Vekillerin dokunulmazlığının kaldırılması ile neticelenen süreç, sağda-solda pek çok alıcısı bulunan ve çeşitli kanallardan kamuoyuna pompalanan birtakım siyasi hurafelerin de sonunu getirdi. İki tanesine özellikle değinmek isterim:
İlki, “% 60’lık blok” beklentisiydi. Hatırlanacaktır 7 Haziran seçimlerinde AKP, % 40 civarında kaldı ve tek başına iktidar olma gücünü kaybetti. Bunun üzerine CHP genel Başkanı Kılıçdaroğlu, toplumun geri kalan % 60’nın AKP karşısında bir blok oluşturduğunu ileri sürmüş, HDP ve MHP’ye de birlikte bir koalisyon kurma teklifinde bulunmuştu. Hatta Kılıçdaroğlu eli daha da yükseltmiş, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Başbakanlığı altında kurulabileceğini de belirtmişti. Daha önce Sırrı Süreyya Önder’in ağzından “Süreci MHP ile de yürütebiliriz” düşüncesini seslendiren HDP buna sessiz kalmış, ancak MHP bütün koalisyon seçeneklerine kapalı olduğunu ilan ederek bu garip tartışmaya noktayı koymuştu.
O vakit de, % 60’lık bir blokun mevcut olmadığını yazan çizen çok olmuştu. Üç partinin hitap ettiği sosyolojiler birbirinden ayrıydı. Tabanlarının öncelikleri arasında dağlar kadar fark vardı. Geleceğe ve Türkiye’ye dair tahayyülleri birbiriyle örtüşmüyordu. Hatta çok temel bazı konularda karşıttı. Kürt meselesinde olduğu gibi.
Evet, üç partinin yönetim katında Erdoğan ve AKP karşıtlığından mürekkep bir ortak payda vardı. Lakin bu, bir araya gelmeye de yetmiyordu, birlikte hükümet kurmaya da. % 60’lık blok, bazı kesimlerin yüreklerini hoplatsa da, gerçekte boş bir lakırdıdan ibaretti.
% 60’ın yekpare bir bünye olmadığı ve siyasi bir gerçekliğe tekabül etmediği çok erken anlaşılmıştı. Fakat son dokunulmazlık sürecinde yaşananlar, bunun hakikatten kopukluğunu teyit bakımından ibretlik bir manzara ortaya çıkardı.
AKP’ye karşı tek vücut oldukları düşünülen muhalefet partileri, AKP’nin hazırladığı bir teklif karşısında üç parçaya bölündüler. MHP, mutlak bir disiplin içinde AKP’nin siperine yattı. HDP, AKP’nin karşısına konumlandı. CHP ise iki arada bir derede kaldı. Değişiklikten rahatsızlık duydu, ama destek vermekten de geri kalmadı. AKP’nin tek bir hamlesi, bu siyasi fantezinin yerle yeksan olmasına yetti de arttı bile.
“Demokrasi gücü” olarak CHP
İkincisi, PKK’nin ve HDP’nin CHP’ye dair hayallerinin yıkılmasıydı. PKK ve HDP, iki buçuk yıl, Kürt meselesinin siyasi çözümü adına AKP ile birlikte yol yürüdüler. Söz konusu süreçte dahi PKK ve HDP, AKP’den esirgediği hoşgörü ve muhabbeti, CHP’den esirgemedi. CHP, İmralı ve Kandil ile görüştüğü için AKP’yi “teröre yardım ve yataklık etmek” ile itham ederken bile PKK ve HDP, CHP’ye dair hüsnüniyetinden taviz vermedi. CHP’ye -CHP’nin kendisinin üstlenmek istemediği- misyonlar biçildi ve payeler verildi.
Süreç kesildikten sonra bu CHP sevdası çok daha görünür bir hal almaya başladı. Geri dönüp PKK ve HDP’li yöneticilerinin açıklamalarına bakıldığında bir ibare ile karşılaşılır: “CHP ve diğer demokrasi güçleri.” Yani CHP kerameti kendinden menkul bir demokrasi gücü kabul edilir, hatta büyük ve tarihi bir güç olarak ona demokrasi gücü olduğu varsayılan diğer gruplardan ayrıcalıklı bir yer verilir, CHP’den onlara bir nevi liderlik yapması beklenir. Arşivler açıldığında, bir demokrasi blokunun kurulması ve içinde CHP’nin yer alması gerektiğini belirten çok sayıda KCK ve HDP beyanatına rastlanır.
Şimdi, CHP’nin tek parti yönetimini ve anti-demokratik tarihini bu şekilde temize çekmek başlı başına bir sorun. Keza CHP’nin çözüm sürecindeki menfi tesirine gözünü kapatmak da öyle. Ama daha mühim bir sorun var; o da CHP’nin PKK ve HDP’den gelen bu güzellemelere hiç değer vermemesi. CHP, PKK ve HDP’nin “demokrasi bloku”, “demokrasi çatısı”, vb. söylemlerini hiç ciddiye almadı, üzerinde konuşulmaya değer dahi görmedi. PKK ve HDP, CHP’ye sürekli çağrıda bulundu, ne var ki CHP bunlara karşılık vermedi.
PKK ve HDP’nin içine düştüğü durum karşılıksız aşk gibiydi. Ve her karşılıksız aşk gibi bitmeye mahkûmdu.
Bugün de olan bu; muhatabı tarafından umursanmayan bir sevdanın trajik tükenişi…