Güzel annem

Annem, gitti. Her tarafı tuhaf bir tek başınalık. O bile değil. Anlatılamıyacak bir eksiklik. Bir olmamışlık. Çürümüşlük hissi. Öyle yetimlikle, öksüzlükle alâkası olmayan bir duygu. Yaşanacak hiçbir şeyin kalmadıklığı. Çocukken annemden utanırdım ben. Bu utanma hissini sanırım okulda edindim ama o okul, annemi oraya getirerek annemle barışmamı, onu kabullenmemi de sağladı bir bakıma. Hayatımdaki tek protesto mitingine (Başörtüsü Yürüşüyüşü) katılmamı da anneme borçluyum. Onun için hissettiklerim zorladı beni o katılmaya.

Annem ve babamla çekilmiş ilk fotoğrafım 1973 yılına ait. Bu fotoğrafı da Cumhuriyete borçuluyum-itiraf ederim. Sonrasında, fotoğraf çekmenin kolaylaştığı yıllara gelinceye kadar neredeyse hiç yok. Cumhuriyet’in 50. Yılı münasebetiyle tertib edilen ilkokullar arasındaki şiir ve kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. 

Fatih İlkokulu’nda 50. Yıl şerefine çay, gazoz ve kuru pastadan ibaret bir kutlama töreni düzenlendi. Öğretmenim İzmir’den, Çankırı bozkırındaki yağlı saçlı ve yoksul çocuklara (Çankırı’da tüm taşrada olduğu gibi, yoksullarla orta hallilerin okulları ayrılmıştı-iyi niyetli Cumhuriyet ülküsüne rağmen) iyi şeyleri yüksünmeden, yükselmeden öğretmeye hayatını adamış Doğan Kayıhan, annemin ve babamın mutlaka katılmasını istedi. 

Annem, babama, “postacı, sen git, ben gelmiyeyim” dedi. Ben o güne kadar yıl sonu karne dağıtımına bile gelmiyen, gelmek istemiyen annemin bu kararından pek üzülüyor gibi değildim, çünkü annem başörtülüydü, giyimi kuşamı arkadaşlarımın annelerine hiç benzemiyordu, farklıydı ama ben sahte bir yüreklilikle öğretmenimin “ikisinin de kesinlikle gelmesi gerekiyor” dediğini söylemekle yetindim. Çünkü çocukken annemden utanırdım ben. Bu utanma hissini sanırım okulda edindim ama o okul, annemi oraya getirerek annemle barışmamı, onu kabullenmemi de sağladı bir bakıma. Hayatımdaki tek protesto mitingine (Başörtüsü Yürüşüyüşü) katılmamı da anneme borçluyum. Onun için hissettiklerim zorladı beni o katılmaya. 

Neyse. Annem yine de en güzel giysilerini giydi. Babam postacı elbisesini tekrar tekrar ütüledi. Törende önce aldığım mükafâtlarla (Scriks bir dolma kalem ve Nacar bir kol saati) fotoğraflar çektirildi. (Bu fotoğrafların bir yerden belli bir ücret karşılığında alınması gerekiyordu, aybaşı aysonu derken sanırım gecikti; hatırladığım kadarıyla öğretmenim ya da okul müdürü eve götürülmek üzere bir zarf içerisinde bana teslim etti). Sonra içerde bir müddet oturuldu. Okulun öğretmenler odasında büyük bir masanın etrafında çay ve gazoz eşliğinde yenilen kuru pastayı gösteren kutlama toplantısı fotoğrafını maalesef bulamıyorum. Oradaki en ayrıksı tiplerin anne ve babamın olduğu, herkesin “normal” davranmaya çalışarak, havadaki garipliği gidermeye gayret ettiği dün gibi aklımda. Pek rahat değildiler; bitince de pek memnun acelece kalkıp gittiler-bana sen gel bile demediler. 

Fakat o fotoğraflardaki herkesi, en sonunda da annemi kaybettim. Annem, gitti. Babam öldüğümde kendimi bir tür yalnızlık hissi içinde buldum ama annem öldüğünde, farkına vardım ki ben artık tam bir adam değilim. Tamlığı sağlıyacak, sağlamasa bile, ona inandıracak bir kök kalmadı artık. Her tarafı tuhaf bir tek başınalık. O bile değil. Anlatılamıyacak bir eksiklik. Bir olmamışlık. Çürümüşlük hissi. Öyle yetimlikle, öksüzlükle alâkası olmayan bir duygu. Yaşanacak hiçbir şeyin kalmadıklığı. 

Annemin kendi yaş grubunda ve benzer “kökenlere sahip” kadınların bir çoğu gibi uzun ve zor bir ömrü oldu. Hayatı boyunca muhtelif hastalıklarla boğuştu, depresyondan depresyona sürüklendi. Yaşarken iki evlâdını kaybetti. Ondan sonra babamla hayata nasıl tutundular, ne hissettiler hiç bilmiyorum ama ömürleri boyunca bu ızdırabı taşıdılar. Bu ızdırabı paylaşamadılar etraflarıyla, kalan çocuklarıyla. O ızdırapla yaşadılar hep. Benim canım annemden öğrendiğim bir sürü şey var; ama en önemlisi başkalarına acımanın, çok ama çok acımanın, Allahın içini acıtacak kadar büyük olmamasına dairdi. “Güzeli herkes sever ama ötekileri Allah için sevmek gerekir, çünkü onları da o yarattı” derdi mesela. Uzunyoldaki evimizde, bacaklarını bir kazada kaybeden, onların yerine geçirilen plastik kanatlarla kaplumbağa gibi sürünerek yürüyen ve adını şimdi hatırlıyamadığım bir kadını mahalleden geçerken mutlaka durdurur ve bazen de zorla karnını doyururdu. Sarıbaba Mahallesi’ndeki evde geceleri sık sık doğuma çağrılırdı. Öyle bir ün edinmişti. Bayramları gittiğimde oturup tatlı tatlı dedikodu ederdik. Bu dedikodu seansı olmadığında da hafif gücenirdi. 

Annemi kaybettim. Annem öldü; bu nasıl söylenir, nasıl kabul edilir, nasıl davranılır hiçbir fikrim, hiçbir hissim yok. Annem yok artık. Kardeşim Erdoğan Çakır’ın annesi için yazdığı şiiri ekliyor ve göçüp gitmiş bütün annelere, sanki ihtiyaçları varmışcasına, rahmet diliyorum. 

ANNEYİ YAZMAK

Herkes annesini yazdı ya 

Ben yazamadım. 

Benim annem 

Şiirlere sığmayacak gariban bir kadındı 

Öldüğünde şöyle dedim: 

O girmeyecek de kim girecek cennete? 

Herkes, öyle, dedi

Adını andı. 

Herkes annesini yazdı ya 

Ben yazamadım. 

Elinde bir kuru ekmek 

Sulara batırdı da yutamadı 

Dişleri düşmüş ağzından 

Aradı, bulamadı 

Yapılıyor, geliyor, geldi dedik 

İnandı. 

Herkes annesini yazdı ya 

Ben yazamadım. 

Kalemi kâğıdı aldığımda her defa

Ellerim yandı. 

- Advertisment -