ayrıca ikili bir yapısı daha vardır. Bu bakımdan ecclesia kelimesi doğal olarak katmanlı anlamlar dünyası şeklinde anlaşılmayı gerekli kılar. Hıristiyanlar için dünya üzerinde nerede olurlarsa olsunlar bir bütünü oluşturdukları gibi evrendeki birliğinin de kendisidirler. Kilise anlamında kullanımının antikiteye dek götürülmesi de mümkündür. Eski Yunan şehirlerinde ecclesia, doğrudan demokratik uygulamalarla şehre ait kararların alınması için bir araya gelmiş şehrin özgür vatandaşlarının oluşturduğu meclistir. Buradan çıkan sonuçla ibadet için bir araya gelen Hıristiyan inananların kendisine de doğrudan bir içerik göndermesi mevcuttur. Yunan sonrası inananlar bütünü ise Christendomdır.

 

Bugünün Batı ve aklını kurumsal bir biçimde değiştiren dönüşümler iki bin yıllık bir sürecin neticesidirler. Din üzerinden gerçekleştirilen tartışmalar bünyesine zamanla dünyevi olanı da dahil etmiş ve yolunu bu şekilde sürdürmüştür. Zaten bu yüzden ecclesia uzaktan bakıldığında dünyevi ve uhrevi olmakla ikili bir kimlik görüntüsünü sezdirir. Oysa dışarıdan bakanlar ve o bünyeye mensup olmayanlara zahir olan bu ikilik mensupları bakımından eklektik tarzda işlenmiş bir tekliğe delalet eder. Sırf bu nedenle izahının ve anlaşılmasının zor olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden Batı’nın ve onu oluşturan olguların anlaşılabilmesi dışarıdan kimselere kolaylıkla mümkün olamaz. Diğer taraftan bu olgular üzerinde durmadan ve tartışmadan da Batı anlaşılmaz.

 

Batı, Hz. İsa’dan önce de vardı ve kendi kurallarıyla yaşam sürmekteydi. Kuzeydeki milletler barbar geleneklerine sahip olduğu gibi güneydekiler de tarihin gördüğü köklü kültürlerden olan Roma ve Yunan gibi iki önemli formu kullanıp yaşattı. Zaten Reform ve Rönesans’ın öncesinde her bir gelenek formu tekrar gündeme getirilerek yaşama dahil edilmeye çalışıldı. Keza Batı’nın ilk başarılardan biri de tarihte kalmış gelenekleri ve biçimleri tekrar işleyerek güne ve günün yeni kurumlarına uyarlayabilmesi oldu. Uyarlama hareketinde ilk göze çarpanın din ve dünya güçlerinin çarpışması gösterilmiş olsa da çarpışmanın bir halita olarak algılanması daha doğruydu. Buna karşın genel kanı ve genel yaklaşım dini güç ile dünyevi güç arasındaki mücadelenin köklü ve yıldırıcı bir biçimde sürdürüldüğü şeklindedir. Ancak bu yaklaşım Batı’nın kendi bünyesinden değil de dışından hasıl olduğu için kısıtlı ve eksik olarak tavsif edilmeyi daha çok hak etmektedir.

Batı’nın bizim bugünkü dinilik ve sekülerlik anlama biçimimize göre ilk ve en esaslı çözüm bulması gereken alan ve belki de husus, insan tahayyülü olan manevi [sacerdotium] ile maddi [regnum] varlık alanları arasındaki dengeyi kurması olmuştur. Avrupa’daki bitmez tükenmez Kilise ve kraliyetler arasındaki tartışmalar ve yetki meseleleri hep bundan kaynaklanmıştır. Belki durumu anlamak açısından sadece papalık tarihi bile örnek olarak gösterilmeye yeter zenginliktedir. Ancak derunilik söz konusu olduğunda ecclesia aşağıda da görüleceği üzere maddi anlamdaki bu tartışmaların çok üstünde bir tefekkür alanına karşılık gelmiştir. Kapsama biçimi nedeniyle dini görünse de ecclesia dindışını da kapsayıp hepsinin üzerinde bir alana dönüşmüştür.

 

Batı aklının ana kurucu öğelerinden olduğunu düşündüğüm Aziz Augustine aslında ve bir bakıma ecclesia kelimesini kullanırken kavramın değişik açıklamalarını da yapmış bulunuyordu. Bu açıklama ve tanımlamalar bize yol açmaktadır. Öyle ki farklı eserlerinde değişik anlamlara büründürdüğü ecclesia artık hikmetinden midir yoksa hakikatinden mi, Batı aklının en derinlerine sinmiş haldedir. Sıklıkla tercih ettiği ecclesialar ise ecclesia peregrinans, ecclesia civitas Dei ve ecclesia ab Abel’dir. Bu üçlü yapı ile Aziz, hem klasik hem de Modern Batı’nın temel kurum ve kaidelerinin kurulmasına ilişkin zihni haritayı ortaya koymuştur. Onun bu girişimi daha sonra senteze varacak şekilde köklendirilmiştir. Köklenecek fikirlerin bir aslı, bir de ikili doğası bulunmaktadır; ikili doğa hem çetin hem de derindir.

 

Ecclesia peregrinansın kullanımı aslında mutasavvıfların kullandığı benzer ifadeleri hatırlatmaktadır. Bu tamlama ile Aziz Augustine insanın dünyada yalnız olduğuna işarette bulunur. İnsan dünyaya yabancıdır ve ziyaret edici bir kimliğe sahiptir. Çünkü dünyaya gelerek Yaratıcının sanatını müşahade eder ve muvakkat seyahatiyle hamda muvaffak olur. Yaratıcısını onun yarattıkları ile görür ve tanır. Ancak onun bu hali geçicidir. Bu yüzden de kendisi dünyaya yabancı ve bir seyyahtır. Öyle olunca bu şahitlik etme durumu bir bütün içerisinde hem fiziği hem de metafiziği birleştirir. Bir bakıma dünyayı hem aklen hem de maddeten görünür kılar.

 

Aziz Augustine ecclesia civitas Dei’de başlı başına dünya hayatını bir kurmaca şeklinde teşekkül ettirir. Bu adda yazdığı kitapla da Hıristiyanlığın öğretileri ile onun muhalifi gibi görünen dünyevi olanın nasıl bir araya getirileceğinin yöntemlerini sistematize eder. Aziz’in aklen inşa ettiği şehir Yaratıcının Şehri’dir. Dünya şehri, kuşkusuz kurum ve kuralları ile bir düzenin kendisine karşılık gelmektedir. Tüm dünyevi güçlerin ilahi güç karşısındaki yeni tutumlarının belirlendiği ve adeta Batı dünyasının yeniden kurulduğu bir durumun tahlilidir. Aziz’in aklından geçip yazılı hale gelen bu şehir, ütopik değildir; bahsi edilen şehir hakikattir.

 

Ecclesia ab Abel ise Aziz’in kurmayı muştuladığı dünyanın görünen kısmına delalet etmektedir. Abel diyerek bu dünyanın dünyalık kısmı görünür kılınır. Abel Müslümanların dilindeki Habil’dir ve Kabil’in kanını döktüğü ilk insandır. Kanı dökülmüş insan ölümlüdür ve ona verilen zaman boyunca bunu hatırlamalıdır. Gökten yeryüzüne indirilmiş olan insanoğlunun ilk sınavıdır aynı zamanda. İnsanın düşünsel zaafları onun meleklere has dayanma gücünü de ortaya koyar. Ne var ki bir arada yaşamak bakımından acclesia ile dünyevi yanının ortaya konduğu görülür. İnsanların bir arada olma ve dolayısıyla yaşama hallerine de bir işaret mevcuttur. Ecclesia bu bakımdan bir düzen ve dünyaya ait mesellerin anlatımıdır. Aziz’in yukarıdaki tanımlamalarından Orta Çağ’ın libertas ecclesiası ortaya çıkmıştır. Öyle ki bununla aslında özün ve vicdanın ya da sağduyunun özgürlüğü ifade edilmekteydi. Çünkü özgürlük bir şekilde hükümranlıkla eşdeğer görülmekteydi. Dolayısıyla hükümranlığın iki yüzü bulunur. İlk yüzünde kişi kendi özgürlüğünü ortak özgürlük alanına katarak tek özgürlük alanı oluşturur. Dahası bununla birlikte kendisine dolaylı bir şekilde hükümranlık alanı açar. İkinci yüzündeyse birlik içinde otonom alanların yeniden inşası sağlanır. Makul görünmese de ikili yapı çoğunluk himayesinde bir çoğulculuk alanının açılmasına neden olmuştur.

 

Ecclesianın aslında ideal yönetim, farklılıkları dengeli bir biçimde bir araya getirme ve ideal halita şeklinde tasvir edilebilmesi de mümkündür. Bu yüzden insanlığın keşiflerinden biri şeklinde de telakki edilebilir. Batı örneğinden yola çıkıldığında ecclesianın kilise, meclis ve merkezileşme ile ilgisinin olması tabiidir. Ecclesianın öncelikle sivil bir organizasyon olarak ortaya çıkmasının tarihi kökleri çok ötelere götürülebilir. Ancak sivil yapının siyasileşmesi Aziz Pavlus eliyle olmuştur. Ecclesia siyasileştiği için bugün Batı dini yanıyla örtüştürülmeye çalışılmaktadır. Belki sürecin doğal bir seyir şeklinde anlaşılması da gerekecektir. Zira Aziz Pavlus’un siyasi organizasyonu dini bir biçime dönüştürmesi baskınlığın ağırlık noktasını oluşturmuştur. Sonrasında tıpkı eski Yunan şehir devletlerinde olduğu gibi sinodların görev alanlarının peyderpey ilerletilmesi ve parişlere doğru paylaştırılarak genişletilmesi de bundandır. Diğer yandan yukarıda yapılan tartışmalara ek olarak ecclesia aynı zamanda bir birlik ifade ettiğinden bir toplum sözleşmesi şeklinde anlaşılmayı da hak etmektedir. Bu ise meselenin çok yönlü izahıyla ilgilidir.

 

Ecclesianın ilk kullanımında anti demokratik bir görünüm arz etse de aslında farklı bir çizgiye sahip olduğu hatırlanmalıdır. Aslında bu durumun altında toplumsal sınıflandırmayı mümkün kılan bir kanı söz konusudur. Dikkatlice bakılırsa eğer, ecclesianın ilk örneğinin içinde, dolaylı olmayı ifade eden bir temsili idare görünür kılınır. Bu tespitten yola çıkarak ecclesianın Batı aklında yol açtığı dönüşümün bugünkü Batı kurumlarının temelini ve zeminini inşa ettiği iddiasında bulunulabilir. Ecclesianın, karmaşık görünen iki doğayı bir araya getirmesi yanında geçmişle geleceği de dengeli bir biçimde olgunlaştırması dikkat çekicidir. Dini kökenli bir unsur ile dünyevi olanın bu derece ehlileştirilerek birleştirilmesi Batı kurumlarında 16. yüzyıl sonrasında başarılı işler yapmasına vesile olmuştur. Bahsi edilen bu ehlileştirmenin en önemli örneklerinden biri üniversitelerdir ve üniversiteler de diğer Batılı kurumlarda olduğu gibi ikili doğayı özenle muhafaza etmektedir. Protestan ahlakı ise Batı dışında genel kabul gördüğü üzere hem Hıristiyanlığı hem de Katolikliği örselemek şöyle dursun en güçlü biçimde tahkim etmiştir. Hem üniversite hem de burada sayılmayan pek çok Batılı kurumun ise 16. yüzyıl sonrasında dünya için temel kurumlar haline dönüştürmesi de bundandır. Bu çerçevede Batı aklının Aziz Augustine, diğer Kilise Babaları ve regnumun ecclesia ile imal ettiği üç önemli unsur şunlardır. Öyle ki, Batılı kurumlar bu unsurlardan kökleşmişlerdir. Bu unsurlar, ruhban sınıfının ihdası, dünyayı kapsayacak bir yönetim anlayışının inşası ile sekülerizmin keşfidir.

 

Ruhban sınıfının ihdası ile ecclesia aslında yeni bir vatandaşlık tanımı getirmiştir. Tesis ettiği vatandaşlık kavramının kurucu unsurlarda da görüldüğü üzere ikili bir doğası söz konusudur. Doğasının ilki, uhrevi anlamdaki Kilise’ye mensubiyetin ifadesidir. Hem kulluk hem de vatandaşlık ilişkileri birbiriyle alakalı bir hale gelir. Haklar ve ödevler ise kendiliğinden kabul edilmiştir. Dünyaya taalluk eden vatandaşlık ise bir düzen ve kanun formunun üretilmesini zorunlu kılar. Öyle ki gündelik ilişkilerin düzene konulması için bu gereklidir. İhtiyaç duyulan kaynaklar hem din hukukundan [canon law]  hem de Roma’dan tevarüs edilen kamu hukukundan [civil law] çıkarılarak kullanılır hale getirilmiştir. Bu yüzden vatandaşlık hem dünyaya hem de dünya dışındaki yaşama dair bir bağlılık formu yahut sözleşmesi olarak geliştirilmiştir. Birlikteliğin olduğu yerde manevi olduğu kadar da maddi bir düzen ve hiyerarşinin kurulması da icap eder. Bunun için bir yönetim erki ve hiyerarşik yapılanma kendiliğinden ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Ruhban sınıfı denilen yapı bunun bir sonucudur. Dini olmaktan çok dünyevidir ve devlet gibi son derece somut bir enstrümanı bile yakından ilgilendirmektedir. Hiyerarşik düzenleme ve tasnifin kendisi ise insanlar arasında bir ayrımcılığa değil ancak sınıflaşmanın oluşmasına yol açar. Meritokratik düzen içerisinde Batılı kurumlar ruhbanlığın bu tür yansımalarıyla şekillenmiştir. 12. yüzyıldaki Gregory Reformları tam da bu sonucu doğuracak şekilde yapılmışlardır.

 

Ecclesianın ikinci iddiası ise tek bir dünya düzeninin inşasıdır. Bu düzene kısaca ekümeniklik denilir. Çünkü dünya bir bütündür ve bu bütünlük fiziki anlamda kullanıldığı üzere Kilise binasında kendisini bulur. Dünya da Kilise yapısında olduğu üzere bir ecclesiadır. Mümin olsun ya da olmasın yeryüzünde yaşayan herkes ecclesianın şemsiyesi altındadır. Bu yaklaşım biçimi diğer saiklerin de eşliğinde 15. yüzyıldan sonraki Avrupa’nın genişlemesiyle sonuçlanmıştır. Kaşiflerin daha önce gidilmemiş ve kayda geçirilmemiş yeryüzü parçalarına Kilise adına el koymaları ve krallarının adların vermeleri hep bundandır. Yeryüzünde ayak basılmamış yer ve ecclesianın götürülmediği parça kalmamalıdır. Bu yaklaşımın da iki yüzü bulunmaktadır. İlki ecclesianın dünyayı sınırları göreceli olan ülkeler şeklinde değil de tek bir vatan olarak görülmesine yol açmıştır. O yüzden maddi anlamda üretilen tüm kurum ve kurallar bu iddianın etkisiyle küresel bir nitelik arz etmektedir. İddia budur. İkinci husus ise ecclesianın küresel nizamla temin edilmesidir. Küresel nizam koyma isteği hukuku oluşturur. Trent Konsili’nde alınan kararlar ve sonraki papalık emirnameleri yahut Cizvit hareketinin dünyanın her bir köşesinde aktif bir siyaset izlemesi hep bu yaklaşım yüzündendir.

 

Çalışmanın, dinlenmenin, terennümün ve diğer insani eylemlerin birbiriyle ilişkili, hatta, senkronize olması elzemdir. Dünya tek devlettir ve ona uygun olarak idaresi gerekir. Bu yaklaşımın kilit gerekçe ve tabiri ecclesiadır. Ecclesia ise iddiası yüzünden hem devlet hem de dini kurumla yakın ilişki içindedir. Bu durum ise hem ruhban sınıfının ihdasını hem de sekülerizmin keşfini içine alacak şekilde gelişmiş bir bürokratik yapıyı doğurmuştur. Bürokratik düzen ise evreni kapsayacak bir yapılanma anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra farklı düzey ve formlarda da olsa düzen, bürokrasinin olmasını zorunlu hale getirir.

 

Sekülerizme geç bir örnek olması bakımından 8. Henry’nin Anglikan Kilisesi’ni ihdası misal verilebilir. Zira Kilise ile girişilen bir anlaşmazlığın bir bütün olarak yeni düzen kurmak ve devam ettirmekle bir alakası bulunmalıdır. Keza ecclesia bilindiği ve kabul edildiği üzere dini kisvesinin dışında ayrıca sekülerlik kisvesini de taşır. Bu kisve sanılanın aksine ecclesianın dini kisvesinden önce gelir ve ecclesiaya asıl rengini veren unsurdur. Dolayısıyla ecclesianın ve dahi sekülerzmin en önemli keşiflerden biri olduğu söylenebilir. Papa 4. Adrian ile Frederick Barbarossa arasındaki ilişki, yönetimin içeriğine ve daha sonra alacağı niteliğe bir vurgu olarak hatırlanmalıdır. Modern Batı Barbarossa’nın açtığı yoldan ilerlemiştir. Sekülerizm Batı aklı için devlet ve din arasında konulmuş olan sınırın kaldırılması, kabul edilenin aksine manevi olanla maddi olanın bir bünyeye intikali anlamlarında kullanıldığı iddia edilebilir. Tek bir bünye sonuç olarak denge anlamına gelir. Vatandaşlığın ilanı ve bunun genişletilmesi böylece bir bütünün parçası olmak durumunun tesis edilmesi sekülerizmi meydana getirir. Bu tercih açıkça lokalde üniversalliği ortaya çıkarır. Keza ruhbanlık bürokratik düzeni ve bunun yanı sıra sekülerizmin keşfiyle uzmanlık ve ihtisaslaşmayı da zorunlu hale getirmektedir. Dolayısıyla eğitimin teknik kısmını ortaya koyar.

 

Ecclesia yukarıda da tartışıldığı üzere ne sadece din ne de sadece dünyaya müteallik bir kavramdır. Ecclesia, teknik anlamda Hz. İsa’da kendisini bulan ikili doğanın tek vücutta bir araya getirilmesidir. Bu yüzden geniş anlamda bir düşünme biçimidir. Fizik ve metafizik dünyaya ait gereklerin bir potada eritilip tek bir düzen kurma arayışlarının logos halinde görünür olması ve adlandırılmasıdır. Teslis ise bu mücadelenin sonucudur. Ecclesia kurum ve kuralları ile toplum içine nüfuz etmiş ve düzenin temel parametrelerini şekillendirmiştir. Bugün yerleşik bir hal almış görünen seküler ve dini ayrımının yanıltıcı olduğunun tekrarı gerekir. Bu yüzden Batı aklında doğaların ayrılığından değil birliğinden bahsedilebilir. Varlığa ait düzenin ve bunun içinden çıkan toplumsal düzenin bölünmüşlüğü değil sentezi mümkündür. Ecclesia ise doğaların üstünde bir varoluşa delalet eder. Öyle olunca bugünkü Batı’yı ruhbanlık, dinilik ve benzeri kavramlarla tanımlamak yetersizdir. Bu yüzden ne Batı’yı ne de kurumlarını kötülemek anlamak bakımından bir sonuç verebilir. Anlamak için ecclesia gibi başka kavramlara dikkat kesilmek iyi bir başlangıç olabilir.

- Advertisment -