Memlekette siyasetin kültürü…

Travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, en yakını yüz–yüz elli yıla yaslanan ve sürekli göç üstüne oturan bu öykü; kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar; buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan “kimlik kurucu” bir yönü barındırmaktadır. Kürt sorunu karşısında ortak direnç, Ermeni meselesinde ortak tepki uçları burada yatar.

Her toplumsal yapı ve her siyasi kültürün kendine ait bir öyküsü bir noktada kendine haslığı vardır. Bunlar o ülkenin serüveninde önemli roller oynarlar.

Bu bakımdan Türkiye’nin toplumsal yapısından söz ederken süngeri andıran peteksi bir dokudan, temas halinde ancak varlığını ayrı ayrı sürdüren peteklerden söz etmek gerekir. Dindar topluluklar, seküler topluluklar, mezhebi ve etnik topluluklar bunların önde gelenlerindendir.

Peteklerin varlığını ayrı değer ve taleplerle sürdürmesine karşın, süngerimsi yapının farklı gözeneklerine ortak olan, kuşaklar tarafından tevarüs edilen, toplumu tanımlayan ortak hassasiyet yapıları da bulunur.

Bunlar da kendine haslığın kaynakları arasında yer alırlar.

Her toplulukta farklı simgelerle tezahür eden bu kaynak ya da bu hassasiyet, fiziki ve kültürel “patrimoine”a ilişkin bir varoluş endişesi, tehdit altında olma ruh hâli ve alan koruma refleksi gibi unsurlarla karşımıza çıkar ve topluluklar arası önemli bağı oluşturur.

Bu anlamda ulus, toplum kurucu unsur özellikler taşır.

Ortak öteki meselesi bu kuruculukta önemlidir.

Batı’nın çeperindeki bir toplum olması itibarıyla, gerek tarihsel gerek güncel boyutlarıyla kültürel ve toplumsal olarak bu topraklarda yaşayan grupların asli ötekisi, Batı ve değer ve inanç anlamında Batı’yla ilişkili olandır.

Ülkenin varoluşu ve örgütlenmesini modernlikle iç içe geçirmesi, Batı dışı modern bir doku olması ortak ötekiyle, Batı’yla kurulan gergin ilişkiyi etkilemez. Toplum ve sistem; Batı’yı iten, Batı endişesini merkez alan; emperyalizm, toprak bütünlüğü, değer yozlaşması gibi farklı ama sık sık kesişen, birlikte siyasallaşan gerekçelerle oluşan milliyetçi rüzgârın temelinde yatan ortak hassasiyete sahiptir.

Bu ortaklığın farklı ve önemli bir kaynağı daha bulunmaktadır.

Bu kaynak, ülkenin uluslaşma sürecinin niteliğiyle ilgilidir. Türk uluslaşma süreci Batı’dan farklı olarak dil merkezli değil, din merkezli olmuştur; verili bir “patrimoine”ı hedef almaktan çok, yeni bir “patrimoine” oluşturan nüfus hareketleriyle iç içe geçmiştir. Kökü Osmanlı’nın ilk toprak kayıplarına giden ve biteviye Anadolu’ya doğru akan yaklaşık 150 yıllık bir Müslüman göçü, vatandaşın asli niteliğini tanımlamıştır: Müslüman olmak (bugün ister seküler olun ister dindar, başlangıç bakımından bu nitelik değişmez).

Gayrimüslim nüfusun şu veya bu şekilde Anadolu’dan uzaklaştırılması, dinden hareketle yapılan nüfus ayıklanması, uluslaşma sürecinde madalyonun diğer yüzünü oluşturur. Korkutarak göç ettirme, ekonomik göçler, gönüllü göçler, katliamlar, hatta soykırımlar; hem Anadolu’ya Kuzey’den ve Batı’dan gelen Müslümanların hem Anadolu’da mukim gayrimüslimlerin ortak öyküsüdür.

Bir anlamda, hoşumuza gitse de gitmese de hepimizin kurucu öyküsüdür.

Travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, en yakını yüz–yüz elli yıla yaslanan ve sürekli göç üstüne oturan bu öykü; kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar; buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan “kimlik kurucu” bir yönü barındırmaktadır. Kürt sorunu karşısında ortak direnç, Ermeni meselesinde ortak tepki uçları burada yatar.

Bu açıdan baktığımızda bugün Türk kimliği ile bu bellek ve güvenlik fikri ve arayışı arasında; diğer bir ifadeyle güvenlik duygusuyla kimlikleşme arasında yakın bir ilişki bulunur.

Cumhuriyetle başlayan ve bugüne uzanan sürekliliğin dokusu bu şekilde resmedilebilir. Bu çerçeve içinde birçok kırılma, etkileşim, tarihsel aşama yaşanmaktadır ve yaşanacaktır.

Önceki İçerik“Uyuşturucu test sonuçlarını para karşılığı değiştirme” suçlamasıyla 19 şüpheli tutuklandı
Sonraki İçerikPolonya’da ‘Sahte diploma’ skandalı: Ülkenin Paris büyükelçisi gözaltına alındı