Son dönemde Sayın Cumhurbaşkanı “iç cephenin güçlendirilmesi” söylemini tekrar tedavüle soktu. Takip edebildiğim kadarıyla muhalefetin büyük ekseriyeti de toplumsal gerçekliğimizin yerinde bir tanımıymış gibi sahiplendi ve olması için neler olması gerektiği üzerine bu kavramın kullanımını besleyen argüman geliştiriyor.
Cumhurbaşkanı‘nın “İç Cephe” Kullanım Bağlamı
Cumhurbaşkanı, “iç cephe” kavramını hangi bağlamda kullanıyor diye bakarsak, özellikle Türkiye’nin dış politikadaki adımları, terörle mücadele ve ekonomik zorluklar gibi konularla ilişkili olarak kullandığı gözlemlenmektedir. Bu kullanım, genellikle ulusal birlik ve beraberliğin önemi vurgulanarak, içte yaşanabilecek ayrışmaların dış tehditler karşısında ülkeyi zayıflatacağı argümanına dayanmaktadır. Ancak bu vurgu, beraberinde “iç düşman” veya “cepheleşme” algılarını da beslediği ve güçlendirdiği ortadadır.
Bana göre “iç cephe” kavramının günümüz Türkiyesi’nde sorgulanması ve hatta reddedilmesi gerektiğini düşündüren birçok temel neden var:
1. Askeri Köken ve Savaş Terminolojisi
“İç cephe” kavramı, doğrudan askeri bir kavramdır ve savaş lügatına aittir. Kurtuluş Savaşı gibi olağanüstü koşullarda, ülkenin bekası için topyekûn bir mücadelenin ve milli seferberliğin zorunluluğunu ifade etmesi doğaldır. Ancak günümüzde, çok zayıflatılmış olsa bile direnmeye çalışan demokratik bir rejimde ve nispeten barış koşullarında bu kavramın kullanılması, toplumun kendi iç dinamiklerini bir savaş alanı gibi tanımlama tehlikesini barındırır. Sivil siyasetin dili, çatışma ve düşmanlık değil, uzlaşma ve ortak zemin arayışı üzerine kurulmalıdır.
2. Toplumsal Kutuplaşmayı Peçeleme ve Meşrulaştırma Riski
Bu kavramın kullanılması, aşılması için uğraşılması gereken kutuplaşmayı ve toplumsal ayrışmayı “normal” veya “kabullenilebilir” bir durum gibi gösterme riskinin de ötesine geçmektedir. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkan bu tür bir ifade, adeta “içeride cepheler var” gerçeğini teyit eder niteliktedir. Cephelerin olduğu yerde siperler de olsa gerek düşüncesi çok uzak olmasa gerek? Oysa demokratik bir toplumda hedeflenmesi gereken, farklı görüşlere sahip bireylerin bir arada barış içinde yaşayabildiği, diyalog kanallarının açık olduğu bir atmosferdir. “İç cephe” söylemi, bu hedefle çelişmektedir, aksini güçlendirmektedir.
3. Demokratik Süreçlere ve Muhalefete Etkisi
“İç cephe” algısı, siyasal muhalefeti veya farklı düşünen kesimleri potansiyel bir “iç düşman” olarak konumlandırma tehlikesi de taşır. Demokratik toplumlarda muhalefet, denetim ve denge mekanizmalarının önemli bir parçasıdır. Eleştirel seslerin “iç cepheyi zayıflatmak” gibi algılanması, ifade özgürlüğünü kısıtlayabileceği gibi sağlıklı demokratik tartışma ortamını da zehirlemektedir. Muhalefetin bu kavramı sahiplenip “iç cephenin sağlamlaştırılması” üzerine fikir geliştirmesi de, demokratik hakların bu kadar ezildiği ülke gerçekliğine rağmen, tehlikenin farkında olunmadığını göstermektedir. “Siperler” ve “cepheler” olan bir toplumda, demokratik katılım ve diyalog nasıl mümkün olabilir? Bunun sınırlarını kim belirler?
Otoriter rejimlerin klasiği olan “iç cephe” kavramsallaştırması, iktidarın belirlediği güç diskurudur, ne hikmetse muhalefet sorgulamadan tabi olmaktadır.
4. Anayasal Sorumluluk ve Milletin Birliği
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre Cumhurbaşkanı, milletin birliğini temsil eder. Göreve başlarken edilen yemin, milletin bölünmez bütünlüğünü korumayı taahhüt eder. Bu bağlamda, siyasal tartışmaların merkezine “iç cephe” gibi ayrıştırıcı bir kavramın yerleştirilmesi, Cumhurbaşkanının anayasal sorumluluğuyla çelişmektedir. Sorumlu makamlardaki kişilerin, ülkedeki endişeleri dahi dile getirirken, toplumsal durumu tanımlamak için savaş terminolojisi kullanmaktan kaçınması beklenir.
Sonuç: Demokratik Bir Dil ve Ortak Bir Gelecek İnşası
Toplumsal sorunları ve farklılıkları ifade etmek için “iç cephe” gibi savaş terminolojisi içeren kavramlardan uzak durulması, sağlıklı bir demokrasi ve geleceğe yönelik ortak bir vizyon için hayati önem taşımaktadır. Aşırı kutuplaşma hali üzerine düşünmek ve çözüm yolları aramak başka bir şeydir; toplumu “cepheler” üzerinden tanımlamayı doğal kabul etmek ise bambaşka bir şey.
Türkiye’nin ihtiyacı olan, toplumsal farklılıkları bir zenginlik olarak gören, diyalog ve uzlaşma zeminlerini güçlendiren, “cepheler” yerine “ortak paydalar” üzerine odaklanan bir siyaset dilidir. Bu dil, vatandaşları birbirine kenetleyecek, kutuplaşmayı azaltacak ve demokratik bilinci yükseltecektir. Aksi takdirde, “iç cephe” söylemi, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşerek, toplumsal barışı ve birliği tehdit etme potansiyelini artıracaktır.