[22 Ocak 2016] Evet, dün, yani 21 Ocak Perşembe günü Ankara’da, Beştepe Külliyesi’ndeki bir Cumhurbaşkanlığı Sofrası’na katıldım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk başta ancak 3-4 dakika diyebileceğim bir açılış yaptı. Sonra üç saat boyunca hep dinledi; kimseye cevap vermedi, karşılıklı tartışmaya girmedi; sadece en sonunda, gene oldukça kısa bir şekilde herkese teşekkür etti ve bazı temel fikirlerini özetledi. Arada bütün dikkati uzun uzadıya not almak üzerinde yoğunlaştı.
Bir noktada (galiba sondan üçüncü sırada), ben de söz alıp, bilmem, belki 20 dakika kadar konuştum. Ana fikirlerim [yer yer köşeli parantezler içinde şimdi eklediklerimle birlikte] satırbaşlarıyla şunlardı: (1) Dünya durumu ve özellikle Ortadoğu’nun hali düşünüldüğünde Türkiye’nin içi ve çevresindeki, PKK ve IŞİD’den kaynaklanan şiddet süreçlerinin kolay kolay sona ereceği yok. Epey bir süre bu olaylarla, terör eylemleriyle, savaş ve ölümle içiçe yaşamak zorundayız.
(2) Benim bunlardan herhangi birine, nihaî çözüm anlamında önerebileceğim bir çözümüm yok [aynı şekilde, yıllar boyu Ermeni sorununun da nihaî çözümü nasıl ve nerede olur, bilmediğimi ve ayrıca çok da ilgilenmediğimi ifade etmiştim]. Kafamı daha çok sürecin kendisi kurcalıyor. Önümüzdeki dönem boyunca, Türkiye toplumunun kendi duruşu ve iç yaşantısının nasıl olması gerektiğini düşünüyorum.
(3) Bu konuda genellikle kullanılan bir formül, “terörle mücadelenin özgürlük ve demokrasiye, hukuk devletine zarar vermemesi.” Bana bu yetersiz gibi geliyor. Özgürlük ve demokrasiyi, şu veya bu ölçüde zarar verilecek veya verilmeyecek, son tahlilde edilgin ve türevsel bir paket gibi değil, aktif bir unsur, en büyük varlığımız ve güç kaynağımız gibi düşünmek gerektiği kanısındayım.
(4) Bunun çok önemli bir parçası, toplumu sürekli germemek ve gerginlik yaşatmamak olmalı. [Zaten geriliyoruz, ister istemez. Ama özellikle AK Parti liderliği, ne kadar zor olursa olsun, gerginliği siyasete taşımamaya özen göstermeli. Savaş ve terörle birlikte toplum, olabildiğince yumuşak ilişkiler içinde hayatını sürdürebilmeli. Ara zemin, zıt uçlar tarafından ezilip yokedilmemeli. Kamusal alan, sert, haşin ve kahredici söylemlere boğulmamalı.]
(5) Hükümeti ve cumhurbaşkanlığıyla AK Parti [ya da kim olursa olsun herhangi bir iktidar], sırf “öz gücü”yle bu mücadelenin üstesinden gelemez. Çok geniş ittifaklara ihtiyaç var. Bununla, dar anlamda partiler-arası ittifakları değil, üstüste binip örtüşerek sivil toplumu ilmek ilmek ören ve kucaklayan sosyal ittifakları kastediyorum.
(6) Madalyonun diğer yüzünde, hedef daraltmak yer alıyor. Hükümet ve cumhurbaşkanlığı için, mücadele hedefini mümkün olduğu kadar dar tutmak; tersten söyleyecek olursak, [karşıtımın müttefikinin müttefikidir diye] habire hedef genişletmemek [geçici olaylara kapılıp yan pistlere girmemek ve yeni yeni cepheler açmamak], son derece önemli. Bazı yan olgular karşısında, çok büyütüp maksimize yerine, küçültüp minimize edebilmek lâzım.
(6a) Bu hatânın tipik bir örneği, şu 1128’ler bildirisine gösterilen aşırı reaksiyondur. Ben kendi yazılarımda zaten açık açık belirttim. Siyasî açıdan, bu bildirinin içeriğine son derece karşıyım. Daha önce, kabaca Angela Merkel’in ziyareti sırasınnda ortaya çıkan, benzer ama çok daha az imzalı başka bildiriler de vardı. Onların da hemen tek amacı, Türkiye’yi uluslararası kamuoyuna şikâyet etmek ve bir şekilde dış müdahelelere dâvet çıkarmaktı. Ben o zaman [20-23 Ekim 2015’teki çeşitli yazı ve demeçlerimde] “neo-mandacılık” demiştim; bu kanaatimin yanında duruyorum. Şimdi burada da [benden önceki konuşmacılar tarafından] belirtildi; aslında çok daha sistematik biçimde yapılan, hakikaten bir soykırım isnadıdır. [1915’te Ermenilere yapılan şimdi Kürtlere yapılıyor demek isteniyor; güvenlik güçlerinin, PKK’nın silâhlı kent-kasaba işgallerine karşı verdiği mücadele, böyle hazır bir şablona oturtulmaya çalışılıyor.] Gerçek dışı buluyorum; bir yalan söylendiği veya yalana âlet olunduğu kanısındayım.
(6b) Buraya kadar hemfikiriz. Öte yandan, bu bildiriyi imzalamanın suç teşkil ettiği noktasında, imza sahiplerine karşı savcıların, polisin, YÖK’ün adlî-idarî soruşturmalarla harekete geçmesinde, bu tür yaptırımlar için bizzat siyasî liderlerin çağrıda bulunmasında hemfikir değiliz; ters düşüyoruz. [Bu, imzacıların siyasî fikirlerinin yanlışlığından hareketle kendi alanlarındaki — bir kısmı için şahsen bildiğim, tartışılmaz nitelikteki — bilimsel, akademik değerlerinin kötülenmesi için de geçerlidir.] Bir kere bu bildiride, ne kadar kötü, yanlış ve dezenformatif olursa olsun, suç yok. [Nitekim ceza hukuku açısından hiçbir şey yapıl(a)mayacağının, toz duman yatışınca ortaya çıkacağını sanıyorum.] Sonuçta, bildiri prensip olarak düşünce ve bilim özgürlüğü alanına giriyor mu, evet, giriyor. İkincisi, iktidar açısından ne oldu, işi bu mecraya dökmenin sonucu? Konu çok ama çok büyüdü; minimize edileceğine maksizmize edildi; yeni bir cephe açıldı; düşünce özgürlüğü sorunu, orijinal bildirinin içerik eleştirisinin önüne geçti; hükümet ve Türkiye bu açıdan yara aldı. Bu örnekten hareketle, [geçmiş, bugünkü ve gelecek] hedef genişletme hatâları üzerinde düşünmek gerektiği kanısındayım.
(7) Sonuçta bütün bunları, bir de “dar” veya “geniş” çizgi sorunsalına bağlamak istiyorum. Malûm; politikada “çizgi” sorunu diye bir şey var. Partilerin, hükümetlerin, iktidarların izlediği bir siyasî çizgi olur. [Hem bir genel çizgi olur, hem de tek tek bir yığın konuda birer özel çizgi olur. Kuşkusuz burada genel çizgiden söz ediyorum.] AK Parti’nin bundan böyle “dar” bir çizgisi mi, “geniş” bir çizgisi olacak? [Diyelim ki bir yandan hedef daraltmak, diğer yandan en geniş ittifakları kurmak istiyorsunuz.] Kendi açınızdan, dostla düşmanı ayırdetmek için sadece birkaç temel kıstası mı esas alacak ve böyle “geniş” bir çizgiden hareketle olabildiğince kucaklayıcı mı olacaksınız? O zaman insanların barışın ve demokratik meşruiyetçiliğin yanında durması görece kolaylaşacaktır. Yoksa iyice kılı kırk yaracak [deyim yerindeyse, salamı çok ince dilimleyecek]; dostluk hâlesinin kıstaslarını habire çoğaltacak [ve bu temelde gerilimi arttıracak]; bütün bu ölçütlerin belirlediği “dar” çizgiye uyamayan insanların, barışın ve istikrarın yanında yer almasını giderek zorlaştıracak mısınız?
* * *
Arada çeşitli somut örnekler de vardı ama onları geçiyorum şimdilik. Üş aşağı beş yukarı bunları söyledim; diyelim ki artı/eksi yüzde 10 hatâ payıyla, buna benzer bir şeyler söylemek istedim ya da söylediğimi sanıyorum. Her neyse. Cumhurbaşkanının dâveti olmasaydı da bunları içeren bir dizi yazı yazmayı tasarlıyordum Serbestiyet’e. Söylediklerim de o taslaklardan derlenmiş bir özet gibiydi. Şimdi belki bir hafta boyunca, yukarıdaki fikirleri ayrıntılandırmaya çalışacağım.