Geçen sonbahardı sanırım; 2015’in uluslar arası ilişkiler bakımından değerlendirileceği hakemli bir yıllığın makale çağrısından haberdar olmuştum. Yemen’in İran için tarihi öneminden yola çıkarak Türkiye’nin Suriye ve Orta Doğu politikalarında Yemen-İran ehemmiyetine ilişkin akademik bir yazı kaleme almayı planlıyordum. Sonra vazgeçtim. Kısmet bugüneymiş; akademik dilin zorluklarından kurtularak yazmak şimdi nasip oldu. Afrika’nın kısa bir süre de olsa gündeme gelmesinden kuvvet alarak bir iki hususu not edeyim istiyorum.
Tarihi, kendimizi ne iyi ne de kötü hissetmek için okuyoruz. Tarihi ânı anlamak için okuyoruz; ders çıkarıp ya da öyle yaptığımızı sanıp ânı veya günü yorumlayabilmek için çalışıyoruz. Belki hepimiz bu işte Collingwood denli başarılı değiliz ama bir şekilde geçmiş ile ilinti kurarak bir mukayese yapıyor ve anlamaya gayret ediyoruz. Zaten bu mukayeseyi yapamadığımız anda kendimizi anakronizm kuyusunun derinliklerinde bulmamız işten bile değil. Tarih, bu yüzden, mevcut zamanla çok yakından alakalı; canlı ve cari.
Bir zamanlar Kafiyeci gibi tarih teorisyenlerimiz vardı. Bugün var mı bilmiyorum. Şimdi tarih teorisyenliği ve oyun kuruculuğu Batı’ya geçmiş görünüyor. Son dönemin önemli tefekkür mekteplerinden Annales ve Frankfurt Okulu’nun hep bu minvalde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ne olursa olsun, konuşulan konu son tahlilde ekonomi, matematik de olsa iş gelip tarihe dayanıyor. Çünkü zaman mefhumu ile birlikte en büyük öğretici tarih oluyor. Bugünkü Batı aklının bunu anlamış olduğunu söyleyebilirim. O yüzden önde gelen felsefecileri ve ekonomistleri aynı zamanda büyük birer tarihçi. Neticede söyledikleriyse tarih ilminin damıtılmış özleri. Neyse!
Konunun uzmanlarınca da pek dikkat çekici bulunmuyor olabilir ama Arabistan Yarımadası’nın güneyinde, dünyadaki ana yollardan birinin ortasındaki Yemen’de şu an son derece karmaşık bir mücadele sürdürülüyor. Bu mücadele, neredeyse, belli aralıklarla üç bin yıldır tekerrür eden bir hadise. İşin daha da dikkat çekici yanının bu mücadelede tek değişmeyen aktörün İranlılar olması! Tarihe İran açısından bakıldığında Yemen’de olan bitenin anlaşılması için iki husus önemli: Birinci husus Suriye’nin geleceğinin tasarlanmasıyla alakadar. İkincisi husus ise Afrika’ya nüfuz edilmesi durumuyla ilgili. Her iki husus da yüzlerce yıl önce benzer bir biçimde şimdiki gibi yine Yemen üzerinden vuku bulmuş. Bu cümleden olarak Mısır’ın Afrika ve Orta Doğu’nun anahtarı olduğu söylenebilir. Ne var ki kilidi hiç kuşkusuz Yemen’dir.
Nicedir Yemen’deki siyasi ve askeri mücadeleler uluslar arası toplumun gözünde daha alt sıralara geriledi. Suriye ve Irak’ta meydana gelmekte olan hadiselerin şiddeti doğal olarak hem Yemen’i hem de Filistin’i gündemin arka sıralarına itti. Suriye ve Irak’ta yaşanan stratejik mücadeleler, taktiksel müdahaleler Arabistan Yarımadası’nın güneyinde olan bitenleri bir anda gözden ırak kıldı. Ancak asıl durum gerçekten de öyle mi? Açıkçası tarih, işin hiç de öyle göründüğü gibi olmadığını düşündürüyor. Güçler arasındaki asıl mücadele ve kozların paylaşımı Yemen’de gerçekleşiyor. Elbette bu hususun uluslar arası yahut siyasi boyutu bizim ilgimizin ve bilgimizin dışında. Ama ne var ki tarihi boyutu merakımızı çekiyor ve bir şeyler söylemeye bizi mecbur ediyor.
Yemen ve İran isimleri yan yana gelince ilk tepkinin şaşkınlık olması elbette normal. Zaten Yemen’in yerlileri olan Husilerin Şiilikleri yanında İran’ın ilk elden kah aleni kah gizli müdahalelerini gören Türkiye kamuoyu bayağı şaşkınlık yaşamıştı. İran neresi, Yemen neresi? Bilmem, bu şaşkınlık hala mevcut mu; yoksa önemsenmeden geride mi bırakıldı? Bu soruları bir yana bırakıp yazının başlığındaki gizli soruyu cevaplayalım. İran Yemen’de hiç tahmin edilemeyeceği kadar kalıcı ve yerli. Yemen bir bakıma İran demek. Bu soruya biraz daha mübalağalı cevap vermek icap ederse, adınızdan ne denli eminseniz İran’ın Yemen’deki kalıcılığından da o derece emin olabilirsiniz. Bu ifadeden sonra neden böyle olduğuna dair düşüncemizi ufak iki hususla destekleyelim ve tartışma imkanını ortaya koyup mukayeseye zemin hazırlayalım.
İran’ın Yemen’e ve Afrika’ya ilişkin ilgilisi yeni değildir. Milattan önceki dönemlerde Saba ve Main devletlerinin Persler ile birlikte çok yakından ilişkili oldukları bugün anlaşılmaya başlanmıştır. İran’ın bölgeye ilgisi Aksum Krallığı’na kadar da gider. Zamanında bugünkü Etiyopya’da ve dahası o zamanın Aksum Krallığı’nda orduyu tertip edip savaşa hazır tutanlar da bugünkü İranlıların ataları Perslerdi. Mekke’ye saldırı planlayıp bu uğurda çıktığı seferde hezimete uğrayan Ebrehe’nin de ana ya da baba tarafından Persliği söz konusudur. Bu yüzden Yemen ve Afrika’nın doğusunda ittifaklar kurulurken o günkü İran’ın bölgede nüfuz ettiğini söylemek mümkün. Başka bir örnek olarak da, devrinde, Yemen ve Habeşli yöneticilerin Hüsrev Anuşirvan’dan yardım istekleri hatırlanabilir. O zamanki ittifaklar Ebrehe eliyle Bizans, Lahmi, Gassani ve bölgenin diğer kuvvetli yönetimleri ile kurulurken benzeri ittifakları bugün İran tesis etmeye çalışmakta. İran’ın, güçlü ve aktif bir siyaset belirleyen komutanlarıyla Arabistan Yarımadası’nı ve Afrika’nın doğusunu kontrol altında tutmak isteği tarih boyunca hiç azalmadı. Bin beş yüz yıl önce Hüsrev Anuşirvan, kıymetli komutanı Vahriz ile bölgedeki çıkarlarını korurken bugün İran Kudüs Ordusu’yla bir benzerini yapmakta. Yemen’deki Husileri örgütleyen ve bölgeye kurmay zekayı bir kılıç gibi saplayan birileri bulunmaktadır. Belki de bu zekanın arkasında dün Vahriz, bugünse Kasım Süleymani vardır. Kim bilir? Böylesi köklü ilişkilerinin olduğu bir coğrafyayı İran kolay terk edecek gibi de görünmemektedir. Görünen o ki İran kıyamete dek de bölgeden ayrılmayı istemez. Genel bir tabir olarak arka bahçe tanımlaması İran söz konusu olduğunda Yemen ve Etiyopya için en uygunlarından biridir. Bahsi edilen bu bölge gerçekten de İran’ın arka bahçesidir.
İran, Afrika ile olan ilişkilerini Sünni Suudi Arabistan ile mücadelesinde unutmadıysa da yeniden gündeme aldığını görmek gerekiyor. İran’ın dışişleri bakanları, müsteşarları ve sonrasında da doğrudan doğruya devlet başkanlarının yolu artık sıklıkla Afrika’ya düşmeye ya da düşürülmeye başlandı. İranlıların ilk gittikleri ve işbirliği aradıkları ülkelerin başında gelen Etiyopya gazetelerinden biri bu durumu haberin ilk cümlesinde özetlemekte ve “Afrika ile İran Cumhuriyeti’nin yüzyıllarca süren dostluk”larından bahsetmekte. Haklı tabii; ortada iki bin beş yüz yıllık bir ilişkiden bahsediliyor sonuçta. İran ile Arapların savaşı şimdiki gibi iki bin yıl önce de Yemen’de başlayıp Afrika’nın doğusuna ve Suriye’ye sıçramıştı. Belki şimdi de böyle oldu. Ama ne var ki İran’ın Afrika’daki genişlemesine muhtemelen Suudi Arabistan tarafından, Nijerya gibi Şii hareketlerin hızla alan genişlettiği ülkelerde acil girişimlerde bulunulmasıyla bir karşılık verildi. Tabii bu mücadelenin iki bin yıl öncesinde olduğu gibi yine Yemen’de son bulacağını tahmin ile yetiniyor ve olan biteni yorumlaması için uluslar arası ilişkiler uzmanlarına ve diplomatlara kulak kabartıyoruz Bu konuda o kadar çok değinilecek husus ve işaret edilecek haber var ki!
Haberlerden sadece birine değinmekle yetinelim. Kızıldeniz’in kuzeyindeki Akabe Körfezi’nin hemen giriş kısmında bulunan Sanafir ve Tiran isimli iki adanın zilyetliği yanında hükümranlığı da geçenlerde artık Mısır tarafından Suudi Arabistan’a devredildi. Bu hukuki mesele ilk etapta ve yanlış bir biçimde İsrail’e karşı yapılmış bir hamle olarak değerlendirildi. Kim bilir belki de hala öyle değerlendiriliyordur; bilmiyorum. Ne var ki bu adaların Mısır’dan Suudi Arabistan’ın toprakları arasına geçmesi İran’a karşı yapılmış stratejik bir ön almaydı. Diğer bir ifade ile bu adım doğrudan doğruya Suud hükümeti tarafından Yemen’deki gelişmeler neticesinde İran’a karşı alınmış bir önlemdi. Neredeyse bugünden yüzlerce yıl önce de aynı olmasa da benzer bir şey yaşanmıştı. İran’ın ticaret yolları üzerinden Afrika’ya atlayarak Mısır ile olan ticaret yollarına müdahale etmesinden dönemin devletleri de zamanında çekinmişlerdi. Çünkü tarihçilerin haberdar olduğu üzere İran böyle bir girişimde bulunduğunda Arabia Felix, tüm zenginliğine karşın çelimsiz bir hale düşmüştü. Hatırlayalım! O yüzden Suudi Arabistan’ın bu hamleyi tarihi köklerini ama bilerek ama bilmeyerek yapmasının bir arka planı olduğu kanısındayım.
İran’ın Yemen’deki çatışmalarda taraf olması ve olana bitenin bir yakasının da birden bire Sünni-Şii çatışmasına evrilmesi şaşırtıcı değil. Aslında bu restleşmenin yaşanacağı pek çok kimse için aşikardı. Ne var ki tarihi hakikatleri unutmak İran’ın Yemen’de ne işi olduğuna dair bir sürü sorunun sorulmasıyla, hatta hiç alakası yokken petrolle ilintilendirilmesine kadar giden onlarca teorinin üretilmesiyle sonuçlandı. Ortaya konan yorumlar okundukça hafif tebessüm edilmiyor da değil hani! İran yuvarlak bir hesapla tamı tamına iki bin beş yüz yıldır Afrika’nın doğu, üç bin yıldır da Arap Yarımadası’nın güney kıyılarında bayrağını toka etmekte. Evvelde süvarilerini dolaştırırken bugün gemilerini ve silahlarını yollayarak gücünü ve kuvvetini dostuna düşmanına saklamaya gerek duymaksızın alenen göstermekte. İran’ın, Arap Yarımadası’nın güneyindeki Cizan ve Necran’dan Ra’sü’l-hayme’ye hatta Dammam ve Zahran’a kadar bölgede kuş uçurtmadığının farkında olarak Türkiye de tarihi sorumluluğunun bilinciyle, özellikle, istihbarat konusundaki çalışmalarını yoğunlaştırmalıdır. Bugün bu bölgede hala, kimi zaman Suudi Arabistan ile Yemen arasında, kimi zaman da kabileler nezdinde bir sınır problemi yaşanmaya devam etmekte. Kim tarafından yapıldığı çok açık olmayan patlamalar Asir’in iki önemli kenti Cizan ve Necran’daki camileri hedef alabilmekte. Bu durumun tecellisi iki bin yıl önce belki Şii renkli değildi ama açıkça bir Acem politikasının renklendirdiği jeopolitik bir oyundu. İslam’dan sonra hemen ve kuvvetlice renk değiştirdiği üzere bu durum bugün Şiilik siyasetine bürünerek menfaatlerini korumaya devam etmekte. Bu menfaatlerin korumasının ardında hiç şüphesiz tarihi köklerin sağlam, yıkılmaz ve derinlere nüfuz etmesiyle bir alakası vardır.
Türkiye özellikle Orta Doğu yanında Uzak Doğu ve Afrika ile ilgili uzun dönemli planlamalarını yaparken İran’ı ve onun Yemen’deki tarihi bağlantılarını asla göz ardı etmemelidir. Çünkü böylesi bir tercihle bölgenin ihmal edilmesi uzun süre boyunca onarılamayacak gelişmelere sebebiyet verilebilir. Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar Portekiz’le Babülmendep üzerinden giriştiği nüfuz mücadelelerini gerçekte İran’la yaptığını, sonuçlarını tekrar hatırlamalı, böylece geçmişin tekerrürüne mani olmalıdır. Anadolu’nun güneyden mukavim kılınması Yemen’den başlar. Bu yüzden Türkiye her ne düşünüp tasarlıyorsa tarihi hatıraları ve bilgileri masasının önüne koymalı, çok ölçmeli bir biçmelidir. Zira İran, Türkler daha Orta Asya bozkırlarındayken hem Arabistan hem de Doğu Afrika’nın sahillerinde ittifaklar kurmaktaydı.