Ana SayfaRÖPORTAJRÖPORTAJ | Orhan Miroğlu: “Bahçeli'nin çıkışının arkasında bir devlet aklı...

RÖPORTAJ | Orhan Miroğlu: “Bahçeli’nin çıkışının arkasında bir devlet aklı var”

AK Parti MKYK Üyesi, yazar Orhan Miroğlu, “yeni süreç” hakkında Serbestiyet kanalına konuştu: “Kurtuluş Savaşımızın en zayıf karnı ne idiyse -Kürtlerin farklı tercihler yapma ihtimali gibi düşünmek gerekir bunu- bugün de durum çok farklı değil. Mustafa Kemal'in dahası odur ki Kürtlerdeki isyan dinamiğini gördü ve Kurtuluş Savaşı'nın en zayıf karnı olarak belirledi. Erzurum ve Sivas kongreleriyle bunu birlik dinamiğine dönüştürdü. Bugün de durum bu. Devlet Bey gibi milliyetçiler bu tarihi süreç içerisinde Türkiye'nin güçlü yanlarının korunması ama zayıf yanlarının da güçlenmesi doğrultusunda bir irade koyuyorlar.”

YAYININ TAMAMINI İZLEMEK İÇİN:

Röportajdan bazı bölümler şöyle:

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşmasıyla başlayan ve partisinin grup toplantısında yaptığı Öcalan çıkışıyla artık kimsenin reddedemeyeceği Kürt meselesiyle ilgili daha önceki benzer süreçlerden farklı olarak adı konulmamış yeni bir süreç var. Neler düşünüyorsunuz?

Tabii PKK meselesi, sadece bir silah bırakma meselesi değil. Siyasi yanına baktığınız zaman, PKK’nın Türkiye’de DEM Parti’ye rağmen çalışan bir yapısı var. KCK ismiyle faaliyet gösteren yapı bu. Ve işin siyasi kısmı ağırlıklı olarak o yapı üzerinden yürür.

Yani DEM’in üzerinde bir vesayet varsa, ki olduğunu artık herkesin görmesi lazım. 90’lı yıllarda dağdan talimat gelirdi. O zaman HEP’in, DEP’in, partilerin il başkanına, milletvekiline gelirdi talimatlar.

Şimdi daha ziyade illegal, yasal olmayan, KCK dediğimiz yapı var. 2007’den sonra adını çok duyduk. FETÖ operasyonlarında kullanıldı. “PKK’nın tasfiyesi” deyince işin siyasi kısmına da bakmak lazım.

PKK’nın 2000’li yıllardaki gibi, 90’lı yıllardaki gibi bir mobilize kabiliyeti falan kalmadı. Türkiye’de çok militanı da kalmadı ama tabii ki iş başka bir alana kaydı ve o alanda da bu örgütün varlığı Türkiye’nin milli çıkarlarıyla çatışıyor ve bu milli çıkarların gereği olarak da işte hem Kuzey Irak’ta hem Suriye’de bu örgüte karşı pozisyon almış durumda Türkiye Cumhuriyeti.

Dolayısıyla Devlet Bey’in yaptığı çağrı aslında bu işin miladına dönük, bütünlüklü bir çağrı bence. Sadece terörü bitirme değil. O kısmı var tabii. Bölgesel konjonktür açısından önemli. Kürt kimliğinin kabulü açısından önemli çünkü orada da bir şey söylüyor.

Bir de tabii bu örgütün sözüm ona savunduğu kendi halkına karşı yaptığı suçlar bakımından. Diyarbakır Anneleri’ni kimse konuşmadı ama Devlet Bey ne dedi? “Diyarbakır Anneleri’nin de bu trajedisi sona erer” dedi.

2014-2016 arası dönemde bir yılda 3500-4500 civarında küçük yaşta çocuğun şu ya da bu şekilde PKK’ya katıldığını öğrendim. Bazen rızaya dayalı ama rızanın ortamı da hazırlanan bir ortam. Dolayısıyla Devlet Bey bu meselenin toplumsal yanıyla ilgili de önemli bir işaret vermiş oldu.

Hemen akabinde tabii Türkiye’de bir tartışma başladı. Tartışma tabii bir yanıyla Devlet Bey’i hedefleyen, Devlet Bey’in geçmişteki tutumları üzerinden yürüdü. Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonraki tutumu üzerinden yürüdü. Seçimlerde ip atma hadisesi vs.

Halbuki şunu unutmamak lazım ki 1999’da idam cezasının kaldırılmasına Devlet Bey’in rızası var. Çünkü Türkiye’de reform süreçleri, Avrupa Birliği’yle ilgili dostane birtakım girişimler başlayacaktı. Bu görüşmelerin olduğu bir ortamdı.

İşte burada yani müktesebatına baktığınız zaman Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve Devlet Bey’in de özel tutumu aslında reformlardan, demokrasinin güçlenmesinden ve Avrupa Birliği sürecinden yana oldu.

Yani sen “2007 seçimlerinde ip atmıştın” falan bunlar, diğer milliyetçi paradigmalarla kurulmuş partiler açısından MHP’yi kuşatmaya dönük hamleler. Ümit Bey’in partisi gibi, sayın Müsavat Dervişoğlu’nun partisi gibi.

Bu partiler, bu problemin kırk yıldır Türkiye’ye verdiği zararlara dair bir muhasebeden ziyade böyle bir açıklamanın Milliyetçi Hareket Partisi’ni çok zor duruma sokacağını, milliyetçi tabanla olan ilişkisinin tökezleyeceğini hesap eden bir tutum içinde. 

Temel soru, “Türkiye, Ortadoğu’da statüko dağılırken hangi paradigmalarla, hangi stratejiyle ve kimlerle var olabilir?” olmalıdır. Bunu kendisine sormayan bir milliyetçi parti olur mu? Eğer gerçekten milliyetçi partiyse…

Cumhuriyet Halk Partisi de dahil bu soruyu önce sormalı herkes kendisine.

Devlet Bey, bu açıdan da bir anlamda iktidar ortağı olan partisinin geleceği kaygısıyla bakarak da hareket etmedi diye düşünüyorum. 

Bin yıllık bir tarihi hatırlattı. Kürtlerin ve Türklerin ilişkileri bakımından kıymetli olan 1071, 1514, Mustafa Kemal’in en çok ama en çok Kürt coğrafyasında desteklenmesi, 1916 Diyarbakır ziyareti, Erzurum-Sivas kongrelerinde güvenliği Kürt aşiretlerinin sağlaması… Bu neyi gösteriyor bize?

Bu şunu gösteriyor. Geçen yüzyılda Kurtuluş Savaşımızın en zayıf karnı ne idiyse -yani Kürtlerin farklı tercihler yapma ihtimali gibi düşünmek gerekir bunu- bugün de aslında koşullar çok değişmiş olsa bile durum çok farklı değil.

Söylemek istediğim şey şu. Geçen yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu dağılıp milletler kendilerine yeni bir yol belirlerken, Balkanlardan tutun Ortadoğu’ya kadar, Kafkaslara kadar, Ortadoğu’nun Kürtleri o döneme kadar Osmanlı ümmeti olan Kürtler de aslında iki dinamiği tercih etmekle karşı karşıya kaldılar.

Bunlardan birisi isyan dinamiğiydi. İmparatorluğu etkileyen, milliyetçilikten beslenen bir isyan dinamiği. Nitekim ufak tefek denemeleri de olmadı değil. Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında birçok bölgede bu isyan dinamiğine dönük hareketlilik görüyoruz.

“Mustafa Kemal Kürtlerdeki isyan dinamiğini gördü ve birlik dinamiğine dönüştürdü. Bugün de Bahçeli böyle bir irade koyuyor”

Mustafa Kemal’in bana göre dahası odur ki bu isyan dinamiğini gördü ve Kurtuluş Savaşı’nın en zayıf karnı olarak belirledi. Erzurum Sivas Kongreleri, öncesi Diyarbakır 1916 ve bu dinamiği birlikçi bir hale getirdi. Bir birlik dinamiğine dönüştürdü.

Bugün de durum bu. Devlet Bey gibi milliyetçiler bu tarihi süreç içerisinde Türkiye’nin güçlü yanlarının korunması ama zayıf yanlarının da güçlenmesi doğrultusunda bir irade koyuyorlar.

Risklerimizin büyüdüğünün herkes farkında. Mesela bizim AK Parti’de yerli yersiz beka söylemi bana da çok uyan bir şey değil. Ama şunu görmek lazım ki bilhassa Gazze’den sonra İsrail ve Türkiye ilişkilerinin önümüzdeki on yıllarda hiç de hayra alamet seyretmeyeceğini görebiliyoruz.

İşte sosyal medyada çok radikal bir milliyetçilik var hem Türk milliyetçiliği hem Kürt milliyetçiliği.

“Kürtler kullanılarak ikinci bir İsrail planı” tartışması var. Bu plan var mı yok mu bilemeyiz ama bu tartışmaları tabii ki dikkate almak gerekir. Dikkate aldığımız zaman da ben Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı bir Kürt olarak, benim halkımla Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerinin çok iyi, dostane, hakka hukuka dayalı bir şekilde olmasını; siyasi temsilde, ekonomik refah düzeyinden yararlanmada sorunların geride kalmasını isterim.

Zannediyorum yalnız da değilim. İster burada yaşıyor olsun ister Erbil’de ister Kamışlı’da ister Mahabat’ta yaşıyor olsun, milyonlarca Kürt’ün istediği de bence budur. Bir yakınlaşma var. Türkiye bir paratoner görevi görüyor aslında. Ortadoğu Kürtlerinin gözü Türkiye’de.

Daha önce söyledim sizin programınızda da söyleyeyim. Bugün artık Kürt ve Arap ilişkilerine baktığımız zaman şu Erbil’de olan federasyona rağmen Erbilli bir Kürt’ün geleceğini Bağdat’ta tahayyül etmesi çok zor. Öyle bir tahayyülü yok. Ama Erbilli Kürt’ün İstanbul’da 1+1 daire alma özlemi var bugün. Çünkü Türkiye açık bir toplum. Erbil’den uçağa bindiğiniz zaman kimse sizi havaalanında sorgulamaz. Gelirsiniz, paranız varsa burada yaşarsınız, iş kurarsınız vs. Bu bakımdan bir model Türkiye.

Sizin AK Parti MKYK üyesi olarak, “AK Parti’deki Kürt siyasetçiler” denince akla gelen ilk isimlerden biri belki de ilki olarak ve hatta Kürt meselesi deyince akla gelen ilk isimlerden biri olarak Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşması ve ardından başlayan adı konulmamış süreçle ilgili bir beklentiniz ya da bilginiz var mıydı?

Benim bir beklentim vardı. Çünkü olmaması imkânsız.

İhtiyaç olduğunu düşündüğünüz için beklentiniz vardı. Peki bilginiz var mıydı?

Yani somut bir bilgim falan yoktu. Ama bir arayışın olduğu hissediliyordu diyebilirim. Mesela birçok arkadaşıma şöyle demişimdir. Samimiyetle söylüyorum ve ilk kez de Serbestiyet kanalında söylüyorum bunu. “Ortadoğu’da olup bitenlere bakınca, öyle bir dönemdeyiz ki bize artık herhangi bir siyasi partinin aklı yetmez. Ben biraz da devlet aklı aramaya başladım” diyordum arkadaşlara.

Bu devlet aklı şu ya da bu şekilde harekete geçtiği zaman, iç politikanın gerektirdiği siyasi çıkarlar üzerinden bu sürece bakmak çok doğru olmayabilir.

“Bahçeli’nin çıkışının arkasında bir devlet aklı var”

Bahçeli’nin bu çıkışının da arkasında bir “devlet aklı” olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet öyle düşünüyorum.

Günlük siyasi iktidar hevesleri uğruna meseleyi kimse boşa harcamasın dedi mesela. Mücadele ederiz, seçimlere gireriz. İktidar orada durur. AK Parti, İstanbul’u kaybetti iki dönemdir. Ne oldu? Kıyamet kopmadı. 

Oy düşüşü var falan ama bunlar düzeltilebilir şeylerdir. Ama asıl zorluk, ulusal çıkarların bozulma düzlemine girdiği, korunamadığı dönemlerde başlar.

Ve bu konuda hepimizin biraz bakmasında fayda olduğunu düşündüğüm, elimizde çok önemli bir tarihi dönem var.  O da Çözüm Süreci dönemi.

2012 yılında bu Çözüm Süreci’ne dair bir şeyler duymaya başladığımızda herkes bunu çok riskli bulmuştu. AK Parti’nin kendisi de riskli bulmuştu. Ama Tayyip Bey çıktı dedi ki “İktidarımız pahasına bile olsa iktidarı kaybetme pahasına da olsa ben bu işi çözeceğim” dedi.

2005’te başladı aslında. “Devlet bu bölgede vahim işler yaptı. Bu mesele bizim meselemizdir. Biz bunu çözeceğiz” dedi. Şemdinli hadisesi yaşandı. Tıpkı bugün bu meseleleri konuştuğumuzda TUSAŞ’a yapılan saldırı gibi. 2005’te Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne bomba atıldı. Bu “Kusura bakma sana bu işi böyle kolay çözdürmeyiz” mesajıydı bu aslında. 

Ama durmadı bu. 2012’den sonra süreç ilerledi. 

Sonra süreç ilerledi ve gördük ki devletimizin ilgili birimleri İmralı’yla görüşmeler yapıyor. Abdullah Öcalan’ın mektubu okundu.

Ama ne oldu? Gelişmeler, süreçten beklentiler tamamen boşa çıkarıldı. İşte “Seni başkan yaptırmayacağız” söylemleri vs vs.

Cumhurbaşkanı’nın bir lider olarak herhalde bu alandaki hevesini, isteğini, arzusunu güçlendirmedi; zayıflattı.

Öbür taraftan Suriye’deki gelişmeler PKK’nın kendisine yeni bir alan açılıyor olması gibi yorumlandı. Hatta nispeten de olsa Öcalan da bu yorumun arkasında durdu aslında. Eğri oturup doğru konuşalım. Zaman zaman o görüşmelerde, “Kaç gücünüz var” diyor, biri “10 bin” diyor. “30 bine, 40 bine çıkarın” falan diyor yani her şey kayıtta orada duruyor.

Ne oldu? 7 Haziran 2015 seçimlerine girdik. İlk milletvekili adaylığım Mardin’dendi. Milletvekili oldum ama AK Parti iktidarı kaybetti. Tayyip Bey çıktı, “Biz Çözüm Süreci’nin bedelini ödedik” dedi.

Siz bir adım atıyorsunuz, biri çıkıyor diyor ki, “Abdullah Öcalan bu Meclis’e gelirse ben kendimi yakacağım” diyor. Buna taktılar. Sanki ülke işgale uğramış, Meclis’i bir adama karşı korumaya girişildi.

O adamın geçmişinin ne olduğunu biliyoruz. Bu ülkede akan kandaki sorumluluğunu biliyoruz her şeyden önce. Ama problem şuradaki, geçmişi sürekli canlı tutarak dünyanın hiçbir yerinde iç çatışma yaşayan bir ülkede barış inşası olmamıştır.

- Advertisment -