44 ülkeden 500’e yakın aktivistin 47 tekneyle Gazze ablukasını delme girişimi İsrail’in korsan bir devlet olarak karakterinin teşhir edilmesini sağladı.
İzak Rabin’in katilini övmek, yerleşimciler tarafından bir çocuğun yakılmasını kutlamak gibi sicil kabarık bir terörist olan Ben Gvir gibi yobaz bir berduşun Ulusal Güvenlik Bakanı olması yeterince şarlatanlık değilmiş gibi bir de terli terli, nefes nefese aktivistlerin gözaltında tutulduğu yerlere gidip onlara terörist diye hakaretler ettiği sahneler tam anlamıyla bir çadır devleti görüntüsüydü.
Greta Thunberg’in sırtına İsrail bayrağı takıp ortalıklarda dolaştırdıkları anlara ilişkin videoları da umarım yayınlar da bu devletin dünya üzerinde bıraktığı karbon izinin gelecek nesiller için ne büyük bir tehdit olduğunu Obama bile görür.
Gazzeliler tekneleri göremese de bu dünyada onları düşünen ve bunun için riske giren her milletten insanlar olduğunu gördüler.
Muhtemelen yalnız olmadıklarını hissetmek, devasa bir savaş makinesi ve müttefikleri karşısında sumud hislerini yeniden kamçılamıştır.
Gazze için o küçük teknelere binip, İsrail gibi dengesiz bir devletin üzerine doğru bu mevsimde dalgalı Akdeniz’de yol almayı, gözaltına alınmayı göze alan herkes kahramandır.
Cesaretlerini ve niyetlerini sorgulamak o teknelere binememiş kimseye düşmez.
Uğruna bu cesareti gösterdikleri ve hala sürmekte olan büyük trajediyi unutmayan bir vakarla, onu gölgelemeden ve spotları hep Filistinlilere doğru tutarak tecrübelerini paylaşmalarını tavsiye edebiliriz en fazla.
Ama bu küresel eylem tecrübesinden bizim de öğreneceklerimiz var.
2010’da Mavi Marmara ile Gazze deniz ablukasını delme girişimlerine Türkiye ve İHH öncülük etmişti.
Ama bu kez tekneler Gazze’ye daha yakın olan Türkiye’den kalkamadı.
Demokrasiden geriye pek bir şey kalmamış Tunus’ta bir solcu sendika ve komünist parti aktivistlere ev sahipliği yaptı.
Tunus, İspanya, İtalya ve Yunanistan’dan tekneler kalktı.
Sebebini kimse açıklamadığı için bilmiyoruz.
Belki Türkiye’den kalkan teknelere İsrail’in göstereceği muamele farklı olacağı için, belki siyaseten ve diplomatik olarak Avrupalı ülkelerle İsrail’i karşı karşıya getirmek hem daha kritik hem de daha güvenli olduğu için….
Belki de daha fazla gün denizde kalıp, kamuoyu oluşturmak için…
Suriye’de son aylarda kafa kafaya gelmiş İsrail ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmeme gayreti, Bakü arabuluculuğuyla varılan çatışmasızlık prensip anlaşması yüzünden de olabilir.
Ama sebebi her neyse devletin Türkiye’den kalkacak sivil teknelerin Ankara’ya mal edileceği kaygısı tam da üzerinde konuşmamız gereken şey.
2010’da Mavi Marmara bir küresel sivil toplum ittifakı ve İHH’nın inisiyatifiyle kalkmıştı. Hatta Başbakan Erdoğan bu yüzden daha sonra meşhur “Giderken bana mı sordunuz” çıkışını yapmıştı.
Bu söz eleştirildi ama tam da olması gereken buydu.
Tabii ki bir sivil toplum girişimi giderken Başbakan’a sormamalıydı.
İspanyollar, İtalyanlar, Yunanlılar, İsveçliler giderken, Gazze’ye gemi kaldırırken kendi Başbakanlarına sormadıkları gibi.
İşte buna sivil toplum diyoruz.
Tam da bu mesafe, devletlerin başını belaya sokan değil, onların önünü açan bir mesafe.
Eğer bir ülkede sivil toplumun devletten izin almadan eylem yapması mümkünse, o eylemlerin sorumluluğu da devletlerine kalmaz.
Yani Türkiye’nin limanlarından kalkıp Gazze’ye gitmeye çalışan bir geminin hesabı o zaman Ankara’ya sorulmaz.
Ankara da “Buradan kalkmasın, bunu bizden bilirler, güvenliğiniz riske girer” diye düşünmek zorunda kalmaz.
Tıpkı kimse İtalya’dan kalkan gemiler için Roma’yı suçlamadığı gibi.
Sivil toplumun bu özgürlüğü devletin muhataplarına karşı elini rahatlatır.
Ama aynı zamanda elini de güçlendirir.
Çünkü devletin diplomatik sınırlar, uluslararası hukuk yüzünden yapamayacaklarını sivil toplum yapabilir.
Sivil toplum ön açar, el kuvvetlendirir, “vatandaşlarımız devleti zorluyor”, “ne yapalım sivil toplum bizim ülkemizde özgür onlara karışamayız” demek lüksü de verir.
Ama maalesef Türkiye 2010’dan 2025’e buradan çok uzaklaştı.
Sivil toplum, giderken Başbakan’a dahi sorulmayan ülkeden, giderlerse devletten bilirlere geriledi.
O yüzden de tekneler 15 yıl sonra Türkiye’den kalkamadı.
İkinci ders yine sivil toplum üzerine çarpıcı bir ders.
Dünyada sadece devletler, büyük aktörler, dış güçler, küresel güçler yok. İnsanlar da var.
İnsanlar sadece vatandaşı oldukları devletlerin gündeminin devamı, ajanı, aracı değil. Onların kendi devletlerinin gündemi, siyaseti, çıkarı ve öncelikleri dışında hatta ona tümüyle karşı bir gündemi, çıkarı, fikri olabilir.
Bu da devlet düşmanlığı, ihanet değildir.
Bu fikir son yıllarda bizden epey uzaklaştı.
Ama tam da sivil toplum enerjisini bu bağımsızlıktan, kendiliğinden olmaktan alıyor.
Ve sivil toplum devletle içiçe geçtiğinde bu enerjisini, gücünü, kendiliğinden olmaklığını kaybediyor.
Devlet sivil toplum alanını kuşattığında ortaya renksiz, kokusuz, etkisiz bir bürokratik emir komuta mekanizması çıkar.
O da ne devletin, ne halkın işine yarıyor.
Devlet sivil toplumu her konuda kendisiyle koordineli harekete zorladığında, muhataplarına, bu devletin değil, sivil toplumun bir inisiyatifi deme hakkını da kaybediyor.
Çünkü kimse buna inanmıyor.
Bu yüzden devlet sivil toplumun kendisini eleştirmesine, kendisine rağmen hareket etmesine fırsat vermeli alan açmalıdır.
Bunu İtalyanlar aktivistler İtalya hükümetine, İngilizler İngiltere’ye karşı yaptığında takdir etmek ama sıra bize geldiğinde üç kelime iktidarı eleştiren insanları Mossad’a, İran’a bağlamak riyakarlıktır.
“Bizim devletimiz zaten Filistin için, Gazze için en iyisini düşünüp yapıyordur” diye verilen açık kredi sivil toplumu anlamsızlaştırır.
Devletin başka engelleri, barajları, kaygıları olabilir.
Sivil toplumun farkı sırtında yumurta küfesi taşımadan hareket edebilmesidir. Bu bazen sorumsuz, maksimalist eleştirilere de neden olabilir ama devletin buna tahammül etmesi gerekir.
Devlet, sivil toplumun bu özgürlüğünü kendi diplomatik ve soft powerına ait bir imkan olarak görmelidir.
Son yıllarda devlet ile sivil toplum içiçe geçti.
Dünyadaki sivil eylemlerin renkli, Türkiye’de neredeyse her hafta sonu yapılan eylemlerin kuru ve tatsız olmasının sebeplerinden biri sivil toplumun özgünlüğünün, sivil renginin azalmasında aranmalı.
Sivil toplum eğer kendi dinamikleriyle hareket etseydi, siyaset sivil sahaya bu kadar inmeseydi, Gazze gibi Türkiye’nin yüzde 99’unun aynı hislere sahip olduğu bir meselede daha renkli ittifaklar kurulabilir, her kesimden insanın kendisini ait hissedeceği daha sivil girişimler, eylemler yapılabilirdi.
Ama siyaset sivil alanı kuşatınca siyasi kutuplaşma da sivil alana sirayet etti ve birlikte Gazze için yürümek bile imkansız hale geldi.
Üçüncü ders daha zihniyetlerimizle ilgili.
Son iki yıldır Gazze meselesine dünyadan verilen tepkilerin zaten gösterdiği gibi ama Sumud filosuna bizzat katılan her milletten insanın artık bunu görmeye direnenlerin yüzüne vurduğu gibi dünya gavurlar ile müslümanlar, Türkler ve diğerleri arasındaki bir mücadele alanı değildir.
Böyle bakan sadece haksızlık etmez aynı zamanda gerçeği kaçırtan yanlış bir yerden bakmış olur.
Dünyada iyi, idealist, fedakar, vicdanlı her milletten insanlar var.
Türk ya da Müslüman olmak kimseyi otomatik olarak vicdanlı, ahlaklı ya da iyi yapmaz.
Sumud teknelerine Yeni Zelanda’dan koşanlar gavur oldukları için ontolojik olarak kötü ve düşman, BAE’den, Azerbaycan’dan gelemeyenler Müslüman oldukları için iyi ve müttefik değiller.
Dördüncü ders ise muhaliflere düşüyor daha çok.
Türkiye’deki iktidar Gazze konusunda samimiyetsiz değildir.
Gücü yetmeyebilir, her devlet gibi dengeler gözetiyor olabilir ama bu iktidarın Filistin meselesine duyarlılığını sorgulamak hatta iktidarı İsrail ile işbirliği yapmakla suçlamak bazı iktidar çevrelerinin CHP’nin Atatürkçülüğünü sorgulaması gibi kimseyi ikna etmeyecek kötü bir siyasi propagandadan başka bir şey değildir.
Bu eleştiriyi her fırsatta buldukları malzemelerle tekrarlayanlar da siyaset yapıyorlar ve haksızlık ediyorlar.
Dünyada İsrail ile ticareti kestiğini deklere etmiş tek devlet Türkiye’dir. Haklı olarak övülen İspanya ya da İrlanda’nın böyle bir kararı yok. Bunu uygularken sorunlar çıkabilir. Ama sanki bütün İsrail Türkiye’den giden mallarla Gazze’de savaşını sürdürüyor gibi propaganda yapmak gerçeği çarpıtmaktan başka bir şey değil.
İsrail’e giden Azerbaycan petrolünün kesilmesini talep etmek haklı bir eleştiridir. Sivil toplumun işi en maksimalist talepleri de dillendirmektir.
Ama devlet için bunun bedelini de düşünerek kanaatlere varmak gerekir. Böyle bir adımın bedeli;
- Dünyada halkı en İsrail sever ülkelerden biri olan Azerbaycan’ı kaybetmektir.
- Bakü Ceyhan Boru hattındaki petrol akışına siyasi nedenlerle müdahale ederek bir daha kimsenin güvenerek petrol akıtmayacağı o hattı çelik borular haline getirmektir.
- Bu hattan petrol akışı için yapılmış uzun vadeli anlaşmaları ihlal ederek dünyadaki tahkim davalarında büyük cezaları göze almaktır.
Ayrıca Türkiye Sumud teknelerine yardıma askeri gemi göndererek, teknelerin üzerinde uzun süre drone uçurarak ve son olarak alıkonan aktivistler için uçak göndererek bu meseleye duyarlılığını göstermiştir.
Hala alıkonan vatandaşları için ağzını açamamış onlarca devletle kıyasla bu yüksek bir performanstır.
Tabii bu arada unutmamak gerekir ki; Tel Aviv’den uçak kaldırmak ancak İsrail ile diplomatik bir bağın sürmesiyle mümkün olabilmiştir. Diplomatik bağların tümden kesilmesini talep edenler savaş halindeki iki ülkenin bile arada ölü takası için görüştüğünü unutmamalı.
Gazze Barış Anlaşması’na müdahil olmak da ancak Trump’a Oval Ofis’te Gazze için bağırıp çağırmamakla mümkün olmuştur.
Bu anlaşmanın İsrail’i ve Netanyahu’yu nasıl kızdırdığı görülüyor.
Hamas’ın içinde soykırım, apartheid kelimeleri geçen metnini Trump’a paylaştıran, Trump’ın ilk kez İsrail’e ateşi durdur çağrısı yapmasına neden olan, ABD ile Netanyahu’yu şimdiden karşı karşıya getiren bir anlaşma için Trump’ın suyuna gitmeye değerdi.
Yani Sumud tecrübesinden herkese ve her kesime çıkarılacak dersler var.
Sadece daha kalabalık teknelerle Gazze’ye doğru açılırken değil, Türkiye’de sivil topluma nefes aldırmanın acil bir ihtiyaç olduğunu düşünürken de bu dersler herkesin işine yarar.