2010 senesi, Ağustos ayının ilk günlerinden birinde metrobüsle işten eve dönüyordum ki, telefonum çaldı. Arayan kişi gençlik yılları Fetullahçıların içinde geçmiş, sonra onların dersanelerinde öğretmenliğe başlamış, ama gördüğü problemler ve yaptığı sorgulamalar sebebiyle zaman içinde zihnen ve hissen bir uzaklaşma yaşamış bir arkadaşımdı. İyi bir öğretmen olarak hâlâ onların dersanesinde çalışarak maişetini temin etmeye devam ediyordu, ama ‘onlardan’ olmadığını da kendilerine söylemiş durumdaydı. Kendisi, belli çekinceleri sebebiyle müstear bir isimle sitemiz ve bir türlü düzenli çıkaramadığımız dergimiz için yazılar da yazıyordu. Bunlar arasında “Eyvah, Kayıyorum!” başlıklı yazıyı bilhassa unutamam. Hiçbir özel ismin geçmediği bu yazı, aslında bu yapıda insanların iradelerinin nasıl baskı altına alındığının bir tahliliydi.
Telefonu açıp selamlaşmanın hemen ardından “Abi, Allah bunların belasını versin” cümlesini işitince, doğrusu çok şaşırdım. Ne belası, kim bunlar? Bedduasını bir kere daha tekrarladıktan sonra, olayı açıkladı: “Hafta sonu KPSS’ye girdim. Çünkü evimi geçindirmek için bunların dershanesinde çalışıyorum, ama bu bana ağır geliyor. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesine geçmek istedim, KPSS’ye girdim. Ama bugün bir şekilde öğrendim ki, bunlar KPSS sorularını çalmışlar ve ‘yapıya sadakatinden emin oldukları’ buradaki öğretmenlere de dağıtmışlar. Görüyor musun abi; ben onlardan kurtulmaya çalışıyorum, onlar kaçmaya çalıştığım yerde de soru çalıp önüme geçiyorlar. Çaldıkları sorularla en yüksek puanı alıp bizim yerimize onlar devlete geçecekler. Allah külliyen belasını versin bunların…”
Arkadaşımın söyledikleri çok garip, tekraren ettiği beddualar ise hayli ağırdı. Şaşkın halde, “Emin misin böyle yaptıklarından?” diye sordum kendisine. “Uydurma bir haber, asılsız bir duyum olmasın?” Bana işin böyle olduğunu bizzat çalınan soruların kendisine verildiği birinin itiraf ettiğini yeminle söyledi. Şunu da söylemiş itiraf eden kişi: “Çocukların ne olduğu belirsiz insanlar yerine devletin okullarında bizden ders alıp din iman öğrenseler kötü mü olur?”
31 Temmuz 2010 tarihli KPSS’de soru çalındığından, birkaç gün içinde ben bu şekilde haberdar oldum. Yanılmıyorsam sonraki haftadan itibaren medyada buna dair haberler de çıkmaya başladı.
Öte yandan o günler, 12 Eylül 2010’da yapılacak anayasa değişikliği referandumu için siyasîlerin meydanlarda olduğu günlerdi ve bu haberler iyice yayılmasına karşılık referanaduma evet için meydanlarda konuşan başbakan Erdoğan KPSS’yle ilgili iddiaları reddediyor, ‘sınavı terörize etme çabası’ olarak yorumluyor, iddiaları ‘teröristler’ ile bağlantılandırıp oradan da muhalefete yükleniyordu. Başbakanın konu hakkındaki bu sözlerini duydukça, hem üzüldüm hem de korktum. Sıradan bir kişi olarak oturduğum yerden benim haberdar olduğum şeyden ülkenin en yetkili kişisi haberdar değilse bu büyük meseleydi; haberdar olduğu halde böyle söylüyorsa, bu daha da büyük meseleydi.
Aynı günlerde beni ürküten bir diğer olay, değişen şartlara göre her tarafla kendi ajandasına uygun şekilde işini görmeyi şiar edindiği için siyasette doğrudan ve açık biçimde taraf görünmekten hep uzak duran Fetullahçıların bu referanduma müthiş bir hırsla abandıklarına, hatta F. Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım” dediklerine şahit olmak beni işkillendiriyordu. Bütün bunlara rağmen, bir sol liberal olmasam da (kimbilir, belki de öyleyimdir), kötü bir anayasa olduğu aşikâr ihtilâl anayasasında bir parça iyileştirme vaad eden bu değişikliğe “yetmez ama evet” diyenlerdendim. 2007’deki 367 kepazeliğine karşı tutumları, ondan bir-iki sene öncesinde ‘orduya davet’ mitinglerindeki performansları ortada olan kişilerin, nakarata bağlamış şekilde sürekli bu ‘evet’lere lâf etmek yerine, utanç verici performansları için aynaya bakmaları gerekiyor! Buna karşılık, bu kesimin onlarca yıldır üstümüze çökmüş vesayetiyle mücadele ederken siyasî iktidar ile paralel iktidar arasında oluşan simbiyozla yeni bir vesayet zincirinin oluşmakta olduğunu görememiş olmamız da bizim ayıbımız. Bu olay, bazı durumlarda çatışan tarafların her ikisinin de eşit derecede problemli olabileceği gerçeğini gözardı etmeden olaylara yaklaşmak gerektiği gibi bir hayat dersini de içeriyor benim. “En çok korktuğum şey bu simbiyozun kalıcı hale gelmesidir” diyen biri olduğum halde, nedense bu dersi gözardı etmiştim.
Ama yanlış giden birşeyler olduğunun farkındaydım. Öyle ki, 2011 seçimlerinden sonra, dindarların ve bu arada bilhassa cemaat ve tarikatların kendi vazifelerini ve ‘sivil’liklerini unutup siyasetle simbiyoz oluşturdukları, yanısıra iktidarın nimetlerinden istifade derdine düşerek, siyasî iktidarı kazanırken toplumsal iktidarı ve ahlâkî üstünlüğü yitiriyor oldukları yönündeki endişelerimi tekraren dile getirdim. Dile getirdiğim bir diğer endişe, Kemalizme tepki olarak, yine problemli bir zihniyet olarak Hamidizmin oluşuyor olması idi. Dini siyaset için araçsallaştıran Abdülhamid siyasetinin yol açtığı sonuç, gençliğini o şartlarda yaşayan kuşaktan en seçkinlerin dinde lâkayt, çocukluk ve gençliğini o şartlarda yaşamış kuşağın en seçkinlerinin ise alenen din karşıtı hale gelmesiydi.
Fetullahçılar tarafında ise, dün ‘asla ilgimiz yoktur’ diye tekzipler yayınlattıkları Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili kamu önünde açık atıfların başladığını görmeye başlamıştım. Sebebi ne olabilirdi? Bunu, siyasî iktidar ile cemaat arasındaki simbiyozun yerini asıl iktidarın kim olacağına dair bir kavga ve de bir paylaşım mücadelesi dolayısıyla çatışmanın alıyor olduğuna işaret diye okudum. Bir kavganın ayak sesleri duyuluyordu; o şartlarda bu cemaate müttefikler lâzımdı. Nur talebelerini kendi saflarına çekmeye çalışırken Bediüzzaman’ı da kalkan olarak kullanarak hem cepheyi büyütecek hem de kendilerine atılan okların Risale-i Nur’a gitmesine sebep olacaklardı.
Ulaşabildiğim Risale-i Nur mecralarında, boy veren göstergelerden hareketle edindiğim izlenimi paylaştım ve Risale-i Nur’un asla izin vermediği işlere kalkışıp ‘hizmet’inin inandırıcılığını zedelemiş bu yapının giriştiği iktidar mücadelesine Risale-i Nur’u âlet etmesi tehlikesine karşı uyanık olmaları gerektiğini söyledim.
7 Şubat 2012 MİT krizi o şartlarda zuhur etti. Arsasına kaçak bina kondurmaya çalışmaları yetmeyip bir de benim gibi nice insanın imanına vesile olmuş güzide eseri ve müellifini bir de kavgaya tutuştukları çamura çekmeye çalışmalarına uyarı niteliğinde, artık iletişimin bir numaralı adresi haline gelen sosyal medya mecralarında elden geldiğince notlar düşmeye başladım. Bu uyarılar, “Ayrılıklar, ahlâkımızın sınanma anlarıdır” gibi edebe ve itidale davet eden cümlelerle başlamıştı. MİT krizi çıktığında, ‘dine hizmet’ diyerek yola çıkan bir cemaatin MİT müsteşarının kim olacağı üzerine kavga vermesindeki garabeti sorguladım. Bunun, o güne kadar ‘dine hizmet ediyorlar’ diye kendilerine destek verenlerde yol açacağı güven problemine dikkat çektim. “Siyaset bu kavgadan yara alır, ama cemaat ölür” diyerek de, net bir şekilde uyarımı yaptım.
Ama bu uyarılara cevaben gördüğüm mukabele, sosyal medyada nick’lerin arkasına saklanarak ‘husumet fedailiği’ ve ‘toleranssızlık zirvesi’ denilebilecek bir seviyesiz ifadelerle küfür ve hakaret yüklü itham ve iftiralara maruz kalmak oldu. ‘Ahlâkın sınandığı anlar’da o çok övülen ‘cemaat terbiyesi’ndeki edebin nasıl yitip gidivermişti! Hazindi, ama vâkıa buydu.
İktidar ile Fetullahçılar arasındaki mücadele, ertesi sene ‘dersaneler’ meselesiyle daha üst bir noktaya tırmandı. Çokları, çocukları nitelikli liseler ile üniversitelere hazırlayan dersaneleri iktidarın artık birer hasım gibi belleyip buna göre düzenlemeler düşünmeye başlamasına akıl sır erdiremiyordu. Nitekim benden hemen her ay çıkardıkları dergi için yazı istemesine karşılık bu yapının yanlışlarına dair eleştirilerimin sosyal medyada ivme kazandığı günlerde bu aramaları inkıtaya uğrayan bir isim (kendisi Risale-i Nur camiası içinden bir gruba mensuptu), bir gün beni arayıp dersanelerle ilgili bu hırgüre anlam veremediğini söyledi. Kendisine, doğup büyüdüğü ve hâlâ yaşadığı şehirde bu dersanelerin kurulmasından önce temas kurdukları insanların sayı ve niteliği ile sonrasındaki sayı ve niteliği arasında bir fark olup olmadığını sordum. “Ciddi gerileme var” dedi. “İşte cevabı” dedim ve ekledim: “Bu yapının dersaneleri dersane olarak kalmadı, özellikle dindar ve muhafazakâr camiadan bütün parlak çocuklar bu yoldan bu cemaatin bünyesine çekilip formatlandılar. Manevî hizmetler alanı bu şekilde renksizleşti ve çoraklaştı.” Trolle balık avcılığı gibi birşeydi yaptıkları… Dersaneler için girdikleri canhıraş mücadele de bundandı.
Düne kadar ‘ne istedilerse veren’ iktidar alenen istemedikleri birşeye giriştiğinde açığa vurdukları çatışmada, yapı içinden bazılarının sahip oldukları mecralarda ‘Dün Nur talebelerinin dersanelerine ilişen zihniyet’ ile ‘bugün dersanelerimize ilişen zihniyet’ eşleştirmelerine başvurmaya başladıkları noktada, sakince değil açık ve güçlü bir şekilde tavır koymanın zamanının çoktan geldiğini anlamıştım. Bu yapı ile Risale-i Nur mesleği arasındaki ayrışmayı herkese duyurmak şarttı. Çünkü kendi iktidar kavgalarına Risale-i Nur’u âlet edecekleri aşikârdı. Kasım 2013’ten başlayarak aylarca farklı televizyon kanallarında tekrar tekrar bu meseleler üzerine bilerek ve isteyerek çıkıp konuştum. Ne meydanlarda olmayı seven biriydim, ne de medyada görünür olma hevesim vardı. Buna rağmen böyle yapmamın, biri doğrudan diğeri dolaylı şekilde Risale-i Nur’un mesleğiyle ilgili iki sebebi vardı.
Birincisi, o sıralar ‘işlerine gelmediği için’ Bediüzzaman’la ilgili tekzip yayınlatanların şimdi onun ve eserinin ismini ortalarda dolaştırmaları, bir ‘aydınlanma’nın sonucu değildi. Giriştikleri kavgaya Nur talebelerini de çekip Risale-i Nur’un tertemiz mirasına leke konduracaklardı. Buna razı olunamaz ve müsaade edilemezdi. Bediüzzaman’a rağmen girdikleri yanlış yolu tahkim etmek için Risale-i Nur’u ve Nur talebelerini de kendi girdikleri çukura çekme çabalarına seyirci kalamazdım. Bediüzzaman ki, Fred A. Reed ağabeyin ifadesiyle ‘satın alınamayan adam’dı. “En büyük hile hilesizliktir” diyen ve “Hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir” şiarıyla hareket eden bir insandı. Bu mert insanın hatırasını ve mirasını hilebazlardan koruma sorumluluğumuz vardı.
İkincisi, Bediüzzaman her zaman meşruiyet dersi vermişti. “Gayrimeşru tarîk ile bir maksada giden zât / Galiben maksûdunun zıddıyla görür mücâzât” diyordu Bediüzzaman. Hilesizlik, dürüstlük ve meşruiyet onun hem şiarı, hem de hasımları karşısında belki en büyük silahıydı. “Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli” diyerek “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturuyla hareket eden biriydi o. Yanısıra ‘hubb-u câh’ı, yani makamlara meftun ve talip olmayı insanları ve grupları ‘satın alınabilir’ hale getirmesi yanında ‘ihlası kıran sebepler’ arasında görüyordu. Dolayısıyla, onun gözünde talip olunacak bir meta değildi. İllâ ki talip olanın da, bunu meşru zemininde yapması gerekirdi; gizli ve paralel bir yapılanma üzerinden bunu başarmaya kalkışılmaz, açıkça ortaya çıkıp halktan iktidar talep edilirdi. Diğer bir ifadeyle, ‘müsbet hareket’i sistemleştirmiş Risale-i Nur mesleği mucebince, seçilmiş meşru bir yönetime karşı ne bir darbeye destekçi olunabilirdi, ne de—seküler ya da dinî farketmez—paralel bir iktidara, yani örtük bir vesayete… ‘Müsbet hareket’i düstur haline getirmiş bir mürşid olarak Bediüzzaman’dan aldığım dersle, seçilmiş bir hükûmete seçilmeden ortak ve hâkim olmaya çalışan bir teşebbüsün karşısında olmam gerekiyordu.
Neredeyse herkesin bu konuda suskunluğu tercih ettiği bir zamanda, 2013 yılının Kasım ayında akşamın geceye ağdığı bir vakitte bir haber kanalına çıkıp Gülen yapılanması ile ilgili eleştirilerimi açıkça dile getirmemin ardındaki saikler, işte bunlardı. Henüz 17/25 Aralık girişimleri vuku bulmuş değildi. O girişimler sonrasında da benim gibi birçok kişi seçilmiş siyasî iktidardan yana tutumu tercih ettiyse, bunun sebebi siyaseti sütten çıkmış ak kaşık sanıyor olmamız değil; bu girişimlerin ardındaki niyetin temiz siyaset olmadığını biliyor olmamızdı.
Kendi namıma ‘ilkesel’ açıdan alınacak tavır belli olduğu için tavrımı birçok kişiden önce belli etmişti. O sıralar taraflar arasında ‘maç henüz ortada’ gözüktüğünden hayatını hep ‘pozisyon alarak’ yaşamış kişiler ise beklemedeydi. Buna karşılık, sözkonusu yapının psikolojik harp unsuru gibi işgören bazı elemanları, sosyal medyada birbirleriyle ‘benim banka hesaplarımdaki hareketleri takip etmek gereğinden’ söz ediyorlardı. ‘Satın alınamayan adam’ın duruşundan ders alamayanlar, her zamanki hesapçılıklarıyla, meseleyi menfaat çukuruna çekmenin derdindeydiler. Öte yandan, şimdi sütten çıkmış ak kaşık gibi arz-ı endam eden kişiler o zaman ‘ne şiş yansın ne kebap’ modundaydılar. Misal vermem gerekirse, sonradan bana göre asla taşıyamadığı çok önemli bir mevkiye yerleşmiş bir kişi, kritik dönemeç olan 31 Mart seçimlerinden sonra bile bir müddet bu yapının gazetesinde köşe yazmaya devam etti. Benim ise iki derdim vardı. Risale-i Nur’un tertemiz iman hizmetine bir leke bulaşmasın ve biz hiçbir vesayetin gölgesinin düşmediği demokratik bir ülkede yaşarken dinî alanda da hegemonik yapıların tahakkümünden kurtulmuş halde olalım.
Aylar geçtikçe biri seçilmiş diğeri seçilmişin düne kadar ‘ne istediyse verdiği’ iki iktidar odağı arasındaki mücadelede ibrenin kimin lehine olduğu açıkça belirdikçe, düne kadar karşıya geçmek için bir sağa, bir sola, sonra tekrar sağa bakar halde duran birileri pozisyon alıp düne kadarki suskunluklarını örtbas etme ve kaybediyor olduğu anlaşılan yapıyla geçmiş ilişkilerini unutturma hırsıyla, seçilmiş meşru bir yönetime gayrimeşru bir şekilde müdahale eden yapıyla mücadeleyi sulandıracak bir seviyesizlikle meseleye müdahil oldular. Bir kere daha, ‘ahlâkın sınanma anları’ndan birinde seviyenin dibe vuruşuna şahit oluyorduk. Bu tablo karşısında, ulaşabildiğim mecralara endişe ve eleştirilerimi ilettim. Gördüm ki, ahlâkîlik diye bir dert bizim gibilerin lüksü. “Kavgada yumruk sayılmaz” anlayışı hâkim hale gelmişti, sonuç alıcı görülüyorsa herşeyin mübah görüldüğü bir seviyesizliğe geçilmişti. Düşmanıma da yapılsa doğru bulmayacağım işler oluyordu. O şartlarda, aynı hafta içinde iki ayrı yazı yazdım. Biri, ‘cemaat’ tarafındaki yanlışların serencamını eleştirel bir üslupla kaleme aldığım ve yakınlarda Serbestiyet’te yayınlanan “Ba’de Harâbi’l-Cemâa” başlıklı yazı, diğeri de kavganın galip gözüken tarafında uç veren arızalara dikkat çektiğim bir yazı olarak “Kapıdaki Tehlike.”
Şöyle diyordum bu son yazıda:
“‘Haklı mücadele adına’ söylentiler, şâyialar kol geziyor ortalıkta. Dahası, genetik kodlamalar da devreye giriyor. Bu meyanda, ‘faşizan kodlar,’ sadece bir tarafta değil, iki tarafta da boy veriyor. Bir mücadele yaşanırken, faşizmin ondan en uzakta olması gereken mü’minlerin dilini, olayları açıklama biçimini ve zihniyetini etkilemesi gibi bir gerçek karşımızda duruyor. Bu ise, içinde bulunduğumuz ahlâkî zemini feci şekilde enfekte ediyor. Tehlike açık ve büyük!”
Yazı şu cümlelerle son buluyordu:
“…‘İlkesel’ açıdan bakıldığında ‘doğru’ ve ‘haklı’ olan tarafta, ‘ilkenin’ izini takip ettiği için değil; bir menfaatin, bir nefretin, bir buğzun veya başka bir asabiyetin sevkiyle orada konuşlanan marazî kişilikler-düşünüşler de kendine bir yer bulabiliyor. Haklı bir mücadeleyi gayrimeşru yöntemler, faşizan kodlar ve hastalıklı üslup ile lekeleme, karartma, ‘enfekte etme’ riski içeren kişilikler-düşünüşler…
Bu tehlikenin farkında olmak ve bu zihniyet-dil-kodlara hiçbir şekilde müsamaha etmeden tavır koymak, kapıları ve pencereleri kapamak gibi bir yükümlülüğümüz var.
Ne diyordu Hz. Peygamber? “Asıl pehlivan, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiğinde kendisine hâkim olandır.”
Adaleti asabiyete çiğnetmeden en keskin kavgada bile asaletini koruyan yiğitlere selam olsun.”
Acıdır ki, bu haklı ve ahlâklı uyarıların çok az alıcısı vardı. Çokları, düne kadar başkalarının işgalindeki bir araziye hınçla kendi gecekondularını inşa çabası içine girmişlerdi. Bugünlere nasıl gelindiğine dair ciddi bir sorgulamayla, seküler yahut dindar hiç kimsenin ve hiçbir kesimin vesayet inşa edemediği, ‘herkesin ülkesi’nde ‘herkesin devleti’ olabilen adaletli ve demokrat bir yapı inşası için aslında gayet uygun zemin oluşmuşken, şimdi iradeler üzerinde yeni bir vesayetin kuruluyor olduğunu görüyordum. “Kapıdaki Tehlike”den birkaç ay sonra, buna dair tavrımı net şekilde ifade ettiğim bir başka yazı kaleme aldım. ‘Tek adamcılığa’ karşı çoğulcu, çok sesli, özgür, adil ve demokrat bir ortam inşa etmek yerine yeni bir tek adamcılığın inşasına razı ve taraftar olamazdım. Kemalizmin tek adamcılığından da, Fetullahçı tek adamcılıktan da hazzetmemiş biri olarak, inşa edilmekte olan yeni tek adamcılığa yönelik uyarılar yüklü “Tek Adama Karşı Tek Adamlar” başlıklı yeni yazıda şöyle diyordum:
“Bir kişinin ‘herşey’ demek olduğu, başka herkesin ise ‘hiçbir şey’e değmediği böylesi bir anlayışın ve anlatının, tepki çekmesi ve karşıtlarını üretmesi ise, anlaşılır olmanın ötesinde, beklenmesi gereken bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.
Gelin görün ki, bu ‘tek adam’ kültüne karşı çıkanların sergiledikleri anlayışa ve verdikleri reflekslere baktığımızda, aslında bu kültün ne kadar ‘güçlü’ olduğunu; karşıtlarını bile nasıl kendisine benzettiğini görüyoruz. Çünkü, bu tek adam kültüne karşı olanların büyük kısmının zihninde ve söyleminde, başka bir tek adam kültü bizi karşılıyor.
(…)
Bu noktada Kemalist/seküler kesimin tarihyazımı ile, muhafazakâr/dindar kesimin tarihyazımı, beraberinde bugüne ve yarına bakışı neredeyse aynı. İsimler değişse de, kalıp ve zihniyet aynen duruyor: bizden önce herşeyi bilen, herşeyi düşünen; bize sadece ‘uymak’ ve ‘uygulamak’ bırakan, düşünecek hiçbir şey bırakmayan ‘önder’ler…
Açık söyleyelim, ‘isim’ler değildir burada sorun olan, zihniyettir. Herşeyi tek adama indirgeyen zihniyet varlığını aynen koruduktan sonra, isimlerin değişmesinin hiç de anlamı yoktur. Çünkü yine zihinler yine ipoteklidir.
Gelin görün ki, üretilen ‘tek adam’ın ‘ismi’ne karşı çıkanların ‘tek adam zihniyeti’ne aynı şekilde karşı çıktığını söylemek mümkün değil. Dahası, düne dair Mustafa Kemal kültüne karşı Abdülhamid kültü üretilmişken, bugün için yeni ‘tek adam’ kalıpları da çıkıyor karşımıza.
Bazılarının ‘hocaefendi’leri var meselâ. O herşeyi ‘biliyor,’ zira—yakın dönemde istihbarat âlet ve ekiplerinin yardımıyla gerçekleştiği anlaşılmış da olsa— herşeyi ‘duyuyor,’ herşeyi ‘görüyor.’ Bizatihî kendi ifadesiyle, “o, ne sadece dün, ne bugün ne de yarındır. O bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir ‘sahibu’l-vakt’ ve bir ‘ibnü’z-zaman’dır” (bkz. Sızıntı, Mayıs 2001, başyazı).
Böyle bir anlayışın, bu anlayışın merkezindeki kişiyi de, bu anlayış etrafında kümelenen insanları da nerelere kadar sürükleyebileceğini açık gözlerle gördü bu ülke.
Ne var ki, bu anlayış ile mücadele ederken de, birileri bir başka ‘tek adam’ kültü geliştiriyor farkına vararak veya varmaksızın. Onların da ‘reis’leri var. ‘Reis’ herşeyi biliyor. ‘Reis’ herşeyin farkında. ‘Reis’ herşeyi yapacak. Başbakan dahil herkese, hepimize ise tek bir görev düşüyor: inanmak ve itaat etmek! O yapın diyorsa yapmak, durun diyorsa durmak.
Üstelik, ‘bugün’e dair bu söylem, ‘dün’den de bir destek alıyor. Bakın, ‘dün’ün herşeyi bileni-göreni Abdülhamid’e itaat edilmedi de ne oldu?
Velhasıl, dünü bugünü, sağı solu, dindarı lâdinîsi farketmeden, karşıtını da kendisine benzeten bir ‘tek adam’ kültü bütün tezahürleriyle karşımızda.”
Bu noktadaki uyarılarım daha kısa ifadelerle ama daha sık biçimde sosyal medyada da dile getirdim. Haşhaşîliğin bir çeşidi lehine diğeriyle mücadelenin ne anlamı olabilirdi ki! Meselemiz haşhaşîliğin bir çeşidini değil, dindar-seküler her çeşidini aşabilmekti. Kemalizme karşı Hamidizmler üreterek asla ‘dârü’l-adl’ (adalet yurdu) olabilen bir Türkiye tablosuna ulaşamazdık.
Gelin görün ki, dündeki ortaklığını örtbas etmek için bugün gayrinizamî yumruk savuranların tozu dumana kattığı zemindeydik. Bir taraftan, Fetullahçıların Ergenekon soruşturmaları sürecinde yaptığı ‘kendisi için tehdit olarak gördüğü herkesi bir ithamla çuvala doldurma’ yanlışının benzeri bu kez güya ‘paralel yapı’yla mücadele adına yapılıyordu. Bir kere daha ilkeselliğin ve ahlâkîliğin yitimi tablosu vardı.
Beri tarafta da, Bediüzzaman’ın ‘zalimlerin oyunu’ dediği satrancın mantığına uygun şekilde ‘piyonları’nı burada kaderiyle başbaşa bırakan mâlûm yapı ağır toplarını ülke dışına çıkarmaya başlamıştı.
Ve uzaklardan, tehdit yollu imalar duyuluyordu… Yaklaşmakta olan bir bela vardı.
(Devamı gelecek)