Kara Harp Okulu’nun 30 Ağustos günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılımıyla yapılan mezuniyet töreninde “tarihî” diyebileceğimiz bir olay oldu.
Törenin resmi kısmı sona erdikten ve devlet erkânı alandan ayrıldıktan hemen sonra, mezun olan teğmenlerin bir kısmı törenin yapıldığı çim sahanın ortasında toplandılar.
Olayı izlediğimiz görüntüler amatör bir kameranın amatör bir açısından çekildiği için, toplanan teğmenlerin tam sayısını seçmek mümkün değildi.
Ancak 300-400 kişilik bir mezun grubunun toplandığı görülebiliyordu. Bu, bir yandan azımsanmayacak bir sayı anlamına gelirken bir yandan da, mezun teğmen sayısının 960 olduğu dikkate alındığında, mezunların tamamını içermediğini gösteriyordu.
Toplanan öğrenciler, önce “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı attıktan sonra, mezun teğmenlerden birinin önderliğinde bir and içtiler.
Önderlik eden teğmen, Harp Okulundan birincilikle mezun olan Teğmen Ebru Eroğlu idi.
Bu toplanmadan bir saat kadar önce, törenin resmi kısmında, tören programının sunucusu şu duyuruyu yapmıştı:
“Dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu’nun konuşması ve mezun olan teğmenlere and içtirmesi.”
Bu duyuruyla birlikte kürsüye çıkan Teğmen Ebru Eroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde bir konuşma yaptı ve konuşmasının sonunda da teğmenlere bir and içtirdi.
Dolayısıyla Teğmen Eroğlu, teğmen arkadaşlarına bir saat arayla iki ant içtirmiş oldu.
Ancak “bu” ant, törenden sonra yaptıracağı “o” antdan farklıydı.
Teğmen Eroğlu’nun Cumhurbaşkanının önünde içtirdiği ant metni şöyleydi:
“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim.”
Bu and metni, 1961 tarihli İç Hizmet Kanunu’nda yer alan “resmi” bir metin.
İç Hizmet Kanunun 37. maddesi “Silahlı Kuvvetlere katılan her asker ant içer. Ant sureti aşağıdadır” dedikten sonra bu metni veriyor.
Bu metin, kanundan anlaşılacağı üzere, erler dahil olmak üzere, her askerin silahlı kuvvetlere katılırken içeceği ant.
Harp Okulu’ndan mezun olan subaylar, bu andı, Harp Okulu birinci sınıfına başlarken içiyorlar.
Başka bir deyişle, teğmenler silahlı kuvvetlere Harp Okulu birinci sınıfına başlarken katılmış oldukları için, bu andı zaten dört sene önce içmiş durumdalar.
“Geleneksel olarak” ise başka bir uygulama bulunuyordu.
Bu geleneksel uygulamaya göre, Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarından mezun olan teğmenler, mezuniyet törenlerinde ve üstelik törenin resmi kısmında, adına “subaylık andı” diyebileceğimiz şu andı içiyorlardı:
“Ant içeriz ki laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız. Şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacağız. Ne mutlu Türküm diyene!”
Kılıç, askerlikte, sadece subaylara özgü ve sembolik anlamları olan bir donatım. Erlerin, uzman çavuşların ve astsubayların kılıcı bulunmuyor. Metindeki kılıç vurgusu, aslında subaylığa yapılan bir vurgu.
Yukarıda “geleneksel olarak” dedim, çünkü bu yemin metninin tam olarak ne zamandan beri kullanıldığını ve metnin kim tarafından kaleme alındığını yahut kaynağının, dayanağının ne olduğunu bilmiyorum. Herhangi bir yasa ya da yönetmelikte geçtiğini göremedim (Orhan Veli’nin dediği gibi, “onu da edebiyat tarihçisi bulsun”).
Ama bildiğim, benim de mezun olduğum yıl olan 1998’de ve hatırladığım kadarıyla çok çok daha öncesinden itibaren, mezun olan teğmenlerin mezuniyet törenlerinde, üstelik törenin resmi kısmında, yani törene katılan devlet erkânının önünde, hep bu yemini ettiği.
Sonra bu gelenek bir noktada inkıtaa uğradı.
İnternette “harp okulu mezuniyet töreni” aramasıyla yapılacak bir gezinti, bu “subaylık yemininin” 2016’dan itibaren ortadan kalktığını gösterecektir.
Subaylık yeminindeki bazı vurgular, özellikle “laik, demokratik Cumhuriyet” ve “karşılarında bizi bulacak”, “kılıçlarımız keskin ve hazır olacaktır” gibi ibareler kimileri için rahatsız edici olmuş olmalı.
Anlaşılan o ki neticede bu yemin metni 2016’dan sonra sessiz sedasız kaldırılmış ve yerine, ikame olarak, İç Hizmet Kanunu’nda geçen ve erler dahil olmak üzere her askerin askerliğe katılırken içtiği ant metni konmuştu.
Teğmenler, her askerin içtiği ve kendilerinin de zaten dört yıl evvel içmiş olduğu andı değil, teğmenlere özgü ve tarihsel olarak gelenekselleşmiş, ancak son yıllarda “yasaklı” hale gelmiş bu andı içmek konusunda bir kararlılık göstermişlerdi.
Dolayısıyla “bu rutin bir uygulama mı?” sorusuna, “hayır” ve arkasından “geçmişte rutin olan bir uygulamanın yasaklanmasına yönelik rutin olmayan bir direnç” cevabını verebiliriz.
Buraya kadar anlattıklarım işin “teknik” diyebileceğimiz kısmı.
Teknik kısmın siyasetle ve sosyolojiyle buluştuğu ve buluştuğunda onu “tarihi” diyebileceğimiz bir önem düzeyine taşıyan zorlu kısımları açmak için sorabileceğimiz temel soru ise şu:
2016’dan itibaren kullanılmayan, bir biçimde “yasaklı” hale gelmiş bu “subaylık yeminini” 2024 yılında tekrar canlandırma cesareti nasıl ortaya çıktı? Kim, hangi momentte ortaya çıkardı? Doğaçlama biçimde mi?
Dün takip edebildiğim kadarıyla, sosyal medya kullanıcıları bu konuda iki ana kanada, bu ana kanatlar da kendi içlerinde alt kanatlara bölünmüştü:
Ana kanatlardan biri, 15 Temmuz gibi bir deneyime rağmen askeriyenin hâlâ gereken dersi almadığını ve akıllanmadığını, bu teğmenlerin “darbeci Kemalistler” olduğunu iddia ediyor ve derhal TSK’dan atılmaları gerektiğini düşünüyordu.
Bu kanadın görece ılımlı versiyonu ise ya bu işin aslında rutin bir olay olduğunu ve büyütülecek bir şey olmadığın,ı ya da bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu, eğer bit yeniği varsa, olayın Harp Okulunda cami açılmasına karşı girişilen bir provokasyon olduğunu, dikkatli olunması ve aslında gayet uyumlu olan asker-siyasi iktidar ilişkisini bozmaya çalışan bu oyuna düşülmemesi gerektiğini söylüyordu.
Diğer ana kanat, bu teğmenlerin yeminlerine sadık Atatürk askerleri olduğunu, gözlerinden öpülmeleri gerektiğini, Atatürk’ün isminin TSK’dan asla silinemeyeceğini, bunun tarikatçı yapılanmaya karşı bir varlık gösterimi olduğunu söylüyordu.
Bu kanadın görece kuşkucu kısmı ise bu işin Erdoğan’ın eline yeni hamleler yapmak üzere verilen bir fırsat yahut muhalefetin kendini avutması için “olmasına izin verilen” bir inisiyatif olduğunu iddia ediyor ve mealen iktidarın yönlendirmesi yahut yol vermesi ile ilerleyen bir tür “ketenpere” olduğunu iddia ediyordu.
Her iki kanadın birbirleriyle ortaklaştığı bir nokta, birbirlerini Fetöcülükle suçlamaları oldu: Birinci kanadın iddiasına/kuşkusuna göre Atatürkçü görünümlü bu teğmenler belki de talimat almış Fetöcüler idi. İkinci kanadın iddiasına göre ise Mustafa Kemal’in askerleriyiz lafından ancak Fetöcüler rahatsız olabilirdi.
Her iki kanattakilerin sorması ve cevap bulması gereken esas soru ise ortada duruyordu:
Okula alım süreçlerinin siyasetin ve devletin istihbarat yeteneklerinin gayet dikkatli gözetiminde olduğu, eğitimin Erhan Afyoncu’nun rektörlüğünde, okul komutanı ile denk yetkilere sahip bir sivilin dekanlığında gerçekleştiği, Harp Okullarının yönetim ve kontrolünün Kuvvet Komutanlıklarından ve Genelkurmay’dan alınarak MSB’ye verildiği, tarikat referanslarının hayati önemde olduğunun iddia edildiği, daha geçen 10 Kasım’da, Piyade Okulunda Atatürk fotoğrafı takmama meselesinden çıkan tartışma nedeniyle yine bazı yeni mezun teğmenlerin TSK’dan ihraç edildiği bir zeminde, nasıl olmuştu da, bu dört yıllık sıkı denetimli eğitimin sonunda, tören alanının ortasında toplanarak adeta bir gövde gösterisi yapan bir teğmen taburu ortaya çıkabilmişti?
Nereden, nasıl çıkmıştı bu teğmenler ve onların cüretleri?
“Bu çocukların,” bu yüzlerce teğmenin içinde ilerlediği Atatürkçü damar, onlara eğitimlerinin hangi aşamasında, hangi biçimlerde verilmişti?
Verilmediyse onlar bunu nereden edinmişlerdi?
Harp Okulu’nun her yerine sinmiş metafizik ve zaman-dışı bir ruh mu söz konusuydu?
Yoksa bu Atatürkçü damarın kılcallarına ayrılması gereken ve gayet güncel karşılıkları olan alt fraksiyonları mı vardı?
Her mesajın bir alıcısı olması gerektiğine göre “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” mesajının umulan alıcısı kimdi?
Askerlik mesleğinin doğasının hangi yanları, tüm karşı uğraşlara rağmen akıntının eğimini buraya doğru büktü?
Bu olayı gerçekleştirirken hiç korkmadılar mı? Başlarına bir şey gelebileceğini düşünmediler mi?
Korkmadan peşinden gittikleri böyle bir inanç varsa, bu, yüksek siyasetin ve yüksek bürokrasinin yönlendirdiği tüm o sıkı süreçlerin başarısız olduğu anlamına gelmiyor muydu?
Bu teğmenlerle TSK’nın orta ve üst düzey yöneticileri arasında, sırf bu anlamda, nasıl bir ilişki vardı? Kurum içinde bu olay, o düzeydekiler tarafından onaylanıyor mu, yoksa kınanıyor muydu?
Bu olayın anlaşılmasına ilişkin bu sorular benzer yönlerde çoğaltılabilir.
Bunların kesin cevaplarını bilmekten şimdilik uzak görünüyoruz.
Bu olayın tekilliğinin dışına taşan ve yurttaşlar olarak bizlerin güvenliğini de ilgilendiren şu çok önemli soruları da ayrıca sormak gerekir:
O 960 mezun arasından bu “after-tören” yemine katılmayanların da olduğu anlaşıldığına göre, o teğmenler kimlerdi?
Bu katılmayış nasıl gerçekleşti? Mesela onlar o sırada ne yaptılar? Böyle bir şey yapılacağı, fısıltılarla olsun, önceden konuşuldu mu? Bu fısıltılı davete nasıl bir karşılık verdiler? Bu fısıltılı davetler ve icabet etmeyiş, aralarında bir gerilim üretti mi?
“O” teğmenlerle “bu” teğmenler arasında nasıl bir kişisel, sosyal ve meslekî ilişki var ve ileride bu ilişki nasıl var olacak ve nasıl biçimlenecek?
İç Hizmet Kanununda yazan “Askerlik Andı”nı içmeyi yeterli gören “o” teğmenler ile, o yemini yeterli görmeyip kendilerinden evvelki binlerce mezunun da ettiği “subaylık yeminini” de etmeyi tercih eden “bu” teğmenler, Hakkari’de bir üs bölgesinde komşu mevzilerde aynı kar fırtınası altında nöbet beklerken neler düşünecekler? Birbirlerinin donan ellerini ovuşturabilecekler mi?
Yandaki tankta yahut yandaki topçu bataryasında nasıl ortaklaşa çalışacaklar?
İleri gözetleyicinin “o” teğmen, atış subayının “bu” teğmen olduğu bir muharebede, hedefi kim vuracak?
Böyle bir bölünmeyi hangi ordu kaldırabilir?