Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİfade özgürlüğü nedir, ne değildir?

İfade özgürlüğü nedir, ne değildir?

Düşünce ve ifade özgürlüğü bütünüyle pozitif bir özgürlüktür. Hukuki sınırları çizip bu alanı korumaya alınca çizilen sınırlar içerisinde kendiliğinden gelişeceğini düşünmek, her türlü derdi kanunla ortadan kaldıracağını zannetmek ya da tarlasının sınırlarını yeterince belirginleştirince kendiliğinden ekilip biçileceğini düşünmek gibidir.

İfade, söz, yazı, eylem, vicdan ve din özgürlüğü gibi, hayatı anlamlı ve değerli yapan bütün özgürlüklerimiz, özünde düşünce özgürlüğüne dayanır. Bütün diğer özgürlüklerimiz, düşüncenin açık edilmesinden, dışa vurulmasından ibarettir. Düşünce ile eylem, ayrıştırılamaz biçimde iç içedir. Ayrı düşünüldüğü anda her iki taraf da hayatiyetini ve yararlı sonuçlar doğurma ihtimalini kaybeder. 

Düşünce, hayatın bizatihi kendisidir. Varoluşun ilk şartı ve nihai hedefidir. Bu özgürlük, özgünlük gerektirir. Kendilik ister. Acıyla yoğrulmuş bir derinlikte geçer. İnsan kişiliğinin kurulmasında en belirleyici etkendir. O nedenle, denilebilir ki düşünce ve ifade özgürlüğü bütün diğer özgürlüklerimizin kök nedenidir. Düşünce özgürlüğü olmaksızın kullanılan seyahat özgürlüğü gibi en sıradan ve en masum gözüken bir özgürlük bile anlamsız ve başıboş bir gezintiye dönüşür. Çalışma özgürlüğümüz, sonuçsuz bir yorgunluktur. Toplanma özgürlüğümüz, toplanmış olmakla sınırlı kalmaya mahkumdur! 

Hayatın kendisi düşünceden koptuğu anda, cansız bir yaşam demektir. Akışkanlığını ve yaratıcı enerjisini kaybetmiş, kaskatı kesilmiş bir düzen halidir. Vasatlığa teslim olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Buralarda, kanunlar düşüncelerin yerini alır. İnsanlar hep başkalarına göre düşünmekten yorulur, bir süre sonra kendilerini tanıyamaz hale gelirler. Sık sık, düşüncelerini en son bıraktıkları yere döner, başa sarıp kendine geldiklerini zannederler. Kişilikleriyle aralarındaki açıktan esen soğuk rüzgârda hep üşürler. Biraz ısınmak için hep hararetli tartışmalar arar, hınçlı ve kinli bir dille saldırarak bu melanetten kurtulmaya çalışırlar. Olmak yerine sahip olarak yaşamayı seçer, her şeyi “davalaştırarak” açıkları kapamaya uğraşırlar.

Düşünce eksikliği hayatı çekilmez bir çileye dönüştürdüğü için çekilen ıstıraplar çoğu kez dava uğruna üstlenilen fedakarlıklarla karıştırılır. Çilecilik, ahlak sanılır. Oysa karşılıksız çekilen çile, her şeyi yavanlaştırır ve besleyiciliğini yitirmesine neden olur. Yapaylık hakikiliği her durumda alt edecek bir hal alır. Böyle değilmiş gibi yapar, sayısız yapay canlılıklar -ve de düzensizlikler! – üretir, mutluymuş gibi yaşayıp gideriz ama içten içe yaşadığımız hakiki boşluk her duraklamada kendini bize hatırlatır ve bu durum, derinlerde, düşünce özgürlüğünün olmayışından kaynaklanır. Bunu duymak ve düşünmek istemeyiz! Yaşayıp gitmek neyimize yetmemektedir! Zaten, hayatın anlamı denilen şey, tam olarak nedir? Ölümle sonuçlanacaksa her şey, neden bir süreliğine olsun yaşamak istenmesindir? 

Ne var ki insan olmaktan dolayı tam da içimizdeki bu ses düşünceye dönüşemediğinde durmaksızın çığlık olup bağırmaktadır. Hayatın anlamı, içimizin boşluklarında her gün daha güçlü ve bize rağmen kendi alanını oluşturmaktadır. Susturmak için ya daha gürültülü dış dünyalarda dolaşır, kalabalıkların arasına karışır ya da iyice sessizleşir, bir köşeye siner, insanlardan uzak durmaya çalışırız ve böylelikle, içimizdeki çığlığın duyulmamasını sağlarız. Oysa, düşünce de sessizlik sever, en çok kendi halindeki sessizliklerde varlığından haz duyarak kendini belli eder. Yalnız kalındıkça çığlık kendiliğinden azalır, insanlardan uzaklaştıkça içimizi saran bir kıpırdanışla yanımıza yaklaşır. Anlamla düşünce en çok sessizliğin içinde kucak kucağadır. Belki de düşünce denilen şey en insani faaliyet olsa da tam olarak insanın kendisine ait olmayan bir ilahilik taşır. Bunu hissedip bir türlü yaşayamamaktan fena halde sıkılırız. O andan itibaren, düşünmeden yaşamanın yeni yollarını bulmalıyızdır. Daha çok spor, daha çok sanat ve daha çok kitap okuyarak bu işin üstesinden gelebileceğimizi zannederiz. Siyasi partiye üye olur, sivil toplumda çalışırız. Toplumdaki her şeye fazlasıyla duyarlıyızdır. Her yıl bağış yapmaktayızdır. İklim değişikliği konusunda hassasızdır. Her şeyin hakikisini satın almakta, karbon salınımına göre davranmaktayızdır. 

Ne kadar bastırsak da düşünce, önünde sonunda dayanamayıp kendini içimizdeki kafesten dışarı atıp mahkumiyetinden kurtulmak ister ve her birimiz, bu yönüyle aynı zamanda birer düşünce polisi gibiyizdir. İlk günahımız kendi düşüncelerimizle ilgilidir. Daha düşünce ortaya çıkmadan olası öngörülemez sonuçlardan korktuğumuz için sert tedbirler alır, kendi kendimizi var olan ve kabul edilmiş olanlarıyla yetinmeye zorlarız. İçimizden kurtulan düşüncenin ilk ortaya çıkaracağı şey, bütün yaptıklarımızın içi boş birer aldanış, menfaatlerle yüklü gösterişler olduğunu yüzümüze çarpmak olacaktır. Düşünmeden yaşamanın acısıyla yüzleşmekten kaçmak için kendimize düşman kesiliriz. İçsel düzensizlikten, zihinsel kargaşalık halinden ve kontrolü kaybedip alışılageleni bozmaktan delice uzak durmaya çalışırız. 

O nedenle, düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçek anlamda hayat bulması için ilk başta her birimizin kendi içimizde özgürleşmek isteyen düşünceye gerçek anlamda saygı göstermemiz gerekir. Bunu yapmak zannedildiği gibi bireysel ve içsel bir tutumdan ibaret de değildir. Aynı zamanda çok gerekli dışsal ve toplumsal şartlara bağlıdır. Düşünmek, doğuştan getirdiğimiz bir yeti olsa da düşünebilmek, inşa edilen bir toplumsal kültürdür. Kendi başına kolay var olamaz. Özgür olmayan toplumlardan büyük düşünürler çıkabilse de düşünebilen bir toplum çıkamaz. Önemli olan, bireylerin değil toplumun düşünebilmesidir. Başka bir ifadeyle düşüncenin kültüre dönüşebilmesidir. Özgürlük, kendimize ya da birilerine, topluma ya da otoriteye karşı ileri sürüldüğünde anlam kazanan bir değerdir. İçinde her zaman karşıtlık barındırır. 

Dolayısıyladır ki, “hiç düşünce özgürlüğü olmasaydı düşünce özgürlüğü yoktur denilebilir miydi” önermesi, anlamsız ve içi boş bir mugalatadır. Düşünce özgürlüğünün olmadığını söyleyebilmek, esasında “söylemek istediğim sayısız düşüncem var fakat söyleyemiyorum” demektir. “Düşündüğümü düşünemiyorum” ya da “düşündüğüm gibi yaşayıp hareket edemiyorum” demek de olabilir ama asla bir özgürlüğün varlığına işaret edici değildir. Bunu düşünce özgürlüğünün varlığına bağlayanlar, her an soluduğumuz havanın varlığını kanıtlamak için nefessiz kalmayı önerenlere benzerler. Bu dünyada ölüden dirinin çıkamayacağını bilememektedirler. 

İnsanda düşünme yetisi doğuştan olmakla birlikte onun gelişmesi, serpilmesi, incelmesi, yararlı sonuçlar üretir bir çaba haline gelmesi, koşullara bağlıdır. İlk yaşlardan itibaren içinde şekillendiğimiz her toplulukla birlikte belirlenir. Küçüklükten itibaren sözüne değer verilmeyen, konuşamayan, yazamayan, karşı çıkamayan, tartışamayan, tavır koyamayan insanlar giderek düşüncenin bereketli alanından uzaklaşırlar. O nedenledir ki düşünce ve ifade özgürlüğü esasında negatif bir özgürlük, yani, genel geçer tariflerde olduğu gibi insanların görüş ve düşüncelerini herhangi bir baskı, sınırlama, sansür ya da kontrol etme çabası olmaksızın serbestçe ifade etmesi demek değildir. Bu, batılı bir tanımdır. Düşünce ve ifade özgürlüğünü, böylesi bir sınırlandırılmamaya ve dışsal etkileri ortadan kaldırmaya bağlamak hukuki bir tanımlamadır. Oysa, gerçek anlamda düşünce özgürlüğü düşüncenin varlık ve gelişme koşullarının sağlanması demektir. Batıda toplumsal kültür, bu koşulları sağlayıcı olduğu için hukuk ve yasalar bunun bozulmasını engelleyici bir role sahiptir. Bizde ise bu koşullar toplumsal-kültürel alanda güçlü şekilde yer etmemiş olduğundan, batıdan aktarılan hukuki tanımlar, zaten olmayan bir şeyi dışsal engellerden korumak gibi bir sonuçsuzlukla maluldür. Hatta, toplumsal-kültürel gelişimi engelleyici bile olabilir! 

Diğer bir anlatımla, düşünce ve ifade özgürlüğü bütünüyle pozitif bir özgürlüktür. Hukuki sınırları çizip bu alanı korumaya alınca çizilen sınırlar içerisinde kendiliğinden gelişeceğini düşünmek, her türlü derdi kanunla ortadan kaldıracağını zannetmek ya da tarlasının sınırlarını yeterince belirginleştirince kendiliğinden ekilip biçileceğini düşünmek gibidir. 

Kanunla her şeyi yapmak mümkün olsa da en son şey düşünce kabiliyeti geliştirmek olabilir. Kanunların sağladığı korunaklı alan çoğu kez öyleymiş gibi zannettiğimiz bir yanılsama doğurucudur. Genellikle de en güçlüye, en çok imkân sahibine yarayarak zaten duyulan seslerin -bu kez kanunu da arkasına alarak- büsbütün ötekileri bastırmasına neden olur. Sessizliğin içinde her gün azar azar büyüyüp zincirlerini kırmak isteyen düşüncenin en güçlü sese dönüşmesine yol açmaz. 

Düşünce ve ifade özgürlüğü, kutsaldır ve her kutsal gibi bütün kalbimizle inanmayı gerektirir. Aksi halde, olan bitene bir türlü inanamadığımız, içi boş ve anlamsız bir hayat bizi beklemektedir. 

Ve son söz, düşünce özgürlüğü, olmadığı söylendiğinde değil olduğu söylenmediğinde gerçek anlamda hayat bulmuş demektir. 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik