Batılı olmayan ülkelerin vatandaşları, yurtdışına çıkarken memleketin bütün yükünü de valizlerinde taşır. Ülkenin “dışarıya taşan” sorunlarını sırtlamak, gelen sorulara cevap üretmek, karşı tarafı ikna etmek gibi görevleri vardır. Bu önkabul, hem o ülkenin kendi yetkili makamları tarafından, hem de onları karşılayacak olan Batılı ülkeler tarafından benimsenmiştir. 2004 yılında YÖK’ün doktora bursunu kazandığımda, yüksek öğrenim hayatımızı denetleyen ve şekillendiren bu merkezi kurum bize Ermeni sorununa ilişkin Türk resmi tarih tezini işleyen İngilizce ve Fransızca kitaplar hediye etmişti: “Yurtdışında bize bu konuda soru soran olursa” kendilerine bu kitapları vermemiz isteniyordu. Veren olmuş mudur bilmiyorum, ama devlet bursuyla yurtdışına giden bir sosyal bilimci adayına resmi tarih tezlerini savunma görevi verilmesini garip bulan herhalde pek az kişiydik. Çünkü biz “gelişmekte olan ülke” vatandaşları, grup psikolojisi içinde yaşamaya alışığızdır. Kendimizi birey olarak görmemiz zordur. Bunu kendi ülkemizde hissetmediysek, gittiğimiz yerde mutlaka hissettirirler.
Bundan altı yıl önce güzide bir Alman vakfının düzenlediği uluslararası bir çalışma grubuna katılmıştım. Küresel olayların incelendiği bu toplantıda Çin’deki çevre sorunları tartışılırken konuyla tamamen ilgisiz olan Falun Gong meselesi açıldı. “Batı dışı” bireyler, ülkeleriyle ilgili farklı konuların aynı sepete konmasına da alışıktır (tıpkı, Mao Zedong Düşüncesinin Türkiye’deki izlerini anlattığım akademik konferansta bana Amerikalı bir dinleyicinin Orhan Pamuk romanlarını sorması gibi). Bilmeyenler için, Falun Gong (Falun Dafa) Çin’de 1992 yılında Li Hongzhi tarafından kurulan ezoterik bir tarikat. Kişisel gelişim, geleneksel Çin tıbbı, Budizm, Daoculuk da dahil olmak üzere farklı kaynaklardan beslenen modern bir ruhsal akım. Doğruluk, Merhamet, Hoşgörü gibi temel değerleri kendine slogan edinen bu tarikat Çin’de 1990’lı yıllarda 60 milyona yakın takipçi kazanmıştı. Ancak tüm örgütlü dinlere mesafeli yaklaşan Çin Komünist Partisi, bu yeni tarikatı da en hafif tabiriyle şüpheli buluyordu. Nitekim 1999 yılında üyelerine yapılan baskıları protesto etmek için Beijing’deki (Pekin) hükümet konağının yanında sessiz bir eylem koyan Falun Gong, Çin Komünist Partisi tarafından yasadışı ilan edildi. Üyeleri ya hapse ya da çalışma kampına gönderildi; birçoğu da yurtdışına kaçtı.
Almanya’daki toplantıya dönersek, çevre sorunları oturumunda Falun Gong’un akıbeti biri finansçı, diğeri ekonomist olan iki Çinli misafire sorulmuştu. Onlar da “biz diplomat mıyız, dinbilimci miyiz?” diyemeden (çünkü bunu demek ancak bir Batılının lüksü olabilir) Çin’de duydukları klasik lâfları tekrarladılar. Çin resmi makamlarının da bu konudaki tek cevabı, Falun Gong’un tuhaf ritüelleri olan bir “kötülük tarikatı” olduğuydu. Elbette Hamburg’daki kulaklar için söyledikleri hiçbir söz ikna edici değildi. Neticede, Çin propaganda makinesinden duydukları her şey kendi aleyhlerine çevrildi; müstehzi tebessümler eşliğinde sorulan ahiret sorularıyla daha da sıkıştılar. En sonunda, bir sorgu yargıcı gibi Çinlilerin üzerine giden meşhur İngiliz gazeteci-yazar hanımefendiye, onları neden kolay hedef yapıp devlet politikasını savunmak durumunda bıraktığını sorarak ben sert bir tepki verdim. Topu taca çıkarmanın benim açımdan haklı nedenleri vardı. Batılıların diğer ülke vatandaşlarını, boyunlarında âdeta bir etiket varmışçasına “falan ülkeden” diye görmesinden ve o ülkenin tüm günahlarını üzerlerine boca edip kendi kendilerini alkışlama küstahlığından bıkmıştım. Ayrıca Çinli arkadaşların bu konuda alternatif bir teori duymaları medya sansürü yüzünden mümkün değildi ve zaten tek-parti rejiminde yaşadıkları için yurtdışında ettikleri her sözü de temkinli bir şekilde söylemeye mecburdular.
Verdiğim türden “üçüncü dünyalı” tepkilerin Batı’da geçer akçe olduğu bazı anlar vardır. Bu da o anlardan biriydi. Ben o sözleri sarf ettikten sonra toplantının akışı bütünüyle değişmişti. Biliyorsunuz, Avrupa’nın bir sömürgecilik kamburu var ve bizler de istediğimiz zaman o kambura dokunup can yakabileceğimizi iyi biliriz. Ancak aslında hemen idrak ettiğimiz üzere, o argümanlar bizi kendi “gelişmekte olan” ülkelerimizde kurtarmaz. Çünkü eve döndüğümüzde Falun Gonglar ve onların etrafındaki sorun yumaklarının esas olarak bizim ayağımıza dolanacağını biliriz. Gerçekten de, Çin’de tek-parti rejimi olmasının suçu hiçbir Batılının üzerine yıkılamaz. Ve aslında bir Avrupalıya Falun Gong konusunda konuşma cesaretini veren de, sömürgecilik geçmişinden ziyade, bu sorunun göç dalgalarıyla önlerine gelmiş olmasıdır. Bugün hemen her Amerika ve Avrupa şehrinde, Çin konsolosluklarının önünde yatan Falun Gong taraftarlarının Çin hakkında bıraktığı izlenim, en hafif tabiriyle, bu ülkenin kendi sorunlarını kendi içinde halledemediğidir. Türkiye’de de Cemaat aidiyetleri nedeniyle görevden uzaklaştırılan yetmiş binin üzerindeki kamu görevlisi yurtdışına gitmek zorunda kalırsa, sadece ve sadece benzer bir kanıyı doğuracaktır.
15 Temmuz darbe girişimi ve öncesindeki otuz yıllık gizli örgütlenme pratiği, Fethullah Gülen Cemaatini elbette Falun Gong’dan çok farklı bir yere koyuyor. Ve tabii Türkiye de Çin gibi bir tek parti devleti değil; üstelik altmış yıldır Batı ittifakının içinde. Öte yandan, Türkiye de tıpkı Çin gibi Batı’nın “insan hakları” diskuruna son derece şüpheci yaklaşan bir devlet geleneğine sahip. Bu şüpheciliğin öznesi şu anda İslami kesim; daha önce farklı gerekçelerle milliyetçiler ve Kemalistlerdi. Türkiye, 1990lı yıllarda Ermeni ve Kürt sorunlarını dünyayla konuşurken hem bütünüyle kendi gerçekliğine gömülü bir dil kullanıyordu, hem de “anlaşılmamak”tan yakınan sürekli bir öfke nöbeti içindeydi. Aradan geçen onca yıldan (ve AKP döneminde Türkiye’nin dış politikasında ciddi bir kopuş olduğunu iddia eden onlarca makaleden) sonra, bugün aynı yere dönmüş olmamız düşündürücü. Bugün de anlaşılmasını çok arzu ettiğimiz “FETÖ” meselesini karşı tarafa ultimatomlar, idam cezası tehdidi ve kitlesel eylemler üzerinden iletmeye çalışıyoruz.
Darbe girişiminden sonra Türkiye’nin uluslararası alanda verdiği tepki, benim de Almanya’da yaptığıma benzer şekilde, temelde haklı olduğu ama gerçekliği bütün boyutlarıyla izah etmekten de uzak kalan bir tepkiydi. Batı’nın darbeye kayıtsız kalmış, bize seçilmiş bir hükümeti değil askeri bir cuntayı reva görmüş olması, Türkiye’ye elbette ahlâkî bir üstünlük sağladı. Ama Cemaati yerel bağlamından koparıp sırf “CIA’nin üretip başımıza sardığı” bir örgüt olarak sunmak, onu “İslâm dışı… tuhaf… bâtıl” vs. olarak damgalamak, sınırdan bir adım dışarıda hiçbir ikna gücü olmayan argümanlardır (Amerika’nın ektiği nifak tohumu tezi Falun Gong örneğinde de vardı). Benzer şekilde, dünya ülkelerinin Fethullah Gülen Cemaatini bir anda darbeci/komplocu bir yapı olarak görmelerini beklemek de fazla iyimserlik olur. Çin’de yasadışı bir “kötülük tarikatı” olarak görülen Falun Gong’un Türkiye’de örgütlenip varlığını sürdürmesi, bugüne kadar kaç kişinin dikkatini çekmiştir ki?
Öyleyse “gelişmekte olan ülke” vatandaşları olarak Batıya giderken valizimize koymamız gereken tek bilgi, cemaatin bu topraklarda serpilmiş özbeöz (sui generis mi diyelim) bir Türkiye gerçeği olduğudur. Bu ülkede “devleti ele geçirmeye çalışan, liyakat düşmanı ve takiyyeci” bir örgüt nasıl olup da her kesimden bu kadar taraftar kazandı; onu Batılılara izah etmek bize düşüyor. Öte yandan bu FETÖ konusunun ara tonlarını yitirip yekpare bir resmi tarih tezine dönüşme riski de var (YÖK’ün bu konuda bir çalışma hazırlayıp yabancı ülkelerde bir kitapçık olarak dağıtması bana bugün gayet mümkün gözüküyor). Bu da korkarım bizi farklı fikirleri, tercihleri, siyasi yönelimleri olan bireyler olmaktan daha da uzaklaştırıp bir kez daha “gelişmekte olan ülke”nın zorunlu vatandaş-diplomatı rolüne mahkûm edebilir.