Ana SayfaDış HaberRÖPORTAJ | Nigar Göksel: Ermenistan için öncelik, Türkiye ile sınırın açılması

RÖPORTAJ | Nigar Göksel: Ermenistan için öncelik, Türkiye ile sınırın açılması

Bu söyleşide konuğumuz Nigar Göksel, konumuz ise Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan ilişkileri. Göksel, kariyeri boyunca Türkiye’de ve yurtdışında sivil toplum alanında ve uluslararası ilişkiler araştırmalarında çalışmış, özellikle Kafkasya ve Türkiye konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından. Ayrıca benim neredeyse 40 senelik arkadaşım. Bu söyleşiyi onunla uzun zamandır yapmak istiyordum, yoğun programı arasında vakit ayırdığı için kendisine minnettarım. Kafkasya hakkında yerel ve geniş bir networke dayanan tecrübesini bu sayfadan aktarabilme fırsatı bulduğumuz için de ayrıca memnunum. Zamanlama açısından önemli bir gelişmeye denk geldik; söyleşi yayına girmeden bir gün önce Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın 20 Haziran’da Ankara’ya gelerek Erdoğan ile görüşeceği haberi geldi. Bu görüşme Ermenistan’dan Türkiye’ye ilk resmi devlet başkanı ziyareti olmasının önemini taşıyor. Burada yer alan değerlendirmeler tarihi ziyaretin sunduğu potansiyelleri anlamamız açısından ışık tutucu olacak. Göksel’in bilgi ve birikimini derinlemesine ve samimiyetle paylaştığı bu röportaj, kendisine de söylediğim gibi, umarım bir anı kitabının ilk adımı olur. Keyifli okumalar...

Nigar, bize kariyer geçmişinden ve Kafkasya bölgesindeki çalışma süreçlerinden bahsedebilir misin? Bildiğim kadarıyla bölge ile ilgin ilk olarak üniversite sonrasında Azerbaycan’ın Washington Büyükelçiliği’nde çalışmanla başlıyor.

Kafkasya’ya yolum biraz tesadüfen düştü, sonra hayatın akışıyla evrildi. Koç Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okumuştum ama mezun olunca elimdeki diplomayla ne yapacağımı pek bilemedim. O sırada bana en mantıklı gelen şey, gidip Washington’da tecrübe kazanmaktı.

İş aramaya başladım ve karşıma Azerbaycan Büyükelçiliği’nde büyükelçi asistanı pozisyonu çıktı. Henüz Azerbaycan enerji ihraç etmiyordu, boru hatları yoktu, dolayısıyla Bakü’nün kasaları dolu değildi. Elçilik, mütevazı bir apartman katında faaliyet gösteriyordu. Nispeten yeni bağımsız olmuş bir ülkenin temsilciliği olduğu için diplomat sayısı da çok azdı—altı, yedi kişiydik. Bir anda kendimi hiç tanımadığım bir dünyanın içinde buldum. ABD Kongresi’nde yoğun lobi mücadeleleri, Azerbaycan’la ilişki kuran dev enerji şirketlerinin markajı, sürekli hareketli bir ortam… Çok şey öğrendim, ve bu memleket özlemiyle de birleşince, Azerbaycan’ın davasını hızla içselleştirdim.

Bu arada kendimi Ermeni diasporasının hedefinde buldum. Hem Türkiyeliyim hem Azerbaycan Büyükelçiliği’nde çalışıyorum. Bu birleşim onlar açısından ideolojik bir tetikleyiciydi ve beni hedef almalarına sebep oluyordu. Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadıklarının bedelini Azerbaycanlılar mı ödüyor diye hissetmeye başladım. Tarihle ilgili bilgim de henüz yüzeyseldi; 22 yaşındaydım, yıl 1998’di.

2001’de Türkiye’ye dönüp TESEV’de dışişleri eski müsteşarı Özdem Sanberk’le çalışmaya başladım. O dönemde Kafkasya üzerine dışişleri bakanlıklarının da aktif katılım gösterdiği, yüksek düzeyli bölgesel işbirliği konferansları organize ediyorduk. Hem devlet temsilcilerinin yer aldığı resmi temaslar (Track 1) hem de akademi, sivil toplum ve medya gibi aktörlerini buluşturan yarı-resmi diyaloglarda (Track 2) yer alıyorduk. Jeopolitik gerilimlerin nasıl aşılabileceğine dair yaratıcı fikirlerin yeşerebildiği, cesur ve yapıcı platformlar kuruyorduk.

Bu dönemde, Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nun İstanbul ayağında sekreterya görevini üstlendim. IREX adlı Avrasya odaklı bir akademik kurumun da Türkiye temsilcisiydim. Bu süreçte Ermeni tarafının tek tip bir düşünce yapısına sahip olmadığını gördüm; diasporada da Ermenistan’da da bireylerin meselelere yaklaşımı oldukça çeşitlilik gösteriyordu. Türkiye devletinin pozisyonlarını da daha derinlemesine öğrendim. Bazılarını ne yazık ki kaybettiğimiz, bölgenin ‘aksakalları’ sayılan isimlerle yakın dostluklar kurdum. Aralarında bugün hâlâ ‘mentörum’ diyebileceğim kişiler var. Kafkasya’nın her üç ülkesinde kuvvetli bağlar geliştirdim. Belki de bu yüzden, bölgede köprüler kurmak benim için sadece profesyonel bir mesele değil, kişisel bir amaç haline geldi. Orta yolu arama ve bulma arzumu mesleki bir görevden çok, içsel bir sorumluluk gibi taşıyorum.

İlerleyen zamanda bir Avrupa düşünce kuruluşu çatısı altında Azerbaycan ve Ermenistan’da sahada çalıştım; ücra köylerde, küçük kentlerde yaşadım, öğrenci gruplarına sunumlar yaptım. Bazen çok sert, bazen son derece kucaklayıcı deneyimler yaşadım. Bu tecrübeler coğrafyayla kurduğum bağı daha da derinleşti.

Üç ülkenin—Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan—geçmişleriyle bugünleri arasındaki düğümler o kadar iç içeydi ki, bunu yaşayarak görmek belki de beni diğer analistlerden ayıran etken oldu. Çoğu kişi Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini anlar, üzerine Ermenistan’ı eklemler. Ya da Türkiye-Ermenistan ilişkilerine odaklanır ve Azerbaycan’ı o bakışla okur. Azerbaycan-Ermenistan meselelerini Türkiye’den bağımsız olarak çalışan Türkiyeli uzman da çok sayıda değil. Ben bu üçlüyü -Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan’ı- yalnızca birer ülke olarak değil, içiçe geçmiş tarihsel anlatılar, kimlikler ve politik çıkarlar üzerinden birbirini etkileyen çok katmanlı bir yapı olarak tanıdım. 10 yıldır International Crisis Group’un Türkiye Direktörlüğü’nü yürütüyorum. Her üç ülkenin en üst düzey diplomatlarıyla temas kurma ve sahadaki dinamikleri yakından izleme fırsatım oluyor, ve bu üçgende değişen çıkar dinamiklerini anlamaya ve yorumlamaya çalışıyorum.

Bu samimi özgeçmiş, hem senin kariyerine hem de belki son 20 yılın sivil toplumuna ışık tutan bir giriş oldu. Bence yakın zamanda, hafızan hala bu kadar berrakken, anılarını kaleme almalısın. Konumuza güncel bir noktadan girelim; Azerbaycan-Ermenistan arasındaki 2020 Karabağ savaşı sonrasında bölgede nasıl bir yeniden yapılanma gözlemliyorsun diye sormak isterim ama tabii tarihsel arka planı da göz ardı etmemiz pek mümkün değil, ne dersin?

Tarihsel arka plan herşeyi etkiliyor. Ermenistan da, Azerbaycan da kendi acılarına odaklanıyor; bu da barış sürecini karmaşıklaştırıyor. 1990’larda Ermeni güçlerinin Dağlık Karabağ’ın yanı sıra, komşu yedi Azerbaycan ilçesini de ele geçirmesi Azerbaycan toplumunda derin bir mağduriyet hissi yaratmıştı. Bu bölgelerin iki etapta – 2020 ve 2023’de –geri kazanılması ise Azerbaycan’a özgüven ve rahatlama getirdi. Bu hissiyat sokakta da sezilebiliyor. 

Azerbaycan’ın kontrolü yeniden ele geçirdiği bölgeleri son birkaç yıldır her sene ziyaret ettim. Ağdam gibi terkedilmiş yerlerde yalnızca yıkıntıların kaldığı o kasvetli sessizlik içindeki alanlar, göz alabildiğine uzanıyor. Hava tertemiz.  Mayın temizleme çalışmaları ilk ve en önemli iş. Savaş sonrası başlayan yeniden inşa faaliyetleri, Türk şirketlerin üstlendiği altyapı ve imar projeleriyle hızla ilerliyor. Çok modern yollar, köyler, kentler yapılıyor. Tabi Bakü’ye vs. yerleşmiş olan yüz binlerce yerinden edilen insan eski memleketlerinin yeni haline geri dönmek isteyecek mi, iş güç sosyal çevre vs. gibi konular ne olacak, henüz bilmek zor.

Nisan ayında (2025) Bakü’deydim, Aliyev’in konuşma yaptığı bir etkinlikte yer aldım. Konuşmasında, Azerbaycan’ın 30 yıl boyunca müzakere masasında taviz vermeye açıkken, Erivan’ın Karabağ çevresindeki, Ermenilerin hiç yaşamadığı ilçeleri (rayonları) bile geri vermeye yanaşmadığını vurguladı. Ve bu süreçte Bakü’ye, “Savaşı kaybettiniz, toprak kaybını kabul edin, yolunuza devam edin” diyen özellikle batı ülke lider ve temsilcilerinin çifte standartlı davrandıklarını hatırlattı.

Azerbaycan, uzun yıllardır yaşadığı mağlubiyet ve aşağılanma duygusunun ardından, bugün “hadi hemen Ermenistan’la barış imzalayın, bakın onlar zor durumda” şeklindeki dış baskılardan son derece rahatsız. Şu an daha çok “kendi vaktimde, kendi şartlarımla ilerlerim” fikrinde. Aliyev’in konuşmasında batıya sitem ve küskünlük vurgusu vardı: Sanki Batı’nın ona hak vermesi (recognition) beklentisi içinde. Yıllar boyunca kendisine destek verilmediğini, toprak bütünlüğü ihlalinin görmezden gelindiğini; şimdi ise topraklarını kendi çabalarıyla geri aldıklarında bile Ermenistan tezlerinin savunulmaya devam ettiğini düşünüyor olabilir.

Üstelik halk da uzun süre savaşa hazırlanmışken, bu ruh halini bir anda tersine çevirmek kolay değil. Toplumun damarlarına işlemiş bir seferberlik ve Ermenistan karşıtlığı vardı; şimdi buradan dönüş, toplumun kodlarını değiştirmeyi zorunlu kılıyor. Ancak Aliyev’in Ermenistan’a yönelik açıklamalarında sert bir üslup dikkat çekiyor. Bu söyleme eşlik eden silahlanma süreci de göz önüne alındığında, Bakü’nün şu aşamada barışı önceliklendirmediği yönünde soru işaretleri doğuyor.

Öte yandan, 100.000’i aşkın Ermeni nüfusun Karabağ’dan kitlesel kaçışı, Ermenistan toplumunda derin bir travma oluşturdu. Savaşın hemen ardından Erivan’a gittiğimde, şehirde belirgin bir çöküntü ve mağduriyet hissi hâkimdi. Her ne kadar Karabağ hukuken Azarbaycan toprağı olarak tanınsa da, buradan sökülmüş olmak Karabağ’ı “vatan” bilen insanlar için oldukça derin bir yara. Ayrıca, 1915 olaylarının oluşturduğu tarihsel hafıza ve travma, Karabağ’daki son göçle birlikte yeniden canlanıp derinleşti.

Türkiye’nin Azerbaycan’ın savaşı kazanmasındaki belirleyici rolü ve buna karşılık Rusya’nın Ermenistan’a beklenen desteği vermediği algısı ile birleşince, Ermenistan halkı kendini daha da güvensiz hissediyor.

Öte yandan, Ermenistan’ı da “bitti mahvoldu, sürünüyorlar” gibi düşünmek de bir yanılgı olur. Bu yıl (2025) Mayıs’ta Erivan’a gittiğimde sokaklar hiç görmediğim kadar canlıydı. Ekonomik hareketlilik dikkat çekiciydi: Rusya’yla doğrudan ticaret yapamayan birçok uluslararası firma, Ermenistan üzerinden iş yapmaya yönelmiş. Ayrıca kalifiye Rus ve Ukraynalıların gelmesiyle bazı sektörlerde gözle görülür bir dinamizm oluşmuş.

Aktardığın bu gözlemler dikkate alındığında, Mart 2025’te Azerbaycan ve Ermenistan tarafından üzerinde anlaşılan barış metni hakkında ne düşünüyorsun? Anlaşmanın imzalanması ve uygulamaya konulması nasıl bir süreç içinde gerçekleşebilir? Takip ettiğim kadarıyla imzalanabilmesinin önünde bazı engeller de ortaya çıkmış durumda.

Mart 2025’te üzerinde anlaşıldığı açıklanan, dört sayfa ve on yedi maddeden oluşan anlaşma metni, Azerbaycan ve Ermenistan arasında 30 yılı aşkın süredir devam eden ihtilafın çözümünde önemli bir dönüm noktası. Bu metnin, dış aktörlerin müdahalesi ve aracılığı olmadan, ikili yürütülen bir süreçle şekillenmesi, yani mesela Rusya veya ABD güdümünde olmaması, yerel sahiplenme nosyonu açısından özellikle değerli.

Buna karşın, metnin ne zaman imzalanacağı hâlâ belirsiz. Her iki taraf da topu birbirinin sahasına atıyor: Erivan “hemen imzalamaya hazırız” derken, Bakü metnin imzalanabilmesi için önce Ermenistan anayasasındaki bağımsızlık bildirgesine yapılan Karabağ’a dair atfın kaldırılmasını şart koşuyor. Çünkü bu bildirgede “Dağlık Karabağ’la yeniden birleşme” hedefi zikrediliyor. Azerbaycan bunu kendi toprak bütünlüğüne karşı açık bir iddia olarak okuyor. Esasında, Paşinyan yönetimi, Karabağ üzerindeki taleplerini tamamen geri çekmiş durumda, yerinden edilen insanların dönmesini bile gündeme getirmiyor. Hedefini sınırların açılması, ekonomik kalkınma ve komşularıyla Ermenistan’ın güvenliğininin tehtid altında olmadığı ilişkiler kurmak olarak tanımlıyor. Bu yapıcı ve pragmatik yaklaşımın ödüllendirilmesi gerektiğini düşünen çok sayıda aktör var. Zira Paşinyan bu yaklaşımının bir getirisi olduğunu halka gösteremezse, yeniden aşırı milliyetçi, Rusya yanlısı ya da diaspora destekli eski elitlerin geri dönmesinden endişe ediliyor.

Ancak anayasa değişikliğine gitmek, bu etapta Paşinyan için ciddi bir siyasi risk. Bu konu, yani Bakü’nün diretmesiyle anayasa değiştirme tavizi, Ermenistan toplumunda hassas, ve muhalefetin elini güçlendirme potansiyeli var. Üstelik seçimler de önümüzdeki yıl. Paşinyan anayasa değişikliğini seçim sonrasında yapacağını söylese de, Bakü buna güvenmiyor. Savaş öncesinde Karabağ’ın Azerbaycan’a geri verilmemesi konusunda son derece şahin söylemleri olan Paşinyan’ın değiştiğine ve yeni bir vizyon benimsediğine inanmıyor, onu oportünist buluyorlar. Paşinyan tutumunu değiştirebilir, veya koltuğunu kaybedebilir, ve bir şekilde Erivan fırsatı olunca pozisyon değiştirip yeni taleplerle gelebilir diyorlar. Bu nedenle, Ermenistan’ın Karabağ’dan vazgeçtiğini yalnızca Paşinyan ve çevresinin bugünkü inisiyatifiyle değil, referandumla kabul edilmesinin kalıcı olacağı düşüncesiyle taleplerinde diretiyorlar. Yani aslında mesele biraz da sıralamada düğümleniyor. Paşinyan önce anlaşma imzalansın sonra anayasa değiştiririz derken, Bakü Erivan’a güvenmiyor, ve eli kuvvetliyken geleceğini garantiye almakta ısrar ediyor.

Anayasa değişikliğinin Ermenistan’ın iç politikasında hassas bir konu olmasının yanı sıra, Erivan’da kilit şahıslar Bakü’nün taleplerinin bununla bitmeyeceğinden endişeli. Örneğin Ermenistan’ın silah alımlarına ya da AB ile yakınlaşmasına zaman zaman karşı çıkan Bakü’nün, ileride bunları da anlaşmanın imzalanması ya da sınırların açılmasının ön koşulu haline getirebileceğini düşünüyorlar. Yani karşılıklı derin bir güvensizlik sözkonusu ve dolayısıyla süreç tıkandı.

Geçtiğimiz Nisan’da (2025) Antalya Diplomasi Forumu’ndaki konuşmamda da belirttiğim gibi, Ermenistan anayasasındaki Karabağ’a dair revizyonist ifadelerin kaldırılması talebi anlaşılır. Ama doğrusu bu başlı başına rövanşizmi zaten ortadan kaldırmaz. Yani, Anayasa değiştirildiğinde, Karabağ’ı geri alma hayaliyle yaşayan herkesin bu hayalden hemen vazgeçmesini beklemek de malesef gerçekçi değil. Yasal metinlerden ifadelerin çıkarılmasıyla bir daha toprak savaşı yaşanmayacağını da garantilemek mümkün değil. Belki de sınırların açılması, rövanşizme karşı daha etkili veya kalıcı bir panzehir olabilir. İnsanlar temas eder, ekonomik bağımlılık oluşmaya başlarsa, taraflar daha ılımlı pozisyonlara evrilebilir mi?.. Tabii bunun da bir garantisi yok. Muhtemelen normal komşuluk ilişkileri kurulsa da bazı kesimler nezdinde bu taleplerin tümüyle ortadan kalkmasını beklemek gerçekçi olmayabilir. Önemli olan, barış iradesinin üstün gelmesi için gerekli denklemleri kurmak ve sürdürmek.   

Bütün bu karmaşıklık yanında tabii bir de Türkiye faktörü var. Son dönemde Türkiye- Ermenistan arasında yeniden yakınlaşma adımları görüyoruz. Türkiye-Ermenistan diyaloğunun yönü ve temposu Azerbaycan-Ermenistan barışını nasıl etkiler? Üçlü barış mümkün mü?

Aslında burada tersine bir etkileşim söz konusu. Yani Türkiye-Ermenistan diyaloğunun yönü ve temposunu esas olarak Azerbaycan-Ermenistan barış sürecinin gidişatı belirliyor. Ankara, bu süreçte Bakü ile mutabakat içerisinde Erivan’la atacağı adımları şekillendiriyor. Ermenistan ile Azerbaycan arasında zemin yerine oturunca Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin de ivme kazanması ve üçlü düzlemde daha bütüncül bir barış inşası beklenebilir.

Türkiye, 2021’de Ermenistan’la başlattığı normalleşme sürecini, Azerbaycan ve Ermenistan arasında yürütülen barış görüşmeleriyle senkronize ilerleteceğini vurgulamıştı. Karşılıklı olarak özel temsilciler atandı; ardından yolcu uçuşlarının yeniden başladı. Kargo taşımacılığının açılması gibi somut adımlar atıldı. 2022 Temmuz’unda üçüncü ülke vatandaşları için sınırın açılmasına karar verildi; fakat bu adım uygulanmadı, muhtemelen Bakü onaylamadığı için.

Ermenistan için öncelik, Türkiye ile sınırın açılması. Bu sebeple, Ankara, 1993’ten beri bu konuya hep şu çerçeveden baktı: “Sınırı açarsak, Ermenistan Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarından çekilmez.” İlişkilere bakarken şu önemli gerçeği hiç bir zaman unutmayalım: Azerbaycan, Türkiye için sadece kimliksel yakınlık taşıyan bir kardeş ülke değil, aynı zamanda stratejik bir ortak. Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan Orta Koridor’un da kilit ülkesi. Türkiye-Azerbaycan ilişkisi, ABD-İngiltere veya ABD-İsrail ilişkileri ile kıyaslanabilecek kadar derin ve çok katmanlı. Özellikle 2010’dan sonra Bakü, bu ilişkiyi pekiştirmek adına Türkiye’deki siyasal elitlerle, kamuoyuyla ve iş çevreleriyle karşılıklı çıkarlara dayalı güçlü bağlar kurdu. Türkiye ile arasında kendi pozisyonlarına uyum ve karşılıklı bağımlılıklar oluşturma çabasına girdi. Ve bunda başarılı oldu. Bugün Ankara,  Bakü ile eşgüdüm içinde olmak üzere, Bakü’nün pozisyonunu güçlendirmek için belirlediği aşamalı plan ve zamanlama önceliklerine uyum sağlıyor.

İşte bu çerçevede,1993’ten beri Türkiye-Ermenistan sınırının açılmaması, Azerbaycan’la dayanışmanın bir sonucu.. 1993’te Ermeni güçlerinin Kelbecer’e ilerlemesiyle Ankara, Erivan’la müzakereleri durdurdu; o tarihten bu yana diplomatik ilişki kurulmadı ve sınır kapalı kaldı. Uluslararası toplum, Azerbaycan’ın toprak kaybına ve yerinden edilen nüfusuna sınırlı ilgi gösterirken, Ankara bu “sınır açma havucunu” bir baskı unsuru olarak elinde tuttu. Bu politika yıllarca sonuç vermese de İkinci Karabağ Savaşı sonrası Ermenistan’ın verdiği tavizlerde önemli etkisi oldu.

Bir de şöyle bir gerçeklik var: Türkiye-Ermenistan sınırının açılması, ekonomik olarak Türkiye genelinde büyük bir sıçrama yaratmayacak. Etkisi muhtemelen daha çok sınırdaki illerle sınırlı kalacak. Üstelik Azerbaycan-Ermenistan sınırı kapalı kaldığı sürece, Türkiye-Ermenistan hattı Türkiye açısından küçük bir piyasaya çıkmaz sokak niteliğinde. Öte yandan Türkiye’nin önde gelen inşaat şirketleri, Azerbaycan’daki yeniden yapılanma sürecinde aktif rol oynuyor. Ayrıca mesele yalnızca ekonomi değil; jeostrateji ve iç siyasetin de güçlü etkisi var. Türkiye, Azerbaycan’la kenetlenmeden, bölgede İran ve Rusya’yı dengeleyemez bakış açısı güçlü. Sonuç olarak, Türkiye-Ermenistan diyaloğu Azerbaycan-Ermenistan süreciyle tamamen iç içe yürüyor. Bu denklemde Erivan, her iki aktörle aynı anda ilişki kurmaya çalışırken manevra alanını oldukça daralmış hissediyor.

Peki genelde daha teknik ve detay bir konu olarak gözüken ancak belki de arka planda berlileyici olan ulaşım hatları, yani bağlantısallık (connectivity), tartışmalarında durum nedir?

Aslında bu mesele, hâlâ önemli bir tıkanma noktası. Azerbaycan, ana karasıyla Türkiye sınırındaki ayrık toprağı Nahçıvan arasında kesintisiz bir koridor oluşturacak Zengezur hattı üzerinden “unimpeded access” (kesintisiz erişim) talep ediyor.

Ermenistan’ın temelde iki meselesi var: birincisi “unimpeded access” kavramıyla ilgili. Erivan, bu hat üzerinden ilerleyecek araçların Ermenistan topraklarından geçerken gümrük ve kontrol işlemlerine tabi tutulmasının egemenliğinin doğal bir gereği olduğunu iddia ediyor. İkinci mesele: bu hattın tek seçenek olmamasını, Ermenistan’ın iç bölgelerine uzanan ve kendi ekonomisine de katkı sağlayacak daha bütüncül bir entegrasyon modeli kurulmasını savunuyor.

Bakü, bugünkü durumda, bunları karşılayacak güvene sahip değil. Yarın Paşinyan gider, yerine daha şahin bir lider gelir ya da Rusya, Ermenistan üzerindeki nüfuzunu yeniden artırırsa, Azerbaycan taşıtlarının bu hattan geçişi riske girebilir diye düşünülüyor. Bu nedenle hukuki olarak serbest geçişin garanti altına alınmasını istiyorlar.

Fiziksel altyapı yatırımları bir anlamda evliliğe benziyor: Bağ kurduğunuz ülkenin güvenilir olması, yarın bu yolları size karşı kullanılabilecek başka güçlerin etkisi altına girmeyeceğine dair bir güven ortamı gerektiriyor. Bugün için Bakü, Ermenistan’ın güvenilir bir ortak olacağına tam olarak ikna olmuş değil. Ama burada da klasik bir “yumurta mı tavuk mu” ikilemi doğuyor: Ermenistan sürece dahil edilmezse, uzun vadede güvenilir ve istikrarlı bir ülkeye dönüşme ihtimali zayıflayabilir.

Son dönemde Avrupa’nın bu konuya ilgisi belirgin biçimde arttı. Çünkü Rusya’dan geçmeyen, Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan yeni ulaşım hatlarının geliştirilmesi artık jeopolitik bir öncelik . Türkiye için de bu hatların, kendisini merkez alan bir yapıyla kurgulanması büyük önem taşıyor. Gürcistan’ın istikrarsızlaşma riski ya da Rusya etkisine açık hale gelmesi halinde, alternatif güzergâhların Ermenistan’dan geçmesi için istikrarlı siyasi ilişkilerin kurulması kaçınılmaz hale geliyor.

Son dönem gelişmelerini dikkate aldığımızda Ermenistan iç siyaseti ve batılı ülkelerin yaklaşımları sence gelecek süreçleri nasıl etkileyebilir?

Paşinyan hükümeti son birkaç yıldır Azerbaycan’la barışa ve Türkiye ile normalleşmeye odaklı bir siyaset izliyor. Bu doğrultuda, “Gerçek Ermenistan” adını verdiği bir kavram geliştirdi. Savunduğu ideoloji; ülkenin mevcut, uluslararası tanınan sınırları içinde egemenliğini ve kalkınmasını önceliklendirmeyi içeriyor. Tarihte Ermenilerin yaşadığı topraklar üzerinde hak iddia etmeyen; komşularıyla geçmiş mağduriyetler temelinde değil, işbirliğine odaklanan gerçekçi ve pragmatik bir yaklaşım.

Bu dönüşüm Ankara tarafından olumlu karşılanıyor. Yakın zamanda Ankara’da yaptığım bir toplantıda bir diplomat, “Bir Ermenistan devlet başkanından duyacağımızı hayal bile edemeyeceğimiz bir söylemi var” dedi.

Ancak kilise, örgütlü diaspora ağları ve eski rejimin etkisini sürdüren muhalefet odakları, Paşinyan’ın Ermenistan kimliğini dönüştürme çabasına şiddetle karşı çıkıyor. Bu yeni yaklaşımın toplumda kalıcı olup olmayacağı henüz net değil.

Ekonomideki görece toparlanma ve kamu hizmetlerindeki iyileşmeler, Paşinyan’ın elini güçlendiriyor. Buna rağmen toplumun bir kesiminde ona yönelik ciddi bir antipati mevcut. 2020 savaşından yenik çıkmasına rağmen, 2021 seçimlerinde yeniden kazanması önemli bir başarıydı. Ancak 2026 seçimlerini tekrar kazanacağının bir garantisi yok; hem içeride hem dışarıda yoğun baskıyla karşı karşıya. Küçük partilerin bir araya gelerek Paşinyan’ın siyasi ağırlığını sarsmaları ihtimal dahilinde.

Paşinyan, bir yandan Batı’dan ekonomik ve güvenlik desteği arayışında, çünkü Bakü ve Ankara’dan beklediği karşılığı alamazsa, kendini kırılgan bir zeminde bulabilir. Moskova’nın Ukrayna’daki pozisyonu rahatladığında, Erivan üzerinde yeniden kontrol kurmaya yöneleceğini düşünenler az değil.

Paşinyan’ın yerine geçebilecek bir liderin, Türkiye ve Azerbaycan’la yürütülen mevcut sürece daha şahin yaklaşması büyük bir olasılık. Yeni bir iktidar, muhtemelen daha Rusya yanlısı olur—her ne kadar toplumun önemli bir bölümü savaşta yardım etmediği için Moskova’ya mesafeli olsa da. Dolayısıyla Batı, Paşinyan’ın elinin güçlenmesini arzuluyor. Bu hedef doğrultusunda da Türkiye’nin sınırları açmasının, en kestirme yol olduğunu savunuyorlar.

Barış ve istikrar için açılmış olan fırsat penceresinin, yakın zamanda olumlu ve etkili adımlar atılmazsa, kapanma riski ne kadar yüksek?

Kesin bir yargıya varmak istemem ama bu riskin arttığını düşünüyorum. Jeopolitik dengeler kayabilir. Bir taraftan da Ermenistan’da toplumsal sabırsızlık artıyor. İleride geriye bakıp “o zaman bu adımı atsaydık, işler bozulmadan önce kalıcı bir ilerleme sağlanabilirdi” deme ihtimalimiz var. “Sınırı açmak Ermenistan’ı ödüllendirmek olur, rövanşist çevreler hâlâ var, burunları biraz daha sürtsün” yaklaşımı, tüm taraflar için kaybettiren bir sonuca yol açabilir. Çünkü Ermenistan’ın kırılganlıklarını istismar ederek Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamaya çalışacak aktörler bu ortamdan faydalanabilir. Bunlar arasında İran, Rusya ya da Türkiye’nin artan nüfuzundan rahatsızlık duyan bazı Batılı ülkeler de olabilir.

Ama karşı argümanlar da var. Örneğin, Ermenistan’da daha otoriter ve Moskova’ya yakın bir liderin işbaşına gelmesinin Aliyev’in ve belki de Türkiye’nin işine gelebileceğini savunanlar var; çünkü demokratik normlara ya da AB entegrasyonuna mesafeli bir liderle Bakü kendini daha fazla “konfor alanında” hissedebilir. Bakü ve Ankara, bu bölgede Rusya ile Batı arasında denge politikası yürütmeye devam edebilir. Savaşı kazanmanın özgüveniyle Bakü’nün daha maksimalist yaklaştığını düşünenler de var. Aliyev, meşru gördüğü taleplerin karşılanmasını mı bekliyor, yoksa kişisel bir hesaplaşma duygusuyla mı hareket ediyor, ya da ABD, Rusya veya başka aktörlerle ilişkili olarak beklediği bir karşılık mı var… Doğrusu, kesin olarak bilmek mümkün değil.

Ermenistan’ın, pragmatik bir iktidar altında kendini daha güvende hissetmesi ve ekonomik alternatiflere sahip olması, hem Azerbaycan’ın hem de Türkiye’nin çıkarına olabilir. Sınırların açılması ve bölgesel entegrasyon güven gerektiriyor, ama bu adımlar atılmadıkça güven de tesis edilemiyor. Üstelik şu anda ekonomik ve güvenlik açısından oldukça kırılgan bir konumda olan Ermenistan, Batı’dan destek arıyor; bu da Bakü’nün güvensizliğini daha da artırıyor. Özellikle de şu sıralar bölgede en aktif olan Batılı aktör Fransa’nın Azerbaycan karşıtı olduğu yönündeki algı nedeniyle. Kısaca, her iki liderin çekincelerini anlamak mümkün ama sonuçta karşılıklı güvensizlikten beslenen bir kısır döngü ortaya çıkmış durumda.

Devlet politikalarını ve uluslararası etkileşimleri derinlemesine konuştuk. Biraz da toplumsal ilişkiler ve sivil toplum çalışmalarına dair gözlemlerinden bahsedebilir misin? 2000’lerin başında yaşanan Türkiye-Ermenistan yakınlaşma sürecinde sivil toplumlar arasında muazzam bir hareketlilik görmüştük. Bu dönemde aynı enerjiden bahsetmek mümkün mü?

2021’den bu yana yürütülen Türkiye-Ermenistan normalleşme süreci, 2008–2010 dönemindeki süreçten farklı olarak sivil toplum ve kamu diplomasisi açısından daha zayıf. Bu dönemde özel temsilciler atandı, devlet başkanları arasında üst düzey görüşmeler gerçekleşti, dışişleri bakanlıkları bazı somut adımlar attı. Ancak karar alıcılarla sivil toplum arasındaki etkileşim nispeten sınırlı kaldı; toplumsal katılım da oldukça zayıf. Oysa, belirli bir noktadan sonra, normalleşmenin yalnızca devletler düzeyinde değil, halklar arasında güven inşasını da içeren çok katmanlı biçimde ilerlemesi gerekecek.

Öte yandan değerli STK çalışmaları yok değil. Ermenistan ile Türkiye arasındaki sivil toplum diyaloğu, özellikle 2000’li yılların başından itibaren Batılı devletler ve vakıfların desteğiyle yürütüldü. 2009’dan itibaren ise Avrupa Birliği finansmanda ön planda oldu. Gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve gençlik grupları arasında yürütülen projeler, özellikle diplomatik ilişkilerin yokluğu döneminde iletişim kanallarını açık tutma işlevi gördü. Ancak bu projeler ne karar alıcıları ne de geniş toplumsal kesimleri etkileyebildi; ayrıca karar alıcılara yakın düşünce kuruluşları ve STK’lar tarafından yürütülmediler.

Bugün Ermenistan’daki bazı önemli aktörlerin, vaktinde  Hrant Dink Vakfı’nın değişim programlarıyla Türkiye’de zaman geçirmiş olması, bu tür projelerin çarpan etkisini gösteriyor. Ancak bu etki daha çok Ermenistan tarafında gözlemleniyor; Türkiye tarafında izi daha sınırlı.

Türkiye ve Ermenistan toplumları arasında belirgin bazı asimetriler var. Türkiye hem daha büyük bir ülke, hem de çok daha fazla dış politika dosyasına ve hassas ihtilafa sahip. Ermenistan’a her gittiğimde şaşırıyorum; Türkiye’yi çok yakından takip ediyorlar. Oysa Türkiye’de Ermenistan çok daha az gündemde. Bu asimetri yakın zamanda yapılan bir saha araştırmasında da ortaya çıktı. Türkiye genelinde Ermenistan meselesi, Suriye, Ukrayna ya da PKK gibi öncelikli konuların gölgesinde kalan bir dosya. Bu sebeple, Ermeni tarafında, Türklerin Ermenistan konusuna ilgisiz kaldığı yönünde yaygın bir kanı var. Bu dengesizlik uzman çevrelere ve sivil toplum projelerine de yansıyor. Türkiye sivil toplumu Ermenistan’a aynı derecede sistematik bir ilgi göstermiyor.

2020-2023 Azerbaycan-Ermenistan savaşı Türkiye-Ermenistan sivil toplum çalışmalarını da etkiledi ve hâlâ tam anlamıyla aşılmamış bir kırılma yarattı. Pek çok Ermeni sivil toplum aktörü, savaş sırasında Türkiye’deki STK’lardan yeterince ses çıkmamasını ve Ankara’nın rolünün sorgulanmamasını eleştirdi. Ancak bu eleştiriler, Türkiye’deki sivil toplumun maruz kaldığı baskıları ve giderek daralan sivil alanı çoğu zaman göz ardı etti. Buna ek olarak, başka bir boyut daha olabilir: Türkiyeli muhataplarıyla uzun yıllar Karabağ konusunda konuşmamayı tercih etmiş Ermenistan STK temsilcileri, bu konuda bazı Türkiyeli meslektaşlarının Azerbaycan’ın Karabağ ihtilafında meşru bir pozisyonu olduğunu düşündüğünü anlamamış olabilir. Ermenistanlı STK’ların 1915 konusunu gündemde tutarken, Azerbaycanlıların yaşadığı travmalara değinmemeleri, Türkiye tarafında bir çifte standart izlenimi yaratmış olabilir.

Son dönemde katıldığım STK diyalog platformlarında, kültürel nitelikte projelerin yanı sıra pratik fikirler geliştirilmeye çalışılıyor. Bunlar arasında; ekonomik aktörler ve sınırlara yakın belediyeler arasında bağ kurmak,sınırların açılmasının yaratacağı barış iklimiyle doğacak ekonomik fırsatların (peace divident) anlatılması, diasporanın ilgisini çekebilecek, Doğu Anadolu ve Ermenistan’ı kapsayan ortak turizm projeleri; karşılıklı medya temsilcileri yerleştirilerek daha kapsamlı medya yansımalarının sağlanması; Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’den sivil aktörlerin birlikte yer alabileceği üçlü formatların oluşturulması gibi öneriler var.

Ancak sınırların yakın zamanda açılması olası değilse, bu tür çalışmalar anlamlı bir zemine oturmaz. Hatta yüksek beklentiler yaratılırsa, sonrasında ters tepebilir ve derin bir hayal kırıklığına dönüşür. Zira sınırın açılması Bakü’nün oluruna bağlı olduğu ve zamanlaması öngörülemediği için, sanki gerçekleşecekmiş gibi beklenti yaratmak mevcut güvensizliği daha da artırabilir. Bu da özellikle Ermenistan tarafında ‘yine umut verildi ama hiçbir şey değişmedi’ hissiyatını güçlendirecektir.

Son ama önemli bir konu, sitemizin temasına da uygun olarak, kadın siyasetçiler ve karar vericiler Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan üçgeninde ne kadar etkililer?

Üst düzey karar alma mekanizmalarında, diğer birçok dış politika dosyasında olduğu gibi, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde de kilit karar vericiler çoğunlukla erkek. Ancak her iki ülkede de dışişleri bakanlıklarında önemli kadın aktörler var. Bununla birlikte, lidere erişim açısından bakıldığında, Paşinyan’ı etkileyen çemberde sayıca daha fazla kadın var, Ankara’ya kıyasla.  Sivil toplum çalışmalarında ise hem Ermenistanhem Türkiye’de kadınlar çok daha ön planda. Kültür, sanat, medya ve akademi projelerinde kadınlar bireysel olarak çok güçlü temsil ediliyor. Süreç daha geniş tabana yayılır ve sivil toplum boyutu genişlerse, veya devlet katında normalleşme gerçekleşirse, kadınların sesi de doğal olarak daha çok ön planda olacaktır.

*Bu röportaj ilk olarak Sessiz Olmaz blog sitesinde yayınlamıştır.

Türkiye – Azerbaycan – Ermenistan Üçgeninde Açılımlar

- Advertisment -