Ana SayfaYazarlarÇoğulcu yapıyı yok saymak

Çoğulcu yapıyı yok saymak

 

Anayasa değişikliğine yapılan en yaygın itirazlardan biri,başkanda temsil edilen yürütme ile (diğer kuvvetler olan)yasama ve yargı arasında denge ve denetleme mekanizmalarına yer verilmemiş olduğu. 

 

Gerçekten de maddelerinin tümünü birlikte değerlendirdiğimizde, hem yasama hem yargı üzerinde başkanın tartışılmaz bir üstünlük ve güçle donatıldığını görüyoruz. Değişiklikler kuvvetler arasında bir denge ve karşılıklı denetime göre değil, yasama ve yargıdan “üstün ve üstte” bir başkanın tüm sisteme hükmedebilmesine izin verecek şekilde düzenlenmiş.

 

Türkiye’de bizler, uzun yıllar çok partili siyasi hayat görüntüsü arkasında gizlenen bir vesayet rejiminde yaşadık. Bundan muzdarip olanların başında şüphesiz AK Parti ve tabanı geliyor. Muhtemeldir ki bu düzenlemeyi yapan ve onaylayanlar, yeni sistemin asker-yargı-idare bürokrasisiüzerinde halk tarafından seçilen bir liderin tam hakimiyetini sağlamak suretiyle bu tür bir vesayete asla izin vermeyecek bir sistem yaratmayı arzu ettiklerini söyleyeceklerdir.

 

Siyasetin bürokrasiye üstünlüğünün sağlanması haklı ve demokratik bir yaklaşım. Ne var ki düzenleme, siyaset kurumları arasında eşitsizlik gütmüş, başkanı güçlendirirken  parlamentoyu güdük bırakmış bulunuyor. Oysa vesayet karşısında siyaseti güçlendirmek demek, parlamentoyu  da güçlendirmek demek(ti). Bürokrasi karşısında siyaseti güçlendirmek demek, yürütmeyi yargı denetiminden azade kılmak değil, yargıyı alacağı kararlarla dengeleyici ve denetleyici işlevini yerine getirebilmesi için demokratik süreç ve usullere tabi kılmak demek(ti).

 

Bu yeni düzenleme ile bürokratik vesayet tehlikesinden kaçınıyor olabiliriz; ancak başka bazı ciddi tehlikelere tamamen açık hale geldiğimiz kesin. Kanaatimce bunlardan en önemlisi, bu düzenlemeyle çoğulcu sosyal-siyasal yapıyıyansıtamayacak ve hatt^q ilerde çoğulcu yapıyı baskılayabilecek bir siyasi sisteme kapının açılmış (açılıyor) olmasıdır.

 

Bütün siyasi toplumlar çoğulcu bir yapıya sahiptir. Yani eğer bir cemaatten bahsedilmiyorsa, tüm toplumlarda pek çok konuda farklılaşan sosyal kesimler ve bu kesimlere dayanan siyasi hareketler ortaya çıkar. Büyük toplumların çoğulcu yapısı, kamusal olana sahip olma veya kamusalı belirleme üzerinden şekillenen bir çatışma ve rekabet üretir.

 

Bu çatışmayla başa çıkmanın en yaygın yolu zora dayanmaktır. Çoğulculuğun yarattığı çatışmayı otoriter rejimler devlet imkânlarıyla belli bir kesimin kayırılması yoluyla; totaliter rejimler ise devlet gücüyle dayatılan bir hakikat yoluyla baskıaltına alırlar.

 

Çoğulculukla başa çıkmaya çalışmanın ikinci yolu demokrasilerden medet ummaktır.  Demokrasilerin varsa bir meziyeti, toplumun çoğulcu yapısını inkâr etmeden kamusal kararların alınabilmesini sağlamaktır. Demokrasilerdeki en temel meydan okuma, çoğulcu toplumsal yapıyı baskılamadan, hızlı ve etkili yönetimi sağlamaktır.

 

Anayasa değişikliği “güçlü yürütme, güçlü Türkiye” veya “istikrar” gibi kavramlar üzerinden savunuluyor. Evet,gerçekten de güçlü bir yürütme hem vesayetin engellenmesihem de hızlı ve etkin karar alma sayesinde demokratik bir sistemin işlemesinin önemli bir ayağını oluşturur. 

 

Lâkin dikkate alınmayan bir başka önemli husus var. 

 

Güçlü bir yürütmenin demokrasinin istikrarına, yanidemokrasiye duyulan güven ve umudun oluşmasına hizmet edebilmesi, toplumsal-siyasal çoğulculuğun sistemin içinde kendine dengeleyici ve denetleyici mekanizmalar yoluyla yer bulabilmesine de bağlıdır. Diğer kesimler rejimde kendilerine yer ve etki kanalları bulamaz ise, “iktidar sahibi” olanlar “rejimin de sahibi” olmuş demektir. 

 

Güçlü bir yürütmenin demokraside istikrarı sağlaması, söz konusu gücü sadece yürütme alanında kullanmasıylamümkündür. “Güçlü yürütme,” yasama ve yargı üzerinde hakimiyet kurarak tüm sistemi belirleyecek ve kontrol edecek bir üst ve üstün güce dönüşürse, bu demokrasinin “çoğulculuk” ayağında çökmeye yol açar. Çoğulculuğun yansımadığı bir siyasi sistem hep bir tarafa çekeceği için dengesini kaybeder. Bu dengesizliğin yaratacağı istikrarsızlık, “iktidar/rejim sahiplerini” sosyolojik-siyasi tepki ve talepleri gittikçe artan bir şiddetle bastırmaya yöneltir.

 

Parlamentonun da en az yürütme kadar güçlü olmasının önemi, diğer kesimlerin o dönem için yürütmeyi kazanamamış olsa bile, yasama yoluyla rejimi kendi talep ve tercihleri doğrultusunda etkileme imkânı bulmalarından gelir. Başkanlık seçimi o dönem için icrayı elinde tutacak olan tarafı belirler;ancak parlamento, çoğulcu toplumsal yapının sistemde temsil edilmeye devam etmesini sağlar.

 

Yargının denge ve denetlemenin bir ayağı olması, yargıçların ve mekanizmaların mümkün olduğunca siyasi çoğulculuğun temsiline uygun şekilde dağılması demektir. Kesimler arasındaki çıkar ve değer çatışmalarında karar verecek olan yargının, karar ve işlemlerinde sırf yürütmeyi elinde tutan çoğunluğu memnun edecek şekilde “silme” bir tek biçimliliğe dönüşmesini önleyecek şekilde teşkil edilmesi gerekir.

 

Velhasıl, yürütmeye veya çoğunluğa dahil olmasalar da insanların rejimin belli kademeleri ve alanlarında kendi lehlerine de sonuçlar ortaya çıkabileceğine inanması gerekir.Bu düzenleme, (federal sistemin yokluğu, seçim ve parti kanunlarının mevcut hali ve siyasi kültürümüz de eklendiğinde) başkanlık seçiminde muhalefette kalacakkesimlere belediye başkanlığı dışında pek bir etkili temsil ve hareket sahası bırakmamış gözüküyor.

 

Bana göre, anayasa değişikliğini hazırlayanlar iki temel varsayım üzerinden hareket etmişler: 

 

* Başkan ile parlamento seçimleri aynı zamanda yapılırsa, başkanın partisi parlamentoda çoğunluk partisi veya en kötü olasılıkla birinci parti olur.

 

* Türkiye’de merkez sağ seçmen ağırlıklı bir çoğunluğa sahiptir. Seçimler büyük bir olasılıkla bu sosyolojiyi temsil eden siyasi hareketin/partinin galibiyeti ile sonuçlanacaktır.

 

AK Parti’nin iktidar süreci, çevreye sıkıştırılan (yol boyunca büyüyen ve genişleyen) bir toplum kesiminin Kemalist vesayet sisteminin merkezine yürüyüşünün ve nihayetinde o merkezi ele geçirmesinin hikâyesidir. Bu anayasa değişikliği ise, söz konusu toplum kesimlerinin merkeze kalıcı ve kurumsal olarak yerleşmesini temin etmek üzere hazırlanmış gibi görünüyor. 

 

Bunda bir sorun yok. Sorun, bu değişikliğin en olası sonuçlarından birinin, bir bütün olarak diğer siyasi kesimlerin ve hareketlerin yeni rejim içindeki ve üzerindeki etkisi ve gücünü minimize edecek, hattâ onları dışarda bırakacak olmasıdır. Bu düzenleme, MHP ve AK Parti ortaklığında şekillenen dindar-milliyetçi bir sağ hareketin, başkanüzerinden kamusal sahanın her ayağında belirleyici olmasını mümkün kılıyor.

 

Bu düzenleme ile Kemalistler, sekülerler, Aleviler, sosyalistler, liberaller, eşcinseller veya Kürtçüler ve benzeri kesimlerin yeni rejimin ötekileri olma olasılığı çok güçlendirilmiş durumda.Düzenleme, yeni rejimin Sünni dindarlığı ve Türk milliyetçiliği ile tanımlanan bir merkez sağ siyasi hareketin rejimi olma riskini barındırıyor.

 

Vali ve rektörlerin atanmasından, bütün yargının belkemiği ve ana belirleyicisi olan HSYK gibi yargı idaresinin ve AYM gibi bir üst mahkemenin üyelerinin belirlenmesine, oradan parlamento üzerinde kontrol imkânına uzanan bir iktidar kullanımında, diğer toplum kesimlerinin etki ve yer edinmesi en hafif tabirle aşırı zorlaşmış durumda. Bunun sonucu, çoğunluğa sahip olanın, olması gerektiği gibi yürütme üzerindeki iktidarı değil, bütün rejim üzerindeki rakipsiz hâkimiyeti olacaktır.

 

Düzenlemenin dayandığı iki varsayım işlerse, diğer bloktakalanların talep ve arzu ettiği yasaların çıkması, kararların alınması, politikaların uygulanması, makam ve mevkilere gelebilmesi, politika belirleyebilmesi imkânları çok azalacaktır. Değişiklikteki asıl tehlike tek adam rejimi yaratmak değil, tek bir sosyolojik-siyasi kanadı rejimin tek ve asıl sahibi kılmak, diğerlerini “merkez”in dışına, “çevre”yeitmek olabilir.

 

Böyle bir durumda, yürütme ne kadar güçlü olursa olsun demokratik istikrar mümkün olmaz. Çünkü merkezden dışlanacak siyasî kesimler çok düşük bir orana sahip marjinal kesimler değil. Kabaca yüzde 60-70’e karşı gene de yüzde 40-30’a tekabül eden bir sosyolojik bölünmeden bahsediyoruz.

 

Bu yeni düzenleme belki “tek bir kazanan”a göre düzenlenmiş olabilir; ancak her seferinde sağ blokun kazanacağı garantisinin olmadığı da öne sürülebilir. Böyle olsa bile tehlike ortadan kalkmış olmaz. Bir yarışı kazananın her şeyi (kalıcı ve yapısal değil, sadece 5 yıllık bir süre için bile) elde ettiği bir sistem, o kazanan kim olursa olsun, demokratik istikrarsızlığa açıktır. 

 

Diğer taraftan, düzenlemeyi önerenlerin “karşı blok”unkazanma olasılığına yüksek bir oran biçmedikleri, başkanın yetkilerini düzenlerken gösterdikleri ihtiyatsızlıktan anlaşılıyor. Aynı şekilde, muhalefetin de değişikliğe verdiği tepkiden,  kendilerinin  kazanma olasılığına yüksek bir olasılık biçmediğianlaşılıyor.

 

Değişiklik, belli bir sosyal-siyasal kesimin hep kazanan olacağına güvenerek düşünülmüş olsa da, elbette öngörülmeyen sonuçlara yol açabilir. 

 

Çoğulculuğu yok sayan ve baskılayan bir rejim muhalefeti güçlendirebilir, başat siyasi hareketin çoğunluğun desteğiniyitirmesine yol açabilir. Veya, esas belirleyici iktidar gücü,toplum kesimlerinin değil bir parti oligarşisinin eline geçebilir.O takdirde söz konusu parti oligarşisi bir süre sonra devlet oligarşisi haline gelecektir.

 

Erdoğan faktörü sebebiyle yürütmenin diğer alanlar üzerindeki üstünlüğü “tek kişi” kavramı üzerinden tartışılsa bile, hemen Erdoğan sonrasında karizmatik bir lider çıkma olasılığı pek yok. Ayrıca, çoğunluğu koruyacak kadar geniş bir kitlenin “doğal olarak” birlikte ve konsolide biçimde hareket etmesi de pek mümkün olmadığından, bütün gücü parti üzerinden bir oligarşinin ele geçirmesi şaşırtıcı olmaz.

 

Anayasa değişikliği, farklı ve öngörülemeyecek sonuçlar üretebilse de, her halükarda en başından çoğulculuğu yok saymaktan kaynaklanan bir demokratik istikrarsızlık defosuyla yola çıkmış olacaktır.

- Advertisment -