Gülmeceye yaslanan bir yazı yazıyordum size, milli palavralarımızı ama; öylesine şevşengeli günler ki günlerimiz, gülmek içimizden gelmiyor, umut etmekten elikiyoruz, gerçekleri görüp anlarken, birini savunsak birinde susuyoruz, ondan elim geri durdu o yazıyı bitirmekte, gülmek şu günlerde ayıbıma gitti, o yüzden…
Mübarek ekmekten dem vurayım dedim.
O da neden, bi sorun hele?
Metro Gastro dergiyi göndermiş, sevgili Nilhan Aras, onun yönetiminde yıllardır mevsimden mevsime çıkan, 81. sayıya ulaşan yeme içme kültürü temelli görkemli bir dergi, bilen bilir… Katkıda bulunanların (çoğunun, tanıdığım kadarının) eli ve dili tatlıdır.
Yazmakta ne varmış, marifet elinin, dilinin, düşüncenin de kıvama gelmesi, tadından yenmemesi. Naçizane gastronomi alanında (da) yazan, epey kitabı çıkmış, epeycesi de yayın sırası bekleyen biri olarak, sofraya konacak yapıtta, malzeme, tarif, aktaran kadar, işe girişenin gönül ferahlığının da, barışçıl, iyicil, sevecen kimliğinin de etkisi olduğuna inanırım…
Ondan olmalı, eski kadınların mutfakta güleç yüzle, kötü, belirsiz düşünceyi akıldan silerek, çocukları ve erkeği ayakaltında istemeyerek, kalbinde fesatlık, dilinde niza, koğ olmadan işe girişmesi…
Gastro derginin son sayısında ‘Edebiyat ve Yemek’ bölümündeki iki yazıdan biri sevgili Haydar Ergülen’in.
‘Kutsal Lezzetler Alfabesi- IV: Ekmek’
Demek aynı dergide önceden üç yazısı çıkmış, ekmeğe dair.
Ergülen sevdiğim, izlediğim bir şair, niyeyse bi ferahlık alırım ondan.
Bazı kişiler bazısına renk taşır, ses taşır, soluk taşır, sahiden öyledir, bilemeyiz nedendir?
Şiirin, kentlerin (ille Eskişehir), mektupların, trenlerin, aşkın ve sofraların destancısıdır, gözümde.
‘O seni öğmüş, karşıcı çıkıyorsun’ demeyin ne olur, sevdiğini habire dile getiren öyle bir saftiriğim ki, kimileyin kendim bile gülerim ettiklerime.
Kitap fuarlarında yahut kişisel ilişkilerde iyi kitaplara/sunumlara/etkinliklere/ortak çalışmalara yahut örgüt/yerel yönetim etkinliklerine, yayıncılığa güzel iş sunmuş, çıkarmış kimi görsem yanına gider, söylerim, kendi o an orada değilse, not bırakırım, telefon edip yahut mektup yazıp söylemişliğim de çoktur. Ölçü ün değildir, işin iyi olmasıdır, ilk kitap yahut ilk yayınlanan yazıya da yaparım bunu, kitapsıza da…
Hem benim alkışıma ihtiyacı falan yok Ergülen’in, beğenime de öyle…
Ekmeği yere göğe sığdıramayışıma sevinmiş…
Hem kutsal diye, nimet diye yere göğe konmaz, kondurulmaz ekmek evet, hem aşka benzediğinden… Kahvaltının mutlulukla ilgisini biliyoruz hepimiz, ama ekmeğin aşkla ilişkisi, kahvaltıdan da mutluluktan da ileri…
(Kitabıma övgüsünü yazmıyorum, Oğlak yayını, 2014 basımı İşi Pişirmeden Ne Pişirmeli? Adlı kitap) Ekmeğe sıcacık övgüler, taze güzellemeler görünce, nefis bir ekmek yemiş kadar olmuş Ergülen.
‘Benim yerime de soruyor ve çok güzel soruyor:’ Ekmeksiz aş, dumansız aşk, yahut tütmez ocak derdi, ananem. Öylesine olmayacak şey yani… Peki şimdi niye ekmeği silip atıyor kimileri, sofrasından, hatta kavrayışımızdan, hafızamızdan, kalbimizden?’ (S.132)
Sonra da ekmeğe vefa diyerek, onun kokusunun çağırdığı çocukluğu, çağrıştırdığı anıları konuk ediyor gönlümüze. Ekmeğin, tıpkı toprak, yağmur kokusu gibi, ıtır, nane gibi, sofrayı unutulmaz ve bereketli kıldığından söz ediyor. Ve en yüce, en görkemli işin ekmek yoğurmak olduğunu söylüyor, yoğurt mayalamak, turşu kurmak, kim bilir belki sözleri çatıp şiir yazmak da böyle işlerdendir. Ekmek yoğurma deneyimine ilişkin söyledikleri arasında ilgimi çeken: ‘Üstelik gam alır, efkâr dağıtır’ öyle yazmışım.
Şöyle bağlıyor Ergülen: “Elbette artık bunu deneyeceğim, gamlıyken ekmek yiyeceğim ve efkârım büyümeden ağzıma bir lokma daha atacağım. Gam alıp efkâr dağıtan şeyin elbette ‘aşki ‘ bir yanı da vardır.”
Buğday, evet, şairin (sözünü ettiğim) yazısında sözü bağlarken dediği gibi, ‘buğday, o büyülü ve yakışıklı sözcük. En güzel renklerden.’
Nazım’ın ‘Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar’ şiirinde sanki rüzgâr, ekmek oluyor, Ergülen’e göre. ‘Külebinin Hikâye şiirinde de buğdayın rüzgâr haline duyulan özlem dile getirilir.’
İşte bu’dur… Kurşunkalem denen tılsımlı çıbıkla bi çızık attırır şair dediğin, gökyüzü boydan boya tuval olur, sayfa olur, şiirin gölgesine sığınırsınız, yedi renkle donanır, her şeyi farklı görmeye koyulursunuz, mayalanmışsınızdır, sözle, kanatla…
Ekmeğimiz has mayalı, buğdayı bereketli, emek eden esaslıysa kabar kabar ve esaslı gelir soframıza o ekmek, küsmeden, yanmadan, tavında gelir.
Sahteliğe yer olmayan sayılı iştendir, ekmek.
Kutsallığı, benzersizliği, onsuz olmazlığı bundan değil mi?
Kollarında güç olacak ki hakkıyla yoğurasın, mayan ve unun soylu olacak, döktüğün teri helal edeceksin ki esaslı iş çıksın, güzel gönülle, arı duru dille, ferah feza hayalle sallayacaksın küreği fırına, incitmeden, incinmeden, hoşluk, tokluk umarak…
Barış, yani Aşiti de bir koca somun değil mi ey hazirun?
‘Buğdayın rüzgâr hali ‘ gibi, şaircesine söyleyecek olursak, buğdayın barış hali, hayat ve hayal hali.
Hepimizin gayretiyle, iki halkın asaletiyle ortaya geldi gelecek… Kokusunu alıyoruz, gönlümüz zil çalıyor, elimiz yana yana bölüşeceğiz, gönüller ömürler yanmasın varsın bölüşürken elimiz yansın…
Hamiş: Hem Ergülen’in hem bende’nizin tebessümle andığımız antiekmekçi saygıdeğer bilim insanımıza sitem sayılmasın, ekmek dışında ne dediyse kabulümdür, severim de kendisini ve fekat soracak olursanız sahanda tereyağlı yumurtayı ekmek yerine bi bardak iç cevizle yemeyi öğütlediğine ne dediğimi?
Derim ki, sahanda tereyağlı yumurta sulh hukuk mahkemesinde dava açacak hocaya, haysiyetiyle oynandığına dair ve elbet tek celsede kazanacak.
Yargı bundan böyle sahanda yumurtanın sıcak ekmek kabuğuyla sıyrılarak ve zerresi ziyan edilmeden yenmesi hükmünü verecek. Bunca ciddi sorunun ve kötücül siyasi dilin ortasında derdin bu muydu Kilimci demeyin, ekmek kimileyin sorun çözendir, iyilik halini çağırandır.
Hele o barış somunu Anadolu Sofrası’na gelende, kapış kapış yenende, tadına varılanda…
Ekmeğinize ağu katılmasın, katığınız yaşama sevinci olsun, tuz olsun, ama zinhar gözyaşındaki tuz olmasın…