İlkokul İkinci sınıftaydım. Öyle hatırlıyorum.
Mutluydum çünkü lacivert, metal düğmeli ceketim vardı.
Ve o fiyakalı ceketimin altında “altı kaval üstü şeşhane” duran kısa pantolonumun, kısa sürede gri, uzun “baba pantolonu”na dönüşmesi ihtimali…
Okula geldiğimizde farklı bir hava sezdik.
Bahçede topladılar bizi ama bu kez and içmek ya da üzerine polio aşısı damlatılmış kesme şeker yemek için değil.
Okulumuz eski 3. Cadde’de iki katlı, bodrumlu, müstakil bir “Bahçelievler evi”…
Müdürümüz Burhan Gönentür, “Siren çaldığında hızla bodruma ineceksiniz” diyerek ekledi:
“İkinci sirene kadar, orada bekleyeceksiniz”…
“Tatbikat” sözcüğünü orada öğrendim.
Sadece 10 Kasım’larda bir dakikalık saygı duruşu vesilesiyle duyduğumuz, İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma sirenler çaldı.
Okulun bodrumuna doluştuk. Sığınağımız orasıydı.
Yine mutluydum… Hatta keyfime diyecek yoktu.
Ders kaynamıştı ve Nazlı yanımdaydı.
Kısacık saçları vardı.
Zaman geçti, biraz büyüdük.
Kıbrıs Harekâtı ve uzak ihtimalle de olsa Ankara’ya hava saldırısına karşı, karartma geceleri…
Babamla evin perdelerini, dışarı ışık sızdırmayacak şekilde pencerelere “rapt ettik”.
Bazı evler yaz sıcağında battaniyelerle örtmüşlerdi pencerelerini.
Lâkin korkuya, endişeye dair fısıltılar eşlik etmiyordu bu topyekûn, kapsamlı milli savunma uğraşısına.
Bir koyu perde, bir battaniye… Atlatıyorduk sivil savunma seferberliğini.
Devlet meşguldü yine, herkes bakıyordu başının çaresine.
Mesela yoğun hava kirliliğine karşı Ankaralı “kapı duvar” sığındığı evlerde, odalardaki oje ebadında şişelere doldurulmuş amonyakların tıpasını açıyordu.
Yıllar sonra Yılmaz Erdoğan kayda geçiriyordu meseleyi:
“Ankara’ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekânlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri…”
Kıbrıs Barış Harekâtı savaşı sırasında soldurulmuş, tek tük zayıf sokak ışıklarının altında bir kasaba görüntüsündeydi mahallemiz.
Sadece kediler görüyordu her şeyi…
Bir de bozacılarla, o yorgun alışkanlıkla devriye gezen mahalle bekçileri.
Işık sızdıran ev gördüklerinde, ilki nağmeli narasıyla, ikincisi düdüğüyle uyarıyordu.
Gece caddeden geçen arabaların farları, mavi huzmeleriyle bir avuç deniz manzarası yaratıyordu su birikintilerinde.
Defter-kitaplarımızın mavi kap kâğıdı, evlerde ampullere, sokakta farlara kamuflaj malzemesi olmuştu. (Her savaşta çocuklara da bir pay düşer)
Bombardıman uçaklarının o yükseklikten maviye kör olduğu söyleniyordu.
İzmir’de karartmaya gerek duyulmuş muydu bilmiyorum.
Düşman komşunun bombardıman uçakları kör karanlıkta da gelse, eliyle koymuş gibi bulurdu mübadeleden önce oturduğu mahalleyi.
Durmadan bir şeyler söyleniyordu ama "Bir Türk dünyaya bedel"di ya ürkmüyordu kimse.
Hem koca harekâtı başlatan parola, "Ayşe tatile çıksın" değil miydi… Şeker şeker.
"Koş Ali koş" Ali'nin attığı topu (pas mıydı acaba) her defasında tutan "Tut topu tut" Ayşe'yi, ilkokuldan özel hayatıyla tanıyorduk.
O yılların ince çocuk kitaplarının başkahramanı Ayşegül'ün de keyfi kekâydı zaten. O da ya tatilde, ya alışverişte, ya parkta…
Ayşegül Askerde yahut Ayşegül Savaşta başlıklı bir macerası yoktu henüz.
Sonra apartmanlarda “sığınak yeri mecburiyeti” kalktı.
Ama yurtta ve dünyada barış olduğu için değil.
Savaş teknolojisi öyle bodrum, kalorifer dairesi filan tanımadığı, insanları her koşulda öldürmekte her geçen gün daha başarılı olduğu için.
Zaten bir “an”dı bazen savaş.
Hiroşima ve Nagasaki’ye 6-9 Ağustos 1945’de atılan atom bombalarının yarattığı “o an”ı okuduğum kitaplar, izlediğim filmlerden şöyle hatırlıyorum:
“Korkunç bir göz… Bir anda patlayan fırtınanın gözü.
Ve kör edici ışığı, önce tarifsiz kamaşan, sonra korkuyla (da) kısılan gözbebeklerimizi esir aldı, içimize yerleşti. Kasıp, kavurdu…
Kimimiz o an, kimimiz sonra, sanki sırayla öldü.
Ben yaşadım ama belleğimde hep o an kaldı.”
Akira Kurosawa’nın “Ağustosta Rapsodi” filmi ise neredeyse yaşatıyor “o an”ı:
“O gün, kardeşimin saçları döküldü ve utanarak kendini odasına kilitledi.
Çıkmadı bir daha dışarı, önündeki kağıtlara hep o gözü çiziyordu.”
Sadece o “göz”ü… Karakalem.
Sakue Simohira o gün 10 yaşındaydı.
Kız kardeşiyle birlikte “kurtuldu”.
Kardeşinin saçları, ömrü dökülmeye başladı kısa süre sonra…
Çocuktu, ufacıktı… Utandı o hâlinden.
Kendini bir trenin altına attı.
Ablası da denedi aynı yolu, olmadı.
Uzun yıllar sonra White Light /Black Rain belgeselini çeken Steven Okazaki’ye anlattı:
“İki türlü cesaret var. Ölmek ve yaşamak…
İkisi de cesaret ister. Ben yaşamayı tercih ettim”.
İlk aşamada 200 bin insan öldü iki şehirde.
Ardından on binlercesi de zaman içinde ağır ağır, acılar içinde hayatını kaybetti, kalıcı yaralar aldı, sakat, “arızalı” kaldı. Yapayalnız:
“Boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm”… (¹)
Radyasyon tüm suları zehirlediği için, patlamadan “o an” kurtulanlar, son günlerini içi-dışı kavruk bedenlerinde ağır bir susuzluk içinde yaşadılar.
Son nefesini farklı yerlerde, anlarda verirken, on binlerce insanın son sözü aynı oldu:
“Su… Çok susadım…”
Bugün o bombanın düştüğü yerde, ölen insanların anısına üzerinde “9 Ağustos 1945. 11.02” yazan mermer bir kaide var.
Ve ölenlerin torunları, çekilen o susuzluk nedeniyle, her ziyaret ettiklerinde o kaideyi bol suyla yuğuyorlar.
Filmde o anıtı ziyaret eden torunlar, eve dönünce ABD’nin “ne büyük düşman” olduğundan dem vuruyorlar haklı olarak.
Lâkin o günleri bizzat yaşayan büyükannenin sözleri, onları (belki bizi de) şaşırtıyor:
“Amerika ile ilgili kötü duygularım çok uzun zaman önceydi.
Şimdi Amerika’yı ne seviyorum, ne nefret ediyorum.
Hepsi savaş yüzündendi.
Çok Japon öldü, çok Amerikalı da…
İnsanlar 'her şeyi' sadece savaşta, kazanmak için yapar.
Ve bu sınırsızlık, herkese zarar verir, yok eder…”
Savaşlar önceki yüzyıllarda, savaş filmlerinde kalmıyor maalesef.
“Dün”de de kalmıyor.
Japonya’da “o an” 10 yaşında olanlar, bugün 84 yaşında.
Üzerinden çok mu zaman geçmiş?
Sorun dedenize o da hatırlar.
Hatırlarız da… Nafile.
İnsanları her türlü silahla doğrudan da öldürüyor.
Duyguları yok ederek, yerine nefreti yerleştirerek… Öyle de öldürüyor.
Savaştan, cepheden uzakta… Hızla, şöyle bir göz atıyoruz yazılana-çizilene.
Ve o engin akıl-fikirlerimiz Woody Allen’ın ironisini andırıyor çoğu örnekte:
“Hızlı okuma kurslarına gittim. Savaş ve Barış’ı okudum.
Olay Rusya’da geçiyordu galiba…”
Barışı savaşarak "teslim almak" istiyoruz.
Bakıyorum her fırsatta kundaklanan barış ağacına.
İzlediğim filmdeki o hazin cümle, anlamı gölgede kalan bir manşet gibi beliriyor belleğimde:
“Yanmış ağaçlar sonsuza dek kalır, çünkü çürümezler…”
Yanmış ağaçlar -bir ders gibi- sonsuza kadar kalırlar belki, ama asla barışın abidesi olamazlar.
Anca savaşı anlatırlar, kendi külünde…
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Savaşta pek çok şey yitirilir. Ancak kaybedilen ilk şey masumiyettir… Geçmişe bakıp düşünüyorum da, biz düşmana karşı savaşmadık. Birbirimizle savaştık. Gerçek düşman içimizdeydi. Savaş benim için sona erdi. Ama hayatım boyunca içimde devam edecek.”
Platoon (Müfreze), Yön: Oliver Stone.
(¹) Japon Balıkçısı, Nâzım Hikmet.
KAPAK FOTOĞRAFI: Nagasaki Barış Parkı’na 1978 yılında “Barış Sembolleri Bölgesi” kurulmuş. Çeşitli ülkelerden parka “barış anıtları” gönderilmiş. Eşber Karayalçın’ın fotoğraftaki “Sonsuz” adlı anıtı da orada yer alıyor ve tüm insanlar arasındaki barışı simgeliyor.