Terör ve şiddetin bitmesi veya bitirilmesi…
Kim buna karşı çıkabilir?
Ancak bunu dillendirirken kendimize göre bir “terör” veya “şiddet” tanımı yaparsak buna kimseyi inandıramayız.
Başta devlet şiddeti dâhil hiçbir şiddetin göz ardı edilmemesi gerekir.
Mesela kumpas davaları dediğimiz Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk vs. devletin hukuku kullanarak gerçekleştirdiği şiddetin en somut örnekleriydi.
Avrupa İnsan hakları Mahkemesi(AİHM) bir yana kendi Anayasa Mahkemesi kararını tanımayıp hürriyeti tehdit suçunu işlemek bir şiddet eylemi değil midir?
MHP lideri Bahçeli’nin de terörün bitirilmesine yönelik sarf ettiği sözler hala kulaklarımızda çınlamaya devam ediyor.
Malumunuz TBMM’de konuşma yapması için Abdullah Öcalan’a çağrı yapmış ve akabinde “umut hakkı” ndan yararlanma güvencesi vermişti.
Normalde bu sözleri söyleyebilecek birinin bir ton yürek yemesi gerekirdi.
Bahçeli mi bir rüyadaydı yoksa biz mi rüya gördük?
Oysa Öcalan’ı Meclis’e çağıran MHP lideri, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararına rağmen meclise giremeyen TİP milletvekil Can Atalay için şöyle demişti:
“Can Atalay konusu tamamen kapanmıştır. DEM’lenmiş CHP’nin maskesi bir kez daha düşmüştür. Anayasa Mahkemesi’nin laçkalaşmış hak ihlali kararı Türk milletinin iradesiyle çöpe atılmış, kanunsuzluğa geçit verilmemiştir.”
Görüldüğü gibi Bahçeli Anayasa Mahkemesi kararını “laçkalaşmış hak ihlali” olarak tanımlamış ve seçilmiş biri olan Atalay’ın meclise dahi gelmesine tahammül edememişti.
Yine eline silah dahi almamış Gezi davası tutuklusu ve hakkında AİHM tarafından hak ihlali kararı verilen Osman Kavala için Bahçeli’nin söylediklerini hatırlatalım:
“Osman Kavala’nın yeniden yargılanması ya da serbest kalması hususunda kamçılanan sipariş bir süreç devamlı surette ilerletilmektedir.”
Hâlbuki Anayasamızın 90. Maddesine göre usulüne göre yürürlüğe konmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.
Ancak Bahçeli’nin düne kadar “bebek katili” dediği Öcalan’ı hem Meclis’e çağırıp hem de salıverilmesine yönelik “umut hakkı” ndan söz etmesi anlaşılabilir, özellikle de kendi kitlesince hazmedilebilir bir husus değildi.
Özellikle de Abdullah Öcalan’ın hala bu sürece yön verebilecek kadar “etkili bir eleman” olup olmadığının tespiti açısından filmi şöyle bir geriye saralım:
Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’nın başkenti Nairobi’de yakalanarak Türkiye’ye getirildi.
Yargılanması Ankara 2 numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yapıldı.
Öcalan mahkemede “Barış ve kardeşlik için yaşamam gerekir,” dedi.
Öcalan, bu söyleminden itibaren 25 yıl daha yaşamasına rağmen değişen bir şey olmadı.
Şehit yakınlarına hitaben “Yaşadıkları sıkıntı ve üzüntüyü yürekten paylaşıyorum, yine buradaki sorumluluk payımdan özür diliyorum kendilerinden,” dedi.
Akabinde “Ayrıca bir toplumsal yaradan kaynaklanan bu kanın durması için ve barış için elimden gelen her türlü çabayı göstereceğim sözünü veriyorum,” şeklinde açıklama yaptı.
Gizli şekilde kayıt altına alınan ve emekli Albay Atilla Uğur tarafından yapılan sorguda Öcalan bizler bir yana örgüt mensuplarını da darmadağın etmişti.
“Hiçbir milliyetçi Türk hatta kendini benden daha iyi Türk saymasın!”
“Kürt halkı akılsızdır, menfaatine düşkündür, güce tapar.”
“Her şeyimi Türkçe yürütüyorum pratik olarak en iyi bir Türküm öyle değil mi?”
“Benim ilk üyeliğim Ülkü Ocakları’nadır.”
Öcalan’ın “ölüm korkusu” nedeni ile bu sözleri sarf ettiği yazıldı ve çizildi.
Öcalan bunu hangi saikle söylerse söylesin; bu sözler hala örgütün derin hafızasında yer almaktadır.
Tüm bunlara rağmen mahkeme 29 Haziran 1999 tarihinde mülga 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle idam cezasına mahkûm etti ve cezası Yargıtay’ca onandı.
“Öcalan’ın avukatları idamın durdurulması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine(AİHM) başvurdu.
AHİM esas hakkında kararını açıklayıncaya kadar tedbir kararı verdi.
57. Hükümetin ortağı olan Bahçeli, 11 Ocak 2020 günü Osmaniye’de yaptığı konuşmasında Öcalan’ın idam edileceğini söyledi.
Ancak tam tamına bir gün sonra, Bahçeli’nin de katıldığı liderler toplantısında Öcalan’ın idam cezasının bekletilmesi kararı çıktı.
Akabinde Öcalan’a verilen idam cezası, 3 Ağustos 2002’de “AB Uyum Yasaları” çerçevesinde kaldırılınca cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi.
Aldığı ceza 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 302. maddesinde yer alan “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” suçuna denk gelmektedir.
Hukukumuzda “koşullu salıverme” denen bir kavram vardır.
Koşullu salıverme (şartlı tahliye), bir hükümlünün cezasının bir kısmını infaz kurumunda iyi halli olarak geçirmesi şartıyla, hapis cezasının geriye kalan kısmını bazı yükümlülükler altında cezaevi dışında geçirmesidir.
Örnek vermek gerekirse ağırlaştırılmış müebbet cezası alan bir mahkûm 36 yıl, diğer suçlarda ise cezasının ½’sini cezaevinde geçirenler bu haktan faydalanır.
Ancak “Terörle Mücadele Kanunu” kapsamına giren suçlardan dolayı müebbet ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazı ölünceye kadar devam etmektedir.
Öcalan’ın idam cezası yapılan değişiklikle kaldırıldığında yürürlükte olan TCK, Ceza İnfaz Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’na göre ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası 36 yıl olarak hesaplanıyordu.
Fakat Öcalan’ın idam cezasının kaldırılıp ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilmesi ve bu suç yönünden koşullu salıverme uygulanmayacağı aynı anda düzenlendiği gerekçesiyle hakkında koşullu salıverme uygulanmadı.
Ben bu görüşe karşı olanlardanım.
Çünkü Anayasa mad.38, eski TCK mad. 2 ve yeni TCK mad.7’de infaza ilişkin koşullu salıverilmede de failin lehine olan kanunun uygulanması esastır.
Bu Ahmet olur, Mehmet olur veya Abdullah Öcalan olur; failin lehine olan kanunun uygulanması evrensel bir kuraldır.
Eğer Öcalan için 36 yıllık koşullu salıverme uygulansaydı bugün AİHM hak ihlalinden dolayısıyla “umut hakkı” ndan söz edemeyecekti.
Yani düzenlemeyi sırf Öcalan için bu şekilde aleyhe yorumlayan bazı şahinler aslında kendi kanatlarına sıkmış oldular.
Bugün itibariyle de Öcalan’ın koşullu salıvermeden yararlanma imkânı bulunmadığından ölünceye kadar ceza evinde kalması gerekmektedir.
Bunu tek çaresi 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 107. maddesinin 16. Fıkrasının değiştirilmesidir.
Bu madde değiştirildiğinde 15 Temmuz darbe girişiminden mahkûm olanlar dâhil terör suçlarından mahkûm olan her hükümlü bundan faydalanacaktır.
Peki, toplumsal alt yapımız buna hazır mı?
“Ben yaptım oldu”, “ben dedim oldu” mantığıyla olaya yaklaşırsanız başa dönersiniz.
Yoksa hukuku yine geçmişte olduğu gibi birkaç sembolik seçkinin çıkarları doğrultusunda mı dizayn edeceğiz.
Gelelim Devlet Bahçeli’nin ağzından çıkardığı “umut hakkı” baklasına….
Hükümlülerin kanunla belirlenen sürelerde cezaevlerindeki iyi hallerinden dolayı koşullu salıverilme açısından değerlendirilmesi olayıdır.
“Umut hakkı”ndan, ağırlaştırılmış müebbet ya da müebbet hapis cezasına çarptırılmış mahkûmlar belirli şartlar altında faydalanabilir.
Bu kavramla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Vinter ve diğerleri-Birleşik Krallık kararında tanıştık.
Mahkeme belirli sürelerle gözden geçirilmeyen ve dolayısıyla salıverme yolu tamamen kapalı müebbet hapis cezalarının “insanlık dışı ve aşağılayıcı” olduğuna hükmetti.
Yani mahkeme bunu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi(AİHS)’nin 3. Maddesinde yer alan “işkence yasağı” na soktu.
Avukatlarının başvurusu üzerine bu kez AİHM, 18 Mart 2014’de verdiği bir kararla Abdullah Öcalan’ın şartlı salıverilme hakkına sahip olmamasını “umut hakkı” nın ihlali olarak değerlendirdi.
AİHM müebbet hapis cezasına mahkûm olan kişilerin bu haktan faydalanma sürelerini Vinter kararında 25 yıl olarak tavsiye niteliğinde belirledi.
Bu süreye göre 15 Şubat 1999 tarihinde yakalanan Abdullah Öcalan’ın, 15 Şubat 2025 tarihinde koşullu salıverilmesi hususunda değerlendirme yapılması gerekecektir.
Kısacası Bahçeli’nin bu süreyi göz önünde bulundurarak bu çıkışı yaptığını söylersek abartmamış oluruz.
Bahçeli’nin bu konudaki muradını çözmek bir süreç alacak.
Bahçeli’nin bu çıkışını ilk planda “Makyavelist pragmatizm” olarak görenler çoğunlukta.
Ama ben bunu iç siyaset değil dış siyasette doğan bir fırsatın kullanımı olarak değerlendiriyorum.
İktidar medyasının bile kafası karışık.
Sabah gazetesi “Terörsüz Türkiye için Tarihi Fırsat”, Yeni Şafak Gazetesi ise “Öcalan’ın Yeri İmralı’dır” şeklinde başlık attı.
Öcalan’ın serbest bırakılması, taşıdığı dinamikler açısından oldukça zor bir süreç gibi görünüyor.
Ülkemizde meydana gelecek toplumsal tepkiler, PKK içerisinde meydana gelecek liderlik tartışmaları, Kürt meselesine uluslararası yeni bir bakış açısı bunlardan sadece bir kaçı.
Herhalde Bahçeli gibi devletin üst aklı da bu konuda detaylı bir hesap yapmıştır.
Çünkü AK Parti’nin 2013 yılında başlattığı açılımın olumsuz etkileri hala devam ediyor.
Bu konuda kabağın en büyüğü de Selahattin Demirtaş’ın başında patladı.
Zira herkesin kendine Müslüman olduğu bu ülkede kendi yediği haltı unutup başkasının yediği halta yüklenmek milli sporumuz oldu.
Gerekçemiz de basit: “Aldanma hakkı”…
En somut örneği de FETÖ.
Düne kadar ona hasret çağrıları dâhil envai çeşit övgüler yağdıranlar bu hakkı ileri sürmekten zerre kadar çekinmediler.
Umarım Bahçeli’nin bu konuda önerdiği “umut hakkı” daha sonradan “aldanma hakkı” na dönüşmez.