– Önlenebilir Tırmanışlar: Mussolini’nin gözünden bugünü düşünmek –

Enteresan bir dönem dizisi izledim geçen hafta. Arka planda tekno müziklerin çaldığı, Trump'ın ağzından çıkmışçasına replikler barındıran, dünden ziyade bugünü mesele ediyor gibi duran bir "tarihi" drama: "Mussolini: Yüzyılın Oğlu" ya da orijinal adıyla "M: il Figlio del Secolo"

Hikâye, Benito Mussolini’nin 1919 yılında faşist hareketi ilan edişinden parlamentoya gözdağı verdiği 1925’teki o ünlü konuşmasına kadar olan gelişmeleri anlatıyor. 8 bölüm boyunca kurnaz bir zorbanın iktidarı adım adım esir alışını izliyoruz. Dizi sizi daha ilk sahnelerden itibaren tarihi dramalarda alışık olmadığımız hareketli bir kurgu, canlı renk paleti ve elektronik müziklerle karşılıyor. Yönetmen Joe Wright, Variety’e verdiği röportajda, yaptığı bu tercihlerin dönemin fütüristik estetiği ile ilgili olduğunu ifade etmiş ve buradan da faşizmle biçimsel bir bağ kurmuş aslında. Çünkü dizide de sıkça vurgulandığı üzere; faşizm bir ideoloji değil, bir hareket ve bir enerji. Bu ve benzeri yargıları ekranda çoğunlukla bizzat Mussolini’nin ağzından, 4. duvarı yıkarak kameraya döndüğü sahnelerde duyuyoruz. Benito, kafasındaki tüm hinlikleri ve elitlerin basiretsizliklerini gözlerimizin içine bakarak anlatıyor.

Dizi, hem içerik hem biçim bakımından bana fena halde Bertolt Brecht’in “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” oyununu hatırlattı. (Oyunu seneler önce, Tiyatroadam ekibinin muhteşem performansıyla izlemiştim, tadı hâla damağımda.) Oyunda Adolf Hitler’i simgeleyen “Arturo Ui” karakteri, tıpkı Benito gibi çeşitli hilelerle iktidara yürürken merkez siyasetçiler attığı yanlış adımlarla onun yükselişini bir türlü önleyemiyordu. Yine Mussolini dizisinde olduğu gibi oyunda da karakterler seyirciyle doğrudan iletişime geçiyor ve böylelikle epik tiyatronun en önemli esprisi olan verfremdungseffekt’i (yabancılaştırma efektini) gerçekleştirmiş oluyorlardı. Brechtyen ekolün yabancılaştırmayla murâdı temelde; seyirciyi oyundaki karakterlerle özdeşlik kurmaktan ve o çekici katarsis anından uzaklaştırmak… İzlediklerinin bir oyun olduğunu hatırlatarak sahnede olanlara ağlamak yerine kendilerine dönüp düşünmelerini sağlamak… Diziyi izlerken ben de öyle yaptım ve düşünme hakkımı ilk olarak, tabii ki, ülkemden yana kullandım.

“Yüzyılın Oğlu”, Türkiye’den izleyenler için Rorschach (mürekkep) testi niteliğinde bir yapım. İzleyici Mussolini’nin güç biriktirme ve idare biçimini gördüğünde ister istemez onu en uzak hissettiği yerli otoriter figürle özdeşleştirecek, bu da onun siyasi meşrebini ele verecektir. Ancak ben burada daha kucaklayıcı olmayı tercih ettim, çünkü otoriterleri birbirinden ayırmak bana yakışmazdı. Örneğin, Benito mecliste kendisine sorun çıkaran muhalifini ortadan kaldırmakla suçlanırken birini; arkasındaki öfkeli yığınları politik meselelerde bir tehdit aracı olarak kullanırken ötekini getirdim aklıma. Tabii bir de dizinin Batı kamuoyunda nasıl alımlandığı meselesi var.

Senaristler, dizi boyu şakır şakır İtalyanca konuşan Duce’ye bir anda “Make Italy Great Again” dedirterek anakronizmin ve yabancılaştırmanın dibine vururken amaçlarını da oldukça açık ediyorlar aslında. Dizinin isminde geçen “yüzyılın” hâla sürdüğüne dair sarih bir gönderme bu. Zaten dizinin uyarlandığı kitabın yazarı Antonio Scurati de sağ popülizme getirdiği eleştirilerle tanınan bir isim. Hatta İtalya başbakanı Giorgia Meloni’yle girdiği bir sansür polemiği bile var.  2024 yılında, “25 Nisan Faşizmden Kurtuluş Günü” kapsamında RAI televizyonuna çıkması beklenen Scurati, faşizmin suçlarıyla güncel sağ siyaset arasında bağ kuran bir konuşma metni hazırlıyor. Ancak program son anda “editoryal nedenler” gerekçe gösterilerek iptal ediliyor. Kamuoyunda yankılanan sansür iddiaları ve hükümete dönük eleştiriler sonucunda başbakan Meloni, suçlamaları reddederek Scurati’nin o malum konuşmasının tam metnini kendi Facebook sayfasından yayınlamak zorunda kalıyor. Tüm bu nedenlerle “Mussolini: Yüzyılın Oğlu”, Batı kamuoyunda ağırlıkla, başrolünün Orban, Le Pen, Meloni ve Trump gibi sağcı liderlerle özdeşleştirildiği bir tarihi drama oldu. Bu ilk akla gelen ve benim de katıldığım bir okuma. Zaten kitabın yazarı ile yapımcıların pozisyonu da buna yakın bir yerde. Fakat ben Türkiye düzleminde olduğu gibi küresel ölçekte de daha “kucaklayıcı” bir tutum takınıyor ve dizinin merkez siyasetin bugününe dair bir eleştiri olarak da okunabileceğini düşünüyorum.

Dizi, faşist dalganın ortaya çıktığı sosyolojik iklimi; savaşta yüzbinlerce kayıp vermesine ve galip tarafta yer almasına rağmen masadan kazançsız kalkan İtalya’daki siyasi kaos ve eve silahlarını teslim etmeden dönen ümitsiz genç askerler üzerinden tasvir ediyor. Bu dalganın üzerine oturan Mussolini, zirveye giden yolun taşlarını bir bir döşerken onun en büyük yardımcısı ise sosyalistlerin kararsızlığı ve yaşlı liberallerin beceriksizliği oluyor. Hatta sınıf çıkarını önceleyen sermayedar kesim, faşist harekete bizzat maddi destekte bile bulunuyor. Aslında bugün de manzara çok farklı değil… Yüksek enflasyon, barınma krizi ve küresel göç dalgasıyla birlikte insanlar ciddi bir güven bunalımına sürüklenmiş durumda. Batılı siyasi elitlerin önceliği ise “iklim” ve “woke kültür” gibi sıradan insanın pek de ilgilenmeyeceği meseleler. Kendini kimsesiz kalmış hisseden kitleler, sığınılacak bir baba figürüne ihtiyaç duyuyor bu durumda. Ve o beklenen “baba”, diğerlerden farklı olarak; onların dilinden konuşan, onları aşağılamayan, hatta onların nefretini dillendiren biri oluyor. Tabii, biraz da otoriter bir baba… Mussolini dizisinde de bu “sıcak aile tablosuna” şahit oluyorsunuz. Faşizmin milis gücü olan “Kara Gömlekliler”, genç erkek yığınları için bir grup aidiyeti anlamı taşıyor. Benito ise ailenin nâmı sürekli haykırılan DUCE’si. (İtalyanca: önder/reyis) Günümüz Türkiye’sinin “Z kuşağı tipi suç çeteleri” fenomeninin arkasında da -diğer tüm ekonomik izâhatların yanı sıra- o mahallerdeki “aile” ve “kimlik” arayışı var gibi geliyor bana.  

Gelin tekrar Batı’nın güncel konjonktürüne dönelim. Merkez siyasetin yukarıda bahsi geçen fokurdamalara karşı verebildiği nâfile reaksiyon, politik anlamda sağa kaymak ve sık sık popülist liderlerin “kurumlara” verdiği zararları dillendirmek oluyor. Artık kimsenin pek de umurunda olmayan, yerleşik düzenin kurumlarına… Ne kadar çalışır bir formül, takdir sizin. 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Trump’ın karşısına, adı onlarca skandala karışmış, konuşmakta zorlanan, 82 yaşındaki Joe Biden’ın çıkarılması; tartıştığımız tüm şeylerin tek bir vakada kristalize olmuş hâli aslında. Dizide ise Mussolini’nin tırmanışını önlemesini beklediğimiz figürler; tam 5 kez başbakanlık yapmış, siyaset bezirgânı Giovanni Giolitti ve köhnemiş monarşizmin temsilcisi, irade yoksunu Kral Vittorio oluyor, ne yazık ki… Giolitti, kızıl tehlikenin yükselişini durdurmak için faşistleri meclise sokarken, kral da Kara Gömleklilerin Roma’ya yürüyüşleri sırasında orduyu bir türlü harekete geçiremeyerek iktidarı Mussolini’ye armağan ediyor.

Güncel politik atmosferin bir de Batı dışı ülkeler üzerinde olumsuz etkileri var tabii ki… Batılı siyasetçilerin ve uluslararası kurumların özellikle Gazze soykırımında takındıkları rezil tutum; buralarda demokrasi ve ifade hürriyeti gibi Batılı değerlerle özdeşleşmiş kavramlara olan inancı iyice zayıflatıyor. Bu da Batı karşıtı söylemi araçsallaştıran otoriterlik heveslisi liderlere büyük alan açıyor.

Özetle, popülist söylemler neredeyse tüm dünyada ivme kazanmışken onları durdurması beklenen geleneksel kurumlar, muhafazakâr refleksler göstermekten ileri gidemiyor maalesef. Bu çıkarcı ve tutucu elitlere muhtaç kaldığımız bir gelecekte, yeni ve devrimci Benitolar, bu sefer kapımıza gerçekten de tekno müziklerle dayanabilirler. Bir “rave party” distopyasında uyanmak bizim için belki o kadar da bilim-kurgu değildir yani. Teknolojik gelişmelerin devlet kapasitelerini önceki yüzyıla göre ürkütücü derecede arttırdığını düşünürsek, yarının tiranlarını koltuğundan etmenin eskisinden bile güç olacağını görmek hiç de zor olmayacaktır. İşte “Mussolini: Yüzyılın Oğlu”, böyle karışık ve biraz da karamsar fikirler düşürdü aklıma. Ülkeyi, dünyayı, dünü, bugünü düşündürttü. Benito Mussolini’ye hayat veren Luca Marinelli’yi daha önce “Martin Eden” olarak izlediğimi fark etmem ise en son çocukluğumda bıraktığım bir şaşkınlık hissi yaşattı. Ve tabii, bir de dizi bana, Brecht’in Arturo Ui oyununun finalindeki şu sondeyişini hatırlattı:

“Sonunda yenildi, ama ceremeyi halklar çekti.

Zaferi kutlamada hiç acele etmemeli,

Pisliği doğuran karın bugün hâla verimli!”

Önceki İçerikİnsan sıcağı: Bir film okursun dünya değişir
Sonraki İçerikSerbestiyet’e İnsan Hakları Ödülü